ellen'la elele

Ellenallien-thrills
Hazır Berlin'in rahle-i tedrisatından bahsetmişken, güzeller güzeli Ellen Allien'i es geçmek tabi ki mamacillolara yakışmazdı. B Pitch plakçılığın en müstesna üyelerinden Ellen, electro'nun sağlam örneklerini kah kendi kayıtlarında, kah tek başına plaklar başında , kah Apparat gibilerle beraber prodüksiyon koltuklarında, kah radyo setlerinde önümüze açılmamış kuşe kağıt mecmua kokusu gibi sermeye devam ediyor. Hafsalamıza ve tabi ki kulaklarımıza en çok işleyen 2005 tarihli eseri Thrills gide gele, döne döne, salına salına etrafımızda dolanmaya devam ediyor. Mama boş durmadı, zat-ı muhteremin yeni bulaştığı moda sektörünü ayaklarınıza kadar getirmekle kalmadı , misafir olduğu Ellen'ın çalışma odasının gizlice fotoğrafını bile çekip magazin basınına da gözünü kırptı. Daha ne olsun?
ellen's room

bigbeat'te reaktiften ziyade proaktifimdir

1990'ların bigbeat depremini sadece uzaktan takip etmekle kalmayıp kendilerini piste fırlatanları 1 Ağustos 2009 Cumartesi gecesi Kuruçeşme sahilinde çok eskilerden bir yaşlı Britanyalı bekliyor olacak. Eminiz ki naçizane mama takipçileri arasında yaşları başları ile beraber kot pantolonları ve trainerlarını da alıp "ne güzeldi okulları kırıp, brit pop'un dans pistine yansımış halleri eşliğinde zıplayışımız yahu" düsturu ile orada terini akıtacaklar vardır. Gitmeden evvel yanınıza bir ufak su alın.
fbsdb

ne yapabilirim?

