Fehlmann'dan Berlin Havaları

Gute Luft - Thomas Fehlmann

Thomas Fehlmann'ın burnundan Berlin havası solumak nasil olurdu acaba? Çok iyi olurdu kanımca; hani şehirden kaçıp kendimizi dağa bayıra attığımızda, o temiz havayı ciğerlerimize yavaşça çekip yavaşça soluk verirken yüzümüzdeki o hafif tebbessümü ve o anki varoluş keyfini, o rahatlama ve gevşeme hissini yaşatıyor bize Gute Luft (good air/atmosphere) albümü ile Fehlmann! Bu şehirde, o "sanatçı huzurunu" bulmuş olsa gerek ki yıllar önce İsvicre'den Almanya'ya göçmüs, 84 yılında Berlin'e taşınmış, bu geçmek üzere olduğumuz yılın Mart ayında da şehrin 1 gününu anlatan, 24 saatlik "24H Berlin" belgeselinin bahsettiğimiz soundtrack'ini yapmış bu zat-ı muhterem.

"Kimdir bu Fehlmann?" diyenler için kısa bir tanıtım yapmak istiyorum. Aslında çoğumuz farkında olmadan Fehlmann'ın mamasını çoktan yemişizdir. The Orb grubunun arkasındaki önemli isimlerden olan Fehlmann, hala The Orb'la projelerini sürdürmekte, kendi adı altında da Kompakt label'ından çalışmalarını yayınlamaya devam etmektedir. 90'lı yıllarda Berlin'in meşhur Tresor Club'ında resident olmuş, yine bu dönemlerde Juan Atkins gibi isimlerle çalışıp Detroit-Berlin bağlantısının gelişmesinde önemli katkıda bulunmuştur.

Son albüm, "Gute Luft"a dönecek olursam sayın mamacılar, böyle bir belgeselin soundtrack'ını en dogru adama yaptırmışlar, bravo hakkaten. Fehlmann'ın ambiyansı yüksek, dub temelli, yer yer downtempo, yer yer minimal techno arası mekik dokuyan o ayırt edilebilir sound'u zaten Berlin şehrinin o bohem, azla yetinebilen, sanatçi dostu havası ve ülkenin genelinden farklı yaşam tarzını iyi yansıtan bir sound. İşin içine Fehlmann'ın birikimi ve şehir yaşanmışlıkları (ki bu 53 senelik hafıza deposunda bunlardan bol bol olsa gerek) girdi mi ortaya mis gibi bir albüm çıkıyor, buna da mütevazice "Gute Luft" adı veriliyor... havan hep güzel olsun Thomas amca! (siz mamacıların da)...

Ha, bir de unutmadan, hepinize bol müzikli, bol mamalı yıllar dilerim!











sek sek seüüüü!

yaşasın düşler, yaşasın yeni yıl!



miss papix sizler için çalıyor, sek sek seüüüü!

http://wolkanca.com/seks-seks-seks/

Ben Klock, saatin kaç? - Berghain'i 04 geçer!

Ben Klock - Berghain 04

Geçtiğimiz yazın başlarında Ostgut Ton label'ı, mix serisinin dördüncüsü olan Berghain 04'ü yayınlamıştı. Bu sefer makinaların başinda Berghain resident DJ'lerinden Ben Klock'un kendisi vardı. Serinin yayınlandığı sıralarda Kıbrıs'ta dünyadan habersiz vatani görevimi(!?) yerine getirmekte olduğumdan, kaş, göz, arpacık arası dikkatimden kaçan bu mix serisini geçtiğimiz haftalarda dinleme fırsatı yakaladım...

Londra'nın karlara gömüldüğü, ve şehrin hızlı hayatının felce uğradığı bu günlerde sıklıkla playlist'lerimde yerini alan seri, Berghain teknosunun (böyle bir alt genre oluşuyor mu ne?!) o soğuk, karanlık tınıları, çivi çiviyi söker hesabı içimizi ısıtmakta, Ben Klock'un adeta bir gourmet aşçı marifeti ile house ve dubstep etkileri ile yoğrulmuş setinde şu "acı/ekşi/tatlı" veya kavrulmuş dondurma gibi "sıcak/soğuk" yiyeceklerin ağzımızda bıraktığı o kompleks zevki kulaklarımızda yaşıyoruz bu sefer. Abartıyormuyum  acaba?  Dinleyin, kendiniz karar verin.

kanlı nigar


2000'li yılları kapatmaya meylettiğimiz şu günlerde (klişe girizgahın takvim-kurgusal ağırlığı) fiziksel bitkinliğimizin en etkili tedavisini minimal house, deep house semalarında arıyoruz. Ağır iş koşullarının masa başı işçilerini ne hallere soktuğu malum; ondan mümkün mertebe uzak durmak, nefes aralıkları aramak son derece kıymetli.

Deep house ve bilhassa minimal techno'nun, insanı durup düşünmeye iten o geniş aralıklı sessiz vuruşları mı gönül telimizi daha çok titretiyor yoksa başından beri modanın tüm kumaşlarının sesleri oluşları mı bilemiyoruz. Bilhassa tok, minimal, steril ve "hip" bir loop'a bağlı tüm teknoik (iyi tabir oldu) hissiyatlar, o loop'ların aralarındaki geniş yankılı boşluklar sayesinde adeta çıplak ayakla kısa süre evvel yağmur almış çime basmışsınız gibi bir durumla dolup taşmamızı sağlıyor. Önce hafif bir üşüme ama arkasından tarifsiz bir ferahlık, yenilenmişlik hissi...Tıpkı Miles'ın dediği gibi : iyi müzisyen çaldığı değil, çalmadığı notalarla kendini belli ediyor. O loop'ların ardındaki derin yankılarda Miles'ın sureti belirir gibi oluyor.

İsmi ayrı , atmosferi ayrı güzel Bloody Mary'nin Arabesque isimli EP'sinde de bizi bir anlık ferahlattığı kesin. Daha fazlasını arayacak takati, en azından şimdilik, olmayanlar için biçilmiş kaftan.

makara, kukara (!)

ahmet kaya'nın küçük kızı, yıllar önce çekilmiş görüntülerde, arabanın penceresinden sarkmış, muhtemelen annesi gülten kaya'nın "baban ne iş yapıyor senin?" sorusunu başlıktaki kelimelerle yanıtlıyor.





küba'ya gitmişler, bir mayıs'ı kutlamaya; oradan bir grupla anlaşmışlar, türkiye'de verilecek konserler için. grup gelince de ahmet kaya bunları pamukkale'ye götürmüş, rakı ısmarlamış. "devrimci arkadaşlar geldi, 'ne yapıyorsun? bunlara neden rakı içirdin? yozlaştıracak mısın adamları?' dediler. şaşırdım!" diyor. "yahu, adamlar devrimi yapmışlar, bitmiş; rakı içince nasıl yozlaşacaklar!" diye devam ediyor.

ümit kıvanç'ın belgeseli burada.

ısır

Bigbeat ve mustakbel oğlu (aslında damadı olur lakin ona olan sevgisi öyle büyüktür ki oğlum der) Breakbeat'in, her ne kadar birçokları için 1990'lı yıllarda kalsa da

muhtelif ikililer...

sismanos'tan feyz alarak bir ikili de ben eklemek istiyorum. işte size ikisi biradaların birlikte dinleyebileceği bir ikili örneği: öp beni öp beni öp ve underneath the mango tree aynı anda geliyor. şu soğuk kış günlerinde içinizi ısıtması umuduyla tüm adalara, modalara ve honolululara kucak dolusu sevgilerimi gönderip eski bir honolulu türküsüyle sizlere veda etmek isterim:

Sen ne güzel bulursun
Gezsen Honolulu’yu
Dertlerden kurtulursun
Gezsen Honolulu’yu
Billur ırmakları var
Buzdan kaynakları var
Ne hoş toprakları var
Gezsen Honolulu’yu
Orda bahar başkadır
Yazlar kışlar başkadır
Ah!... Bu diyar başkadır
Gezsen Honolulu’yu...

bir bira daha ver, bir de alka-seltzer...

alka-seltzer bayer'in hayli eski mucizelerinden biri.. belki denk gelmişsinizdir: coca-cola ile aspirin neredeyse aynı dertlere şifaymış gibi sunulmuş 19. yüzyılın sonlarında: başağrısına, akşamdan kalmalığa, enerji yoksunluğuna, hatta nevroza çareyiz, demişler.. sonra biri 'hayatın tadı' haline gelmiş, diğeri 'all-in-one' kimya.. alka-seltzer hem hayatın tadı, hem de hayatın anlamı, ne ki o gün için değil, ertesi gün için. (yani aslında o gün de için siz onu, aklınız hala yerindeyse, fazla kaçırdığınızın farkında olacak kadar fazla kaçırmamışsanız, ama yine de fazla kaçırmışsanız işte, için onu, yatmadan evvel, gece, sabaha karşı, neyse... sonra ertesi gün de için. çalışıyor.. dahası, çalıştırıyor da...)

işin tuhafı, bu zıkkımın ikisini bir bardakta höpürdetmek gerekiyor. yalnız ve güzel ülkemdeki paketlenme biçimine bakınca bu tuhaf, zira, iki tanesi elzemse, neden ayrı ayrı paketleniyor? ada'da durum daha da vahim: iki tablet bir defada açılan tek poşetin içinde, o zaman da bayer'e sormak gerekiyor: kardeşim, doz belliyse, neden bunları daha kalın dilimler halinde kesmediniz de sarhoş kafamızı yoruyorsunuz? saymayı bilecek halde olsak ossaat, zaten derdimiz kalmaz idi..

neyse canım, müteşekkiriz bayer'e ve bu tarz ilaçları mümkün kılan tüm kimya camiasına. memnunuz cihandan ve ilaç lobisinden..

şimdi, hazır bir tane mi iki tane mi muhabbeti bu kadar ilerlemişken, size ikisi bir arada çok iyi gidecek şeyler önereceğim. belki de blues'un kökenleriyle bozlak kafasını aynı poşete tıkılmış tabletler olarak içmek mümkündür. etnograflara ve dahi kültür tarihçilerine hediyemiz olsun..

neşet ertaş hapishanelere doğmayan güneşlerden bahsederken, skip james de hastanelerdeki tecrübelerini bizimle paylaşıyor. ikisi nasıl da birbirine benziyor! foucault'ya da selam edelim bu vesileyle, bari..

hapishanedekilere, hastanedekilere ve cümle domestik mahkuma iyi geceler..

vakt-i kerahat -ve dahi klavsen...

bir cumartesi akşamüstünü geçirmenin ne çok yolu var! kimseyi kendininkinden alıkoymak istemem, ne ki başıma gelenleri anlatmadan da edemem artık.

bu cumartesi, bir süredir bir tepesinde yaşadığım şehrin merkezinde neler olduğu beni ilgilendirmiyor. hayli domestique ve dahi akademique bir haldeyim. yetişmesi gereken metinler içinde debelenmekteyim. öyle ki nşa'da asla ve kat'a hayır diyemeyeceğim şeylere ardı ardına hayır demekteyim. sözgelimi, vakt-i kerahat geldi, malum. akordu benim gibi bir cahilin bile kulağından kaçmayacak kadar bozuk şu viktoryen piyano kalıntısını içki şişelerini taşısın diye kullanıyoruz; işte, oradan bir şişe ucuz (ama leziz) şili şarabı çapkınca göz kırpıyor, buzdolabındaki peynirlerin çağrısına kulak vermemi istiyor, "hadi, buluştur bizi" ayağı yapıyor. tınmıyorum. bir kahve, bir sigara daha.. biraz daha otonom-marxist emek edebiyatı. playlist almış başını gidiyor, müdahale etmemeyi yeğliyorum (müzik dinleyicisinin bartleby olarak portresi). sadece benim gibi bir müptelayı değil, sokaktaki adamı bile şaraba sürecek ne parçalar çalıyor da umrumda olmuyor. bir elma soyayım, yiyeyim. bir sigara daha? olur. kahve? yok canım, çarpıntı yapıyor.






ne ki tüm koşulların bir araya toplaştığı (belki de althusserian terimle, "overdetermination"a maruz) bir anın gelip çatacağı gün gibi açık. 18. yüzyıldan bir ses, nasıl, ne zaman listeme dahil olduysa, "daha neyi bekliyorsun, işte şişe, işte sen! bahane arıyorsan uzaklarda arama istersen" makamında giriyor: forqueray. quatrième suite en sol mineur - le carillon de passy. christophe rousset'nin parmaklarından. şarap açılıyor, fıstık ve peynir çeşitli boy ve ebatta tabakla buluşuyor, tütün sarılıyor, kulaklar "wide open" vaziyette hoparlörlere yaslanıyor.

o ve daha fazlası için buyrun, buradan yakın. kendinizi...

kim edip cansever'e itiraz edebilir bu vakitte: "başlar ceplerinizin alkolle işleyen saatleri"

emek mevzuu

bu aralar maddi-olmayan emek ve prekarya üzerine hayli heyecan verici metinlerle iştigal ediyorum, sevgili mamaperverler. "yaratıcı endüstriler", "tasarım ve kalkınma" gibi saçmalıkların köküne kibrit suyu dökmek ne kelime, her yönüne dinamit döşeyip patlatabilecek güce ve ikna kabiliyetine sahip hakkaniyetli yazılar bunlar. ilgilenen olursa linkler gönderirim, ama bu giride anacağım asıl mevzu, akademik mecranın biraz dışında, biraz kıyısında, görsel alana dair bir şenlik haberi.





özellikle eskişehir'deki dostlarımıza duyurulur: işçi filmleri festivali, sosyal demokrat şehrimizi radikal mindere davet etmek üzere tekrar geliyor. programa bakıp bakıp iç geçirdim, zira o tarihlerde maalesef oralarda olamayacağım. ne gam! filmleri görenlerden işitiriz bir şeyler.





iki alıntıyla bitireyim. biri burada son zamanlarda ısınan öğrenci hareketlerinde sıkça dile gelen anarko-şiar: "no war but the class war – no cocktail but the molotov cocktail! let us brew nothing but trouble!" diğeri de malum marşta geçen kadim cümle: "anamız amele sınıfıdır, yurdumuz bütün cihandır bizim!" bu ikisi arasında salına salına gidiyor katar...

bu vesileyle bandista'nın yeni marifetlerini de gecikerek de olsa menümüze katalım.

sızıntılı günler, ya da wikilynch...

wikileaks'ten sızanlar sizi ne kadar ilgilendiriyor, bilmem. beni çok da sarmadı, sarsmadı. ne ki aynı günün (29 kasım 2010) the guardian'ında bu şaaşaalı haberlerin hemen arkasındaki sayfada kulaklarımıza layık başka bir sızıntı haberi de vardı, kaçırmayalım dedim.

(bu arada, adı anılınca dahi tüm türkiyeninaydınlıkyüzü taifesinin tüylerini diken diken eden sızıntı, o berbat türkiyecemaatneşriyatıefsanesi konotasyonundan sıyrılırsa, ne güzel sözcük, değil mi? sıyrılmasa da güzel.. amaan, neyse.. siyasetten mi konuşacağız, müzikten mi...)




tekinsiz filmlerin -ve elbet o tekinsiz filmlerdeki tekinsiz seslerin- yönetmeni david lynch, uzun süredir bir köşede kurduğu stüdyosunda tuhaf işlerin peşindeymiş. bu tuhaf işlerden ikisini de iTunes üzerinden dünyanın tüm garabetinin içine sızdırıvermiş.

good day today, tam da lynch mahlukundan beklenebilecek olandan çok daha hazmedilebilir olmasıyla şaşırtıcı. eh, senelerdir huzur bulmayan, sağolsun bize de buldurmayan adamcağızın neşeli bir kafaya ihtiyacı var arada, değil mi?





"bu mudur yani?! olmadı!" diyenlere ikinci single'ı öneriyoruz hemen. I know'un atmosferi bizi tanıdık bulanık sularda boğulmaya davet ediyor hemen ilk titreşimden itibaren.

fena başlangıç değil, hani... karanlığın içine doğru atacağınız adımları temkinle takip ediyoruz, bay lynch. tedirginlikle süslü hürmetlerimizi kabul buyrun. (şu transandantal meditasyon mevzuunu da fazla kurcalamayın isterseniz: zira dünyanın ışıktan çok karanlığa, kurtulmaktan çok yıkıma ihtiyacı var. ve siz ikincilerde çok daha iyisiniz. )

techno'nun lütufu


Gördüklerimizin esasında (o esas da neyse) var olup olmadığı yüzyıllardır kafalarımızı kurcalayadursun, mamacılar olarak asıl soru galiba "duyduklarımız" ile ilgili. Sesin girip gittiği yer, bıngıldaklarımızda dokunduğu jölemsi noktalar, her "tamam..yani..işte." deyişimizde sanki birdenbire yokoluverip çok daha karmaşıklaşan kaotik bir sahne. Dahası...bilemiyoruz. Brüt'te tıkalıyız hala, net'e gelene kadar daha kırk plak mama lazım.

Apparat, yanına Telefon Tel Aviv'i de alırsa bu "brüt"ün, "net"e varışına nasıl da yaklaşır değil mi? Lütuf ediniz, bir de kendiniz dinleyiniz. Sayulita, belki de kulağımıza mutluluğun formülünü fısıldayacak. Tıpkı sabaha karşı kulaklıklara fısıldadığı gibi. 40 plak demiştik değil mi? Kaldı 39.

Bir şehir, bir film ve çokça insan üzerine birkaç söz …



Hemen itiraf etmeliyim ki, oldukça karmaşık, hoplamalı ve dahi zıplamalı zihnimin ziyadesiyle serbest çağrışımları eşliğinde çokça kişiyi aynı anda selamlamayı düşündüğümden, yazının daha baştan sarpa sarması kuvvetle muhtemel! (bkz. ilk cümle) Bu uyarının üzerine hala devam ediyorsanız da:

E hoşgelmişsiniz, sefalar getirmişsiniz!

Sevdiğim şeyleri neden sevdiğimi anlamaya çalışıyorum bu aralar. Misal: bir istanbul aşığı sayılmasam da neden seviyorum İstanbul’u? Ya da belki ondan önce sorulması gereken soru: hangi İstanbul’u sevdiğim? Elbet İstanbul’da yaşayanlar kadar çok İstanbul var İstanbul’dan içeri… Kısa bir süre öncesine kadar, bildiklerim, gördüklerim içinde açık ara en çok sevdiğim Latife Tekin’in İstanbul’uydu; çarpıklığıyla, yamuk yumukluğuyla, unutulmuşluklarıyla ve görmezden gelinenleriyle… Sevgili Arsız Ölüm’ün İstanbul üzerine yazılmış en güzel şiirlerden birisi olduğu görüşüne de hala şiddetle katılırım. Reha Erdem’in “Hayat Var” filmi ile de bu hissiyatın iyice güçlendiğini fark etmiş bulunuyorum sevgili mamaperverler. Reha Erdem’in ustalıkla ve incelikle işlediği kült karakterlerden birisi hayat, yani İstanbul! Orhan Gencebay’ın

“Ağlamak var gülmek var
Sevilmek var sevmek var
Ne arasan var bu dünyada
Dertler varsa mutluluk var

……
Aldanmak var kanmak var
Aldatmak var yanmak var
Ne arasan var bu dünyada
Ne dert varsa çaresi var”

ile başlayıp ısrarla “Seveceksin, çok seveceksin” diye bitirdiği nağmeler tam da İstanbul’u, İstanbul tam da hayat’ı anlattığı için seviyorum Reha Erdem’i, İstanbul’u ve Orhan Gencebay’ı. Dahası: insan ne iyi ne kötü/hem iyi hem kötü; ne güzel ne çirkin/hem güzel hem çirkin olabildiği için, yani sadece insan olabildiği için seviyorum insanları. Şimdi birazcık da insana benzeyebildiği için seviyorum İstanbul’u. İnsanı, İstanbul’u, Latife Tekin’i, Reha Erdem’i, hayatı ve tüm bu saçmalıkları…. Birisinin bir yerlerde çok da güzel söylediği gibi; “Hayat çok güzel ama bir başka hayat daha yaşamayacak olmamız büyük bir saçmalık. En iyisi olanları unutmak”

Yahut şeytan azapta gerek!

w.s.b.'den şükran günü tebriği!





şükran gününe kadar şerefe, muhterem burroughs!

"To John Dillinger and hope he is still alive. Thanksgiving Day November 28 1986"
Thanks for the wild turkey and the passenger pigeons, destined to be shat out through wholesome American guts.
Thanks for a continent to despoil and poison.
Thanks for Indians to provide a modicum of challenge and danger.
Thanks for vast herds of bison to kill and skin leaving the carcasses to rot.
Thanks for bounties on wolves and coyotes.
Thanks for the American dream, to vulgarize and to falsify until the bare lies shine through.
Thanks for the KKK.
For nigger-killin' lawmen, feelin' their notches.
For decent church-goin' women, with their mean, pinched, bitter, evil faces.
Thanks for "Kill a Queer for Christ" stickers.
Thanks for laboratory AIDS.
Thanks for Prohibition and the war against drugs.
Thanks for a country where nobody's allowed to mind the own business.
Thanks for a nation of finks.
Yes, thanks for all the memories-- all right let's see your arms!
You always were a headache and you always were a bore.
Thanks for the last and greatest betrayal of the last and greatest of human dreams.

"staying up? keep it down!", yahut, müzisyenin mühendis olarak portresi

kulüp ortamında olan bitenler nelere benzetilmedi ki şimdiye dek: ahir zaman dini ayinlerinden tutunuz kontrolden çıkmaya her daim hazır orjilere dek ahlaki ve politik skalanın uçlarında salınan metaforlarla kat ettik dans pistini dört bir yandan. halbuki mevzu basit: geniş ortam, iyi ses sistemi, acımasız tonmaisterler ve ışıkçılar, ne yaptığını iyi bilen 'precise' makinistler (bunlara müzisyen de deniyor), ve elbette istekle, arzuyla, dürtüyle -ve mümkünse enva-i çeşit bitki ve kimya ile- dolu bir yığın insan hayvanı... bunları bir araya getirince sonuç garanti: kitlesel erinç! (ha, bir de geçici/kalıcı duyma bozukluğu, güvensiz seks, boşalan cüzdanlar, akşamdan kalmalık, geçici depresyon, bir sonraki gig'e dair network kımıldanışları, ve sonraki haftasonu, belki de ertesi gün, silbaştan.. şahane, değil mi?)





peki, asıl büyüleyici olan nedir? elbette işin 'emek' tarafındaki, hatta 'emeğin temsili' tarafındaki, yani performansın ta kendisindeki dönüşüm! kulüplerde temaşa eylediğimiz bu şahane insan evlatları, karmaşık kontrol panellerinin önünde, ince ayarları hayli stresli bir biçimde icra eden nükleer santral mühendisleri gibi görünüyorlar çoğunlukla! yahut, ruhumuza isabet etmek üzere özenle yerleştirilmiş küçük ses şarapnellerinden oluşan karmaşık bombalar tasarlayan kötücül, suratsız mühendisler! sessiz filmleri çekilse, müzik ürettiklerine kimseyi inandıramazlar. ama, işte, işin içine ses girince neler oluyor neler!

bir önceki giride bahsi geçen konserler silsilesi bunları söyletiyor, tahmin edebileceğiniz gibi. gecenin asıl gürültücü yıldızı plaid'in üyeleri hakikatten de hayli sakin, kımıltısız, ciddi, sorumluluk sahibi adamlardı. bizi sabaha eriştiren luke vibert ise bu alemlerden bıkmış gibi sürekli yenilenen birasından sık yudumlar alarak mesaiyi tüketme uğraşındaydı. yahu, hakikatten pek memurane bir hal vardı be! ama, işte, işin içine ses girince neler oluyor neler!

red snapper, eni konu jazz-rock grubu haline gelmiş. içimizdeki hayvanı hemen kavrayıveren net ritmler; saksafon, elektrogitar ve kontrbasla hemhal olup neredeyse morphine'inki tadında bir müziği oluşturdu. ama, kuvvetli bir dozda.. yukarıda bahsi geçen memurlarla karşılaştırınca nasıl coşkululardı! işte, performansın gücü, dedirttiler.





devrim'den hemen önce ve hemen sonra sovyetler'de yoğun bir biçimde tartışılan konulardı: sanatçı, aslında, işçi midir? gerçi, soru kipinde değildi, "sanatçı işçidir!" gibi bir cümleydi. aslında tartışılmıyordu da galiba... her şey nasıl da kesindi... neyse... evet, evet.. sanatçı da fabrikada çalışır gibi çalışmalı, yapı inşa etmeliydi; toplumsal işbölümündeki pozisyonunu diğer pozisyonlardan farklıymış gibi algılamamalıydı.

geçenlerde ada'daki komşu şehirlerden birine (beatles'ın yetiştiği, sonra terkettiği, sonra da her tür turistik eşyanın, mekanın üzerine yapışmak üzere lanetlenmiş bir halde geri döndüğü liman şehrine) yaptığımız bir san'at sep'et gezisinde gördüğümüz müthiş bir iş, jetonu trakkadanak düşürüverdi tembel zihnimizde:





taiwanlı müthiş mahluk tehching hsieh'in 1980-1981 yılları arasında gerçekleştirdiği performans akıllara ziyan: önce bir kontrat var ortada. bir şahit eşliğinde performansının hilesiz hurdasız gerçekleşeceğine söz vermiş hsieh. şahit de yılın sonunda gözlemini bir belgeyle sabitlemiş. çünkü, bu bir yıl boyunca bu adam, her günün her saati, işçi kıyafetlerini kuşanıp stüdyosuna yerleştirdiği iş saatinin başına geçmiş, punch-card'ını makineye basmış, bu anları da 16 mm'lik bir filmin karelerine kaydetmiş, her saate bir kare. 6 küsur dakikalık filmde sanatçının mahmur gözlerindeki bakışın değişimini, saçlarının uzamasını, sabrının bir türlü tükenmemesini izleyebiliyoruz. sergi salonunun duvarlarında da punch-cardlar ve tek tek her günün fotoğrafları asılı. bir işçi olarak sanatçının aslında ne demek olabileceğini düşünmek için böyle bir ters köşeye ihtiyaç duyduğumuzu idrak ediyoruz, şevk ve coşkuyla.

tuhaf: bu iş yaratıcı sahne performansı gibi görünen şeyle matematiksel kesinlik peşinde koşan ses mühendisliğinin arasında muğlak bir köprü kuruyor. gönlümüzün nereye yakın olduğunu tespit edebileceğimiz bir nirengi noktası olarak zihnimize çakılıyor. sabrının önünde şaşkınlık ve saygıyla eğilirken, hsieh'in selamete asla erişmemesini temenni ediyoruz. zira, bir süredir huzursuzluğumuzun müsebbibidir kendileri.

peki, bugün, müzisyen aslında mühendis midir? şimdilik öyle görünse de 2012'de beklenen solar akıntı muhtemelen tüm diskleri manyetik bir tsunamiyle boş defterlere dönüştürecek, makinelerin ayarlarını geri dönülmez bir biçimde mahvedecek; elektronik müziğin tüm teknik tersanelerine girecek, tüm hoparlörleri zaptedecek. işte, o zaman damarlarımızda asil ritm ve armoninin akışı, bizi ve onları tekrar gerçek seslere, tenimizin maddeye temas ettiği müzik yapma biçimlerine sürükleyecek. bu şahane apokaliptik ana dek kulüplerde sabahlamaya devam edeceğiz.

bereketli hafta sonları...

oturduğumuz yerden çıktığımız tuhaf seyahatlerin sonuna yaklaşıyoruz, kıymetli mamaperverler. zira artık "orada olma" vakti geldi, hatta geçiyor. daha önce duyurduğumuz the cinematic orchestra buluşmasına bu kadar az kalmışken; yüreğimiz, kafasını otobanda hızla seyreden bir arabanın yarıya dek açık arka camından keyifle dışarı uzatan bir boxer'ın sarkık üst dudaklarının rüzgarla titreyişi gibi pırpır ediyorken, yeni bir haber daha geldi, kalp sektesinden göçeyazdık, billahi!

bir önceki giriden erişebileceğiniz ingiliz şekerleri stateless'ın yanısıra eskmo, luke vibert, ve anchorsong'un misafir edileceği bir büyük "event" 20 kasım günü koko'da gerçekleşiyor. ev sahibi kim mi? plaid ve red snapper! "yıkılıyo" kafası! bu vakaya soundcrash demeyeceğiz de neye diyeceğiz, değil mi?





kimini anlatmaya gerek yok, kimiyle biz de yeni müşerref olduk. dahası memnun da olduk. nicedir playlistimizde aynı şeyler dönüp durmaktaydı ki ninja tune'un tazesi, flying lotus'un her manada memleketlisi eskmo geldi, cloudlight nam parçasıyla karanlığımızı kesifleştirdi. amon tobin'le bir araya gelip eskamon mahlasıyla (aile şirketi adı gibi, değil mi?) yaptıkları fine objects'in size ne tat vereceğini bilmem ama, björk'ün joga'sına yaptığı muamele, bizim kulağımızın damağında kaldı, kalacak.

masaaki yoshida, ya da karıştırmayalım işleri, anchorsong, pek çok şeyin başkenti tokyo'dan kalkıp herşeyin başkenti londra'ya yerleşeli epey vakit olmuş. şarkılarını dinlemek elbet güzel, ama live videolarını izlemenin lezzeti ayrı. zira videolarda, hayli asosyal görünümlü bu uzakdoğulunun maharetli parmaklarının, parçaları börek yufkası açar gibi katman katman üstüste dizerken; aralara da çello, keman, piyanodan müteşekkil "iç" koyarken; kıvamı nasıl tutturduğunu seyreyliyoruz. neden bu karanlık tonları ölesiye seviyoruz?

abartmaya lüzum yok: "ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum" diyecek cüret ve yetenek bünyede mevcut değil. ama, videoyla mp3 ile de bir yere kadar, değil mi canım! şarkı dinlemek istiyoruz, hemen şimdi canlı istiyoruz bunu! mama'nın şu aralar adada ikamet eden iki yazarı, "orada olacağız". kafamız yerinde olursa -sizce?- blog yazarı sorumluluğumuzu yerine getirip izlenimlerimizi sadece sizler için yazıya dökeceğiz, ciciler. bizi yemeğe beklemeyin, geç geliriz.

matilda, güzelliğinden deliliğin eşiğindeğiz


2002 yılında Leeds'ten yola çıkan topluluk Stateless, bu senenin sonlarına doğru derenin akışını canpare plak şirketi Ninja Tune ile anlaşarak değiştirdi. Bu birliktelikten dünyaya 2011 yılında gelecek uzunçalar Matilda ve ondan uzaya bırakılan ilk single Ariel her şeyiyle bizi tarifsiz duygulara ittirdi. Cebren.

Hani burada Stateless hakkında işi Radiohead'den alıp DJ Shadow'a uzattığına, lakin orada da fazla bırakmadan Hot Chip sosuna batırarak Cooper Temple Clause üzerinden Sonic Youth uçurarak "Dubstep Basları Diyarı" durağına götürdüğünü yazabilirdik. Hatta Cex, Nautilus ve Venetian Snares gibi "Elektronik Deliler Evi" kapısından Orhan Gencebay-Erkin Koray saykodelyasına gittiğini; yetinmeyip, Jeff Buckley üzerinden Autechre'ye uzandığını da yazabilirdik. Ama yazmıyoruz, çünkü kifayetsiziz. Tek bir single ile bize bunları yaptırıp da bu paragraftaki saçmalıklarımızı "Aslında müzikal olarak yersiz, yurtsuzuz galiba biz. İsmimiz de ordan geliyor; ondan böyle bi müzik çıkıyor ortaya" diyen topluluk elemanlarından David Levin'a kulak veriyoruz. Ama bir an için. Sonra tekrar Ariel'a dönüyoruz. Sonra tekrar. Ta ki o kıvama gelene kadar. Diyeceksiniz hangi kıvama? Herşeyi de dillendirebilsek, kulağa ne gerek kalırdı değil mi?

san'at, sep'et mevzuatı

"creative industries", "creative class" gibi tuhaflıklar üzerine okur, çalışır buldum kendimi. ada'da (ve okyanusun öte yanında, hatta memlekette de) uzunca süredir makbul terimler bunlar, malum. buraya gelmeden hemen önce tophane vak'ası üzerine hayli konuşulmuş, yazılmış, çizilmişti, ancak şimdi oturdu kafada, olan biten, biraz da olsa.

şimdi efendim, san'at-sep'et taifesi, devletten, halktan, ve elbet sermaye odaklarından, ekonomik, sosyal, hatta psikolojik desteğe ihtiyaç duyan, kimi zaman bunu reddeden, kimi zaman açık eden, bu desteklerle ilgili ciddi sorunlar yahut sorular gündeme geldiğinde de etik, estetik, politik otonomluktan dem vuran bir taife. bunda da bir zarar görüyor değilim, işin açığı.

ha, nedir, bir iki soru var, dolanan. sanat neden desteklensin? bu soruya bir sürü yanıt verilebilir ama sonunda ya sanatın sunacağı toplumsal yarar yahut onda zaten varolan, kendinden menkul bir kıymetin -ve dahi kerametin- kabulü gibi iki ucun arasında salınır gibi görünüyor bu yanıtlar. en azından tophane mevzuunda bizim camianın talihsiz demeçleri bu rotayı katetti. galeriler mahalledeydiler, çünkü zaten oralıydılar ve aslında orayı devletin yürüttüğü mütenalaştırma politikasının tersi yönde dönüştürme işlevini yerine getiriyorlardı. hem "halkla" da ilişkileri iyiydi: kimi projelerde "halkı" da işlere dahil etmişlerdi. bu saldırı mahalleye mal edilemezdi, daha başka bir cenahın, şer odaklarının işiydi; zira kalabalık ve örgütlü bir eylemdi. "içki içildiği için saldırının olduğu söyleniyor" gibi anlamsız bir gazeteci sorusuna verilen yanıt daha da anlamsızdı mesela: "dünyanın her yerinde sanat etkinliklerinde, resepsiyonlarda, açılışlarda içki içilir. bu normaldir." bu kadar ciddi bir saldırıya maruz kalıp bu kadar mainstream bir açıklamaya koşmak sadece tedbirsizlikle, şaşkınlıkla filan açıklanabilir herhalde.

nedir kuzum bu normalleştirme çabası, bu antagonizmasız, barışçıl akış umudu? "halkla" birlikte mi kesildi yani göbeğiniz? yok ki "halk" diye bir şey: işler var, bunların tuhaf etkileri var tuhaf insanlar üzerinde. bunun içinde de faşizm diye bir şey var elbet. muhafazakarlık filan var, şiddet var, sansür var. iyi de bunlara karşı, sanatla eğiteceğimiz halkın desteğiyle mi göğüs gereceğiz?

nicedir üzerinde düşünüp durduğum, artık derinden hissettiğim bir şey var: bir işe başlamadan önce onun indirgenemez anlamsızlığıyla yüzleşmek, hesaplaşmak gerekir. çünkü yarı yolda denk gelir de düşerse jeton, işi bitirmek hayli zorlaşır. bittiğinde dank ederse çok sıkıntı verir ya; bittikten sonra da hissedilmezse işin anlamsızlığı, o zaman eni konu ahmaktır zaten kişi. o yüzden iyisi mi, sanat gibi bizi ulvi amaç saçmalığından kurtarma potansiyelini en yüksek raddede taşıyan fırsatları kaçırmamalı, derim.

neden devletten destek alsın sanat, neden halk tarafından kabul edilsin? çok tehlikeli değil mi bu toplara çıkmak? o takımda oynamak istiyor muyuz hakikatten? yahut kendi aramızda konuşurken böyle mi konuşuyoruz?

anlamsızlığın, amaçsızlığın "kavranarak aşıldığı" özgür alanda politika yapmak varken sanat marifetiyle, diğeri çok yavan değil mi?

w.s.b.




"... at night, I would take two strips of benzedrine and go out to a bar where I sat right by the jukebox. when you're sick, music is a great help. once, in texas, I kicked a habit on weed, a pint of paregoric and a few louis armstrong records. ..."

w.s. burroughs, 1953, junky

chopin'i aşkla sevmemizin -ve elbette ondan nefret etmemizin- nedenleri

"he was in a terrible state -that of consciousness."
martin amis, the information

gündelik yaşantımızın, hafızamızda yer etmiş geçmiş parçacıklarının; romanlardan, hikayelerden, şiirlerden hatırladığımız noktaların yekünle imtihanı malum: pek az şey hatırlıyoruz.. ve fakat, bir yandan da neyse ki, gayet yüklü hatırlıyoruz onları.. her birini.. şahane bir biçimde.. kendi kurduğumuz, kendimize malettiğimiz biçimde, çünkü.. ruhumuz nereye meylediyorsa hafızamızda ona ilişik olabilecek partiküller bir araya gelip devasa bir hissiyata tamamlanıyorlar...

hafıza, tuhaf organ.. aslında organ değil, malumunuz, tam bir eklenti, bir protez. hayatı çoğu zaman kolaylaştıran, kimi zaman zorlaştıran, rasgele kayıtları sistematikmiş gibi göstermede pek mahir, bir bilinmez kutu! düşünseniz e, hep bindiğiniz dolmuşun ücreti gibi bir bilgi var, bir de, misal, uzun zamandır uzağınızda olan birinin kasıklarına ilişkin bir his... nasıl bir arada olur bunlar? hangisi hayatı kolaylaştırır, hangisi zorlaştırır? hangisi güzelleştirir?

chopin ile deneyimimiz -pek çok başkasıyla olduğu gibi- öyle çok koşulla kuşatılmış durumda ki! müzik tarihine ilişkin genel kültürün sunduğu imgeden yorum çeşitliliğine, nerede kimden dinlediğimizden nasıl kimle dinlediğimize, gecesine, gündüzüne kadar herşey yeniden, yeniden inşa ediyor onu... bunlardan münezzeh, salt bir vals, noktürn, yahut balad dinlemek mümkün değil gibi, değil mi? kelimelerden münezzeh bir fikriyatın olmadığını, olamayacağını savunan feylezofların safına sokulmaya da direnmek lazım, öte yandan. zira, müzik var, değil mi?






sanırım müzikle ilgili temel paradoks da bu: bazen kişisel tarihimizden, hafızamızın bize sunduğu o hayli eksik oyundan bağımsız bir biçimde müziğin bize birşeyler yapması, daha derunumuza temas etmesi mümkünmüş gibi geliyor, sevgili mamacılar! bunu alkolle yahut başka bir takım sefahat nebatıyla ilişkilendirmemeli şıpınişi (işleri kolaylaştırdıklarını not edelim elbet bir kenara da)... bu kadar da basit değil, hani.

zihnimizde böyle bir kazıya girmek ne raddeye kadar mümkün, bilmiyorum. bir yandan riskli görünüyor -"evde denemeyin" denecek kadar- öte yandan "hah, zemine ulaştım, buradan itibaren tabula rasa" diyeceğimiz yerden emin olmak da imkansız. iyisi mi biz daha kierkegaardperver bir yol izleyelim, bunu sorgulamayı bırakıp inanalım: müzik belki de bize dokunuyordur! bize rağmen; tüm o ağırlığa, lahana misali hafıza katmanlarına -"katman" demek de basitleştirdi, hadi, "ne idüğü bilinmez ağlara" diyelim- rağmen. bir kısa devre marifetiyle, kendimizin dışına, belki de artık kendimiz olmayacak kadar içine; incecik, kendimiz dediğimiz şeyin geçemeyeceği denli incecik bir tünelle kısacık bir süreliğine bağlanmak gibi.

chopin'le bunun ne alakası var peki? bu fikriyat müsveddesi chopin eşliğinde (adıyla analım: alexandre tharaud'un dert görmeyesi parmaklarından waltz #7 in c sharp minor, op. 64/2; waltz #12 in f minor, op. 70/2; ve p.'nin gönderdiği muhteşem ballade #1 in g minor, op.23) zuhur etti. o kadar. o kadar da değil işte, demek ki...

a quite emotional terra-plane crash



başlıkta anılan parçalara dikiz. bu kez devletten beklemiyoruz, download linkimizi kısa bir googling marifetiyle kendimiz buluyoruz.

alibaba ve iki harami...



"yaz, yaz" dedik, yazdıramadık. n'apalım, küçük bir çapa atıp sükunet muskası yazarımızı mindere çekmek bize düştü: alibaba, iki arkadaşıyla birlikte geçen cumartesi ada'nın başkentinde the workshop nam mekanda makinelerin başındaydılar. tahmin etmek zor değil: güzel geceydi, billahi! elmanın kızarmasından da belli değil mi?



belki oradaki setleri değil ama başka setleri buradan ve bir de şuradan dinleyebilirsiniz, muhterem mamaperverler. joyce'un müthiş cümlesini ("sev beni, sev şemsiyemi") bozalım: "blogunu seviyorsun da yazarını niyçun sevmeyesin!"

itiraf ediyoruz

İki ademoğlunun birbirlerini görmeden, lakin az çok nerelerde dolaştıklarını tahminleyerek, bir "merhaba" demeden evvel şu diyalogu nakşettikleri dünyanın bir tazahürü bu blog :

O1:
"bu arada bu burial namlı orospu evladı "wounder" parçasının 3:20 sinde acayip bir hareket yapıyor, yankısız bırakıyor bir ölçülük, o denizaltı sinyal sesini. hasta ediyor beni...sonra da toparlıyor iyi mi..."

O2:
"yağmurlu havada normalinden az süratli yürürken, bu süratin verdiği ufak dikkatsizlikle, bir anda içi suyla dolu bir kaldırıma yandan basmak gibi lan orası...fışkırtıyor paçaya suyu. sonradan tüm yürüyüşten akılda sadece "o sahne" kalıyor."

Karşınızda (pardon, altınızda) bir kez daha Burial.

mind the bass!

"...
And pushing his way through the gap, vibrating in his gut, ever-present, the foundation of music, the beginning and the end-point of Jungle, there came the bass.
...
Because the bass is too dark for this, thought Saul suddenly, with shocking clarity, the bass is too dark to suffer this, the insubordinate treble, fuck the treble, fuck the ephemera, fuck the high end, fuck the flute, and as he thought this the flutelines faded in his mind, became nothing more than thin, clashing cacophonies, fuck the treble, he thought, because when you dance to Jungle what you follow is the bass...
...
It was the bass that set the agenda. It was the bass that made the song. It was the bas that united the Junglists, that cemented their community, that built a room of dancers, something far stronger than this hive mind.
...
Saul came close enough to touch.
..."
King Rat, China Mieville

köklerin olgunluğu


Doğuşu Tariq "Black Thought" Trotter tarafından 1987 yılında vuku bulan hip hop kolektifi The Roots, kuruluşundan bu yana canlı enstrümanlarla jazzy bir groove içerisinde hip hop icra etmeye ve bunu yaparken de (olabildiğince) yeraltında kalarak ana akımı da yönlendirmeye devam ediyor. Yaygın repütasyonu 2002 yılından bu yana birçok filme de ses olmuş harikulade "The Seed 2.0" parçası ile gören topluluk, 2010 yılını yavaştan kapamaya meylettiğimiz şu aylarda How I Got Over ile öncelikle Kuzey Amerika'ya ardından okyanusun öbür yanına selamı çakıyor.

Hip Hop'un son zamanlarda her duyuşta şaşırtan interdisipliner gelişimi, sadece türler arasında basit bir dirsek teması niteliğindeki enstrüman seçimleriyle ve/veya sample'larla ibaret kalmıyor kuşkusuz. The Roots'un artık iyiden iyiye olgunlaşmış, mağrur groove'u, davulun zil tınısından tutun prodüksiyonun son aşaması mastering kısmında gerçekleşen ve kaydın genel ses rengini belirleyen son ekolayzır dokunuşlarına kadar her şeye sirayet etmiş. Hani soğuk oda veya salonlardaki estetik bilgisayarlar, kablolar ve pikaplardan ziyade, baslı davullu üflemeli ahşap sıcaklığında stüdyoların kayıt odalarındaki halılara basa basa albümün kaydedildiği belli. Hüzün, o sıcak ışıklı ahşap kayıt odalarındaki halıya nasıl hip hop ile bırakılır dersini The Roots'tan alın...Evet, tabi ki seçmeli.

robot koch, the cinematic orchestra, zenzile; nihayet ulaşabildik menzile!

ada'nın bir köşesinde kızıllı kahveli kiremitlerden müteşekkil viktoryen evlerin akşamüstleri eni konu tekinsiz görüntüler veren çatılarına yabancılık çekmedik, şükür. zira, bir-iki önceki giride kanıtı mevcut, hazırlanıyorduk memlekette, naçizane. yine de mevsim normalleri ve coğrafi-demografik-urban manzara ada'dan çıkan babaların neden hep karanlık bir yan barındırdığına ilişkin hayli tatminkar telkinlerde bulunuyor.



eh, gelmişken boş durmadık, önce nicedir görüşmediğimiz dostlarımızla hasbıhali ilerlettik, kulak mamalarını değiş tokuş eyledik. henüz ada müziğine duhul edemesek de arşivlerimizin bir kıyısında unuttuğumuz şeyleri hatırlamaktan, yenilerine kıçın kıçın yer açmaktan epey hazzettik.



fransa'nın "saklı" gururu zenzile'nin 2005 yılında dünyayla paylaştığı şaheser modus vivendi, adıyla, edasıyla, sedasıyla hem politik hem estetik bir ders gibi... nasıl da unutmuşuz! sir jean'ın vokalleriyle war still a run'ı mutlaka bir yerlerden anımsayacaksınız. anımsamıyorsanız da bundan sonra unutmayacaksınız muhtemelen. loş ve yemyeşil kokan bir arka mahalle klubüne girince hemen zebda'nın yanına yanaşacak, birlikte salınmaya başlayacak, ama sükuneti ve hüznü elden bırakmayacak bir jamaika göçmeni gibi, değil mi, zenzile?

hazır manş ötesine geçmişken durmayalım, komşulardan birine uğrayalım. berlin'in tozunu attıran bir dj/producer robot koch, yine adıyla gönül telimizi titreten bir albümle karşımızda: songs for trees and cyborgs.





açılıştan itibaren bir dubstep karanlığı ve aksaklığı ile hemhal oluyoruz, nispeten net ve incelikli işlemelere maruz kalıyoruz, flying lotus'u filan anımsıyoruz kimi zaman. daha ayrıntılı tahlilleri işin erbabına bırakmayı yeğliyoruz. had-hudud mevzuu mühim, malumunuz.




tekrar ada'ya dönersek, burada da güzel haberler var: 14 kasım'da, pek kıymetlimiz, the cinematic orchestra kendilerine (barbican'dan sonra) pek yakıştığını düşündüğümüz royal albert hall'da patronu ninja tunes'un 20. yaşını kutlayacak. lou rhodes, grey reverend, heidi vogel, pc ve the 24-piece heritage orchestra'yı da misafir edecek meşkine. hayat memat mevzuu olmadıkça yoklamayı kaçırmayacağımızı düşünüyoruz. bunu bir davet olarak telakki etmeniz de mümkün, elbet. icabetin neredeyse kaçınılmaz olduğu bir davet, reddin zinhar imkansız olduğu bir teklif! belki üç sene evvel aynı mekanda yedikleri haltları gözden kulaktan geçirip hazırlanarak, ha?

ada'lardan bir hal gelir bizlere..

köksüzlüğümüzün bilmemkaçıncı ayında manş ötesine bir dal attık, sevgili mamaperverler, elbette akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan yarımadamızda türlü çeşit köksap bağlantılar bırakarak: kah sanal alemdeki aidiyetlerimizle kah "flesh and blood" münasebetlerimizle. bundan böyle aylarca "üstünde güneş batmayan" olduğunu iddia etse de görünen o ki "üstünde güneş doğmayan" ülkenin türlü çeşit musıkisiyle, muhabbetiyle hemhal olacağız.






o zaman oralarla buraları beklenmedik bir eşleştirmeyle bağlayalım ve ardı ardına suzan kardeş'ten "kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına" ve coldplay'den "we never change" dinleyelim. hoşçakalın ve merhabayın, bir arada.

p.s. bu arada, suzan abla'nın albümünün ismine dikiz. nasıl da uyuyor "kafamıza".

bozuk bir saat bile...

"dolunay, muazzam bir alka-seltzer tableti gibi denizin üzerinde salınıyordu."

buradan bir polisiye roman başlangıcı çıkmaz mı, muhterem mamaperverler? ilk cümlelerin gücüne inananlara sesleniyoruz elbet.

arada isabeti ve menzili tutturan bir serseri saat olarak yazıyoruz bu kez: bakalım, mümkün mü bu karmaşada.

neyse ki önümüzde örnekler var. bir türlü barışamadığımız ama kimi yerde sevmeden, dahası, saplanmadan edemediğimiz şark

yanlış bunun neresinde?

"Sundurmadaki adam, Menajer'in silahını sorgu yargıcına yönelttiğini gördü,Menajer tehditkar ve aynı zamanda şaşkın bakışlarla sorgu yargıcına doğru ilerliyordu, silahını meslektaşına yöneltmişti, pencereye ulaşmasını engellemek için sorgu yargıcının silahını Menajer'e doğru çevirirken bir yandan da "Git!" diye bağırdığını duydu, Menajer sonunda neler olduğunu anlamıştı, sorgu yargıcının sağ eline ateş edip silahını elinden düşürdü, sorgu yargıcının elinden kanlar boşandı, ve ancak şimdi, sorgu yargıcının iki büklüm olup sendelediğini gördükten sonra, ısrarla "Git!" demesinin bir numara, bir tuzak olmadığını anladı, "Git!" çığlığı gerçek bir dostluğun belirtisiydi, ve ancak şimdi sorgu yargıcının yanına koşmak ihtiyacını duydu, onu bağrına basmak, ona dostluğunu göstermek, kendisinin de ona karşı aynı duyguları beslediğini göstermek ihtiyacını duydu, pencereye doğru bir adım attı, ardından bir adım daha, Menajer pencerenin önüne gelmiş silahıyla her ikisini birden tehdit ediyor, yağmur aralıksız yağmaya devam ediyordu, sundurmada ayağı kaydı, duvara tutnmaya çalıştı ama sundurma çok kaygan olduğundan tekrar kaydı ve iç avlunun, evet, yukarıdan aşağıya ve soldan sağa sütunları olan bir bulmaca gibi siyahlı beyazlı kare çinilerle döşenmiş iç avlunun, büyük bir hızla üzerine doğru geldiğini son anda fark etti."

Andonis Samarakis, Yanlış. İletişim Yayınları, 2006

Ses getiren birkaç EP'den sonra ilk uzunçalarını bu senenin başlarında WARP etiketi ile yayınlayarak repütasyonunu iyiden iyiye artıran Gonja Sufi, kendisini ilk kez misafir ettiğimiz günden bu yana yaptığı "doğru"lara bir yenisini ekledi ve o harikulade debutun çok tehlikeli isimler tarafından remixlenmiş bir versiyonunu dolaşıma soktu. Söylenecek çok faz söz yok aslında, Gonja Sufi o debut ile size çarparak geçip gittiyse, bu The Caliph's Tea Party isimli remix albümü ile de vitesi geri alıp üzerinizden bir kere daha geçmekte hiç beis görmüyor. Ezelden beri"doğru"nun manasını "yanlış olmayan" olarak özümsemiş herkes için, bu çarpmalar, yerde sürtmeler, geri vitesle yeniden üzerinden geçmeler ne kadar "yanlış" olabilir ki?

"kendinde şey"

iyi müzik, "kendinde şey"e bakacağımız küçük yarığı, yani o yarım deliği, açmakta benzersiz katkılarda bulunabilir.





arovane geliyor, the storm'u usulca bırakıp gidiyor.

“perhaps, perhaps, perhaps”

bugün pek de iyi bilmediğimiz bir dilde yazılmış bir metni oyluyoruz. konuştuk her masada olur olmaz, yorgun düştük anlamaya çalışmaktan ve bittabi taraf olmaktan. maruz kaldığımız tuhaflığı çok kabaca şöyle örneklemek istiyorum: aynı şeyi düşünen ve aynı şeyi isteyen 3 gençten biri tüm iyimserliğiyle “evet” dedi, diğeri tüm güvensizliğiyle “hayır” dedi, beriki de tüm samimiyetiyle “boykot” dedi. referandum sorusunu nasıl sorduğumuz cevabımızı etkiliyor ama 12 eylül anayasasını istemeyişimizi değiştirmiyor. tüm bunların üstüne aklıma kurt tucholsky’nin meşhur sorusu geliyor: “hiç yarım delik olur mu?” pazar gününe yaraşır neşesiyle cake’ten geliyor cevabı: “perhaps, perhaps, perhaps”.

umutlu pazarlar!



we love ramadan'a ek...

'din'le ve aksesuarlarıyla ontolojik ilişkimizi koparalı hayli zaman geçti, tahmin edebileceğiniz üzere, pek muhterem mamacı kardeşler. ne ki, bu bir referandum kafasında işlememeli: tasavvufa gönül verdi, yahut ne bileyim, yemyeşil ekranlara ve banka hesaplarına adını yazdırdı diye iyi müzik yapan bir adamı (bir iki örnekte kalsa dahi) kökten koparamıyoruz kültür hayatımızdan. dahası, koparmıyoruz da. soframıza buyur ediyoruz, şol mübarek kadir gecesinde.






siyasi eğilimlerimizi bir kenara bırakıp burada linki verilen şarkıya bir göz atalım, 30'larına dayanmış yahut yeni başlamış insan tasarıları olarak kendimizi güfte ve bestenin, dahası istisnai düzenlemenin hoşluğuna ve ağırlığına, frankofon söyleyişle 'ambiancé'ına bırakalım, derim.

ahmet özhan'ın rotasını bu coğrafyada belli 'onyılları' harcamış olanlar bilir, yahut hatırlar ucundan kıyısından. gülşen bubikoğlulu filmlerin jönlüğünden yakasız (ve belki de dikişsiz) gömlekler ve badem bıyık kafasına geçişe eskiden olduğu kadar şaşmıyoruz artık. hem ahmet özhan bu dönüşümü muhtemelen en usturuplu yaşayan, içine dönük, sükunet sahibi, ince ruhlu bir adamcağız gibi görünmüştür hep.

yeryüzünün melankolik metaforlara alet olmaya en teşne parçacıklarını ardı ardına anan bu jeoloji hastası ruhun, panteizme meyledeceğine tek tanrılı bir dine angaje olması kayıptır kayıp olmasına ya, müzikal (ve lirik) dağarcığımıza nakşedilmiş bu tatlı ve hüzünlü şarkı belki de herşeyi affettirebilir, ha?

bin aydan hayırlı yüzbin geceden çılgın bu vakitte ezan sesini kıstırıp bunu dinleyelim ki enver ibrahim'le başladığımız ramazanı hakkıyla noktalayalım bari.

pascal'dan bir alıntıyla bitireyim (umarım bunu ahmet abi de okur): "diz çökün, inanacaksınız."

Belli ki çok sevmiş!

İnsan kendine ait şeylerin bile sahibi olamıyor şu hayatta değil ki bir adama sahip olacak! Harflerin, kelimelerin, cümlelerin, söylediklerinin, yazdıklarının ve dahası gördüğü rüyaların bile sahibi olamayan, nasıl bir adamın sahibi olsun ki? Tuhaflık bu ya; yine de ister bunu, kim bilir belki de bir rüyada görüp aklına düşmüştür. Öyle ya da böyle aklına düşmüş, kafasına takılmıştır. Kanımca bunu aklından bile geçiren iyi bok yemiştir!

Billie Holiday’in dimdik omuzlarında gizlediği ama gözlerinden saklayamadığı kağıt kesiği gibi görünmeden içimizi yakan feminen hüznü bunu doğrulamıyor mu? Çok sevdim, çok sevdi. Belli ki çok sevmiş! Görünmeyen tüm sızılar için gelsin, Billie Holiday’den My Man.

bir enstrümanın iki farklı yorumu

Davul, kulağa çok yakınken de hoş gelebilen bir enstürman. Yirminci asırda jazz ve pop grupları sayesinde diğer vurmalı kardeşlerinden çok daha yaygın bir repütasyone kavuşan davulu, sesinin yüksekliğinden ziyade, kullanım amacına göre hoş karşılamak lazım :

Kariyerine bir Jazz davulcusu olarak başlayan sevgili dostumuz Amon Tobin, 1998'de kursağında kalan tüm davul vuruşlarını kusursuz bir kombinasyonla Permutation uzunçalarına kustu. Maksimize edilen davulun ne zor yenilir yutulur birşey olduğunu bilen Amon, davul sehpasından plakların başına geçtiğinde işi öyle güzel "fabl"laştırmış ki, insan fütüristik bir fabl tezahüründe, bu sefer "ademoğlu"nun konuşacağını düşünüyor! Hem de en ufak bir vokal sample'ı bile yokken. Bir masal anca bu kadar sert ve anca bu kadar yuvarlanan bir davul gibi sürükleyici olabilirdi. Permutation, tüm kaotik yapısıyla, distopik bir ters-fabl gibi bir albüm. Bir düşünün hele! "Sordid" ve "Nightlife" a bir kulak atın, ayrıntılara taklımadan masalın bütününü siz de göreceksiniz.


Mama'nın özbeöz amcası ile geçen zamanlarda yorumladığımız bir reggae tanımı olan "en iyi davul, trampete en az vurulanıdır be..." düsturundan yola çıkarak buzdolabının en narin yerlerine koyduğumuz janr bünyesinde canımızın içi Agustus Pablo'yu es geçmek ölümcül bir hata olur. Melodikayı dub ve reggae içine kanyaklı pastanın içindeki kanyak gibi emdiren Jamaika'lı üstad Dub, Reggae And Roots From The Melodica King albümü ile her tarafımıza püfür püfür estiriyor. Albümü dinlerken kulağınıza birçok tanıdık melodinin çarpması sizi şaşırtmasın. Baba, hoşuna giden herşeyi ya öyle ya böyle, bir şekilde yedirivermiş leziz dub'ının içine. Sadece bas davulu ve kelebek zili ile bu kadar groove nasıl çıkartılabilir şaşıyoruz. Plağı ilk dinlediğimde dudaklarımdan istemsizce çıkan laf, her dinleyişte hala gereğinden fazla köpüren diş macunu gibi taşıyor ağzımdan : "Bu müziği dinleyince insan istemsiz bir gülümsemeye, hatta fütursuz bir mutluluğa gark oluyor."

“We love Ramadan”

İkisi  kıdemli biri çaylak üç mamacı ve iki güzel dost geçtiğimiz hafta Arkeoloji Müzesi’nde tadı damağımızda kalan Anouar Brahem konserindeydik. O gecenin gerçekliğine dair hala şüphelerim var. The Lover of Beirut ile başlayan The Eyes of Rita ile herhangi bir