Bir çift lacivert mahmur gözü, bir tutamı hep yanaklarına sarkan kumral saçlarıyla Odette, bahar başında açan çiçeklere benzerdi. Saatlerce zarif ve soluk profiliyle pencerenin önünde oturur, bacak bacak üstüne atıp roman okur, çorabını yamar ya da dikiş dikerdi.
Hele hele kemanla Grizri'nin valsini çalarken kalbim yerinden sökülecekmiş gibi olurdu.
Odamın penceresi Odette'in odasının penceresiyle karşı karşıyaydı. Penceremden dakikalarca, saatlerce, belki de tüm pazar günleri bakardım ona; özellikle çorabını çıkarıp yatmaya gittiği geceler.
Böylece gizemli bir bağ kuruldu onunla aramda. Onu bir gün görmesem, bir şey kaybetmiş gibi oluyordum. Bazı günler ona o kadar çok bakıyordum ki sonunda kalkıp penceresinin kepengini kapatıyordu. İki haftadır hergün görüyorduk birbirimizi. Ama bakışlarında bir soğukluk, bir aldrımazlık vardı. Ne bir gülümseme, ne bana karşı eğilimini belli edecek bir hareket. Çok ciddi ve ketum görünüyordu.
Bir sabah bizim sokağın köşesindeki kahceye gittiğimde ilk kez yüzyüze geldim onunla. Kahveden çıktığımda Odette'i gördüm; keman çantası elinde. Metroya doğru gidiyordu. Selam verdim; gülümsedi. Sonra çantayı taşımak için izin istedim. Cevaben başını sallayıp "Mersi" dedi. Tanışıklığımız işte bu tek eklimeyle başladı.
O günden sonra pencereleri açtığımızda el hareketleri ve işaretlerle konuşuyorduk. Bunun ardından aşağı inip Lüksemburg parkında dolaşmaya çıkıyor, sonra sinema veya tiyatroya gidiyor ya da başka bir şekilde birkaç saat vakit geçiriyorduk birlikte. Odette evde yalnız kalıyordu. Çünkü üvey babası ile annesi seyahate çıkmışlar, o ise işi yüzünden Paris'te kalmıştı.
Çok az konuşurdu ama çocuk gibiydi. Huysuz ve inatçıydı. Bazen çileden çıkartırdı beni. Bir gün Neulliy çarşısındaki Cuma şenliklerini seyretmeye karar verdik. O gece Odette yeni mavi elbisesini giymişti ve her zamankinden daha güzel görünüyordu. Restorandan çıktıktan sonra metroda yol boyunca yaşamından söz etti bana. Lunaparkın önünde metroya bindik.
Sürekli kaynaşan bir kalabalık vardı. Caddenin iki tarafı insaı eğlendirecek, meşgul edecek şeylerle doluydu. Kimileri gösteri yapıyordu. Ateş etme, şansını deneme, tatlıcı, sirk, bir eksen etrafında dönen küçük eletrikli otomobiller, yine kendi çevresinde dönen balonlar, hareketli koltuklar, türü türlü gösteriler vardı. Kızların çığlıkları, konuşmalar, gülüşmeler, uğultu, motor sesi, her telden müzik birbirine karışmıştı.
Zırhlı vagona binmeye karar vermiştik. Kendi çevresinde dönen hareketli bir koltuktu. Dönmeye başlayınca üstüne kumaştan bir örtü çekiliyor ve yeşil bir tırtıl şeklini alıyordu. Bineceğimiz sırada, sarsıntı ve hareketten düşmesin diye Odette eldivenleriyle çantasını bana verdi. Yan yana sıkış tepiş oturduk. Vagon hareket etti, yeşil örtü yavaş yavaş gerildi ve beş dakika boyunca bizi izleyenlerin gözünden gizledi.
Vagonun örtüsü geri çekildiğinde dudaklarımız hala birbirine yapışıktı. Ben Odette'i öpüyordum ama o kendini savunmuyordu. İndikten sonra, yolda bana Cuma şenliklerine üçüncü defa geldiğini söyledi. Çünkü annesi yasaklamıştı. Birkaç yeri daha gezdik. Nihayet gece yarısı yorgun argın dönmeye karar verdik. Fakat Odette oradan kendini alamıyordu bir türlü. Nerede gösteri varsa , orada duruyor, ben de ister istemez yanında dikiliyordum. İki üç defa zorla çektim kolundan da mecburen benimle yürüdü. Son olarak jilet satıp, mallarının üstünlüğünü uygulamalı olarak anlatan bir işportacının önünde durdu.Bu defa tepem attı. Sertçe kolunu tutup "Ama bu kadınları ilgilendirmez ki!" dedim.
Kolunu çekerek "Biliyorum canım, seyretmek istiyorum!" dedi. Ben de cevap vermeden metroya doğru yürümeye başladım. Eve vardığımda sokak tenha ve Odette'in penceresi karanlıktı. Odama girip lambayı yaktım. Pencereyi açtım. Uykum gelmediği için bir süre kitap okudum. Gece yarsını geçmişti. Pencereyi kapatıp yatacaktım ki Odette'in, odasının pencersinin altındaki gazlı sokak lambasının yanında dikildiğini gördüm. Bu hareketine şaşırdım; kızgınlıka pencereyi kapattım. Soyunduğum sırada boncuk işli çantasıyla eldivenlerinin cebimde kaldığını fark ettim. Anahtar ve parasının çantada olduğunu biliyordum. Çantayla eldivenleri birbirine dolayıp pencereden aşağı attım.
Üç hafta geçti ve bütün bu süre içinde ona yüz vermedim. Odasının penceresi açıldığında ben penceremi kapatıyordum. Bu arada Londra seyahatim girdi araya. İngiltere'ye hareketimden önceki gün, köşebaşında, keman çantası elinde metroya doğru yürüyen Odette'e rastladım. Selamlaştıktan snra seyahat haberini verdim ve o geceki davranışımdan dolayı özür diledim. Odette soğukkanlılıkla boncuk işi çantasını açıp ortasından kırılmış küçük bir aynayı elime tutuşturdu.
-Çantamı pencereden attığın gece böyle oldu. Biliyor musun uğursuzluk getirir bu!
Cevap olarak güldüm ve batıl inançlı olduğunu söyledim. Hareket etmeden evvel onu tekrar göreceğimi vaat ettimse de ne yazık ki mümkün olmadı.
Hemen hemen beş aydır Londra'dayım. Şu mektup Odette'ten gelmişti.

"Paris, 21 Eylül 1930

Sevgili ...... ,
Ne kadar yalnız olduğumu bilemezsin. Bu yalnızlık azap veriyor bana. Bu gece seninle biraz konuşmak istiyorum. Çünkü sana mektup yazarken seninle konuşuyor gibi oluyorum. Mektubumda "sen" diye hitap ettiğim için bağışla beni. İçimdeki derdin ne büyük olduğunu bir bilsen!
Günler ne kadar uzun! Saatin akrebi o kadar ağır hareket ediyor ki ne yapacağımı bilemiyorum. Zaman sana da mı bu kadar uzun geliyor? Paris'teyken her dakika gözümün önündeki o küçük odada olduğu gibi başının hep kitapta olduğundan eminim ama belki orada bir kızla tanışmışsındır. Şimdi odayı Çnili bir öğrenci tuttu, ama dışarıyı görmemek için pencereye kalın bir perde astım. Çünkü döne döne "Başka diyara giden kuş geri dönmez" şarkısını söyleyen sevdiğim kişi yok orada.
Dün Helene'le Lüksemburg parkında dolaşırken, o taş banka yaklaşınca, hani orada oturup bana memelektini anlattığın günü hatırladım. Ben de o vatlere kandım ve bugün arkadaşlarıma alay konusu oldum; herkesin diline düştüm. Oysa ben senin için hergün Grizri valsini çalıyorum; Vincennes koruluğunda çektiğimiz resim masamın üzerinde. Resmine baktıkça içim ısınıyor. Kendi kendime "Hayır,bu resim aldatıor beni!" diyorum. Çok yazık! Sen de inanıyor musun inanmıyor musun bilemem ama aynamın, hani bana verdiğin aynanın kırıldığından beri içimden bir ses kötü şeylerin olacağını söylüyor.
Son görüşmemizde, hani İngiltere'ye gideceğini söylediğin gün, kalbim senin çok uzaklara gideceğini ve bir daha birbirimizi göremeyeceğimizi söyledi bana. Korktuğum da başıma geldi. Madam Bourelle "Neden o kadar üzülüyorsun?" dedi bana.Beni Bretagne'ye götürmek istiyordu, ama gitmedim onunla.Daha fena olacağımı biliyorum çünkü.
Geçelim bunları; olan oldu bir kere. Mektubum sert olduysa, canımın sıkılmasındandı. Beni affet. Seni üzdümse, umarım unutursun. Mektuplarımı yırtıp atacaksın değil mi?
Bir bilsen şimdi ne kadar acı çekiyorum, ne kadar üzgünüm! Her şeyden nefret ediyorum; günlük işlerimden usandım. Oysa eskiden böyle değildim. Birçok kişiyi merak içinde bırakacak olsam da bu böyle devam etmeyecek. Kararımı verdim bir kere ,Paris'ten ayrılacağım. Altı otuzbeş treniyle Calais'e gideceğim; senin geçtiğin son şehre. Denizin mavi sularını seyredeceğim. Bütün bedbahtlıkları yıkar bu su! Her an rengi değişir. Kederli ve büyüleyici mırıltılarıyla kumsala vurur, köpürür. Kumlar tadına baktıktan sonra yutar köpükleri. Hem bu deniz dalgaları son düşüncelerimi de alıp götürecek. Ölüm birine gülümsemeye görsün, bu gülücüklerle kendine çeker onu. "O böyle birşey yapmaz" diyeceksin mutlaka, ama yalan söylemediğimi göreceksin.
Uzaktan öpücüklerimi kabul et.
Odette Lasour."

Odette'e iki cevabi mektup yazdım, ama birine cevap vermedi, öteki de geri geldi. "Gönderene iade" mührü vurulmuştu üzerine.
Ertesi yıl Paris'e dönünce soluğu Saint-Jacques sokağında aldım; eski evimin bulunduğu sokakta. Benim odamda bir Çinli öğrenci ıslığıyla Grizri valsini çalıyordu. Odette'in penceresi kapalıydı ve kapısına bir pusula aslımıştı : "Kiralık Ev"
SC105hires

2005 yılında "sevgili" Antony & The Johnsons, hepimizi hikayedeki Odette'in akşamüzeri bir denizin kıyısında gördüklerini "dinleyeceğimiz" bir kayda davet eder. Tüm hatıratımızla, giden(ler)in ardından albümü döndüre döndüre bir hal oluruz; "Hope There's Someone" da , "Man Is The Baby" de, "What Can I Do" da tüm kalbimizi piyanosunun tuşlarına çalmasına izin veririz. Mama'nın amcasının albümün çıkış tarihinden takriben 1 yıl sonraki bir buluşmamıza, kulağında "What Can I Do" ile gelirkenki surat ifadesini hatırlar, o ifadeyi bir arttırırız.
Her gidene hediye.

Hangi albüm böyle açılır ki?





hope there's someone
who'll take care of me
when i die, will i go

hope there's someone
who'll set my heart free
nice to hold when i'm tired

there's a ghost on the horizon
when i go to bed
how can i fall asleep at night
how will i rest my head

oh i'm scared of the middle place
between light and nowhere
i don't want to be the one
left in there, left in there

there's a man on the horizon
wish that i'd go to bed
if i fall to his feet tonight
will allow rest my head

so here's hoping i will not drown
or paralyze in light
and godsend i don't want to go
to the seal's watershed

hope there's someone
who'll take care of me
when i die, will i go

hope there's someone
who'll set my heart free
nice to hold when i'm tired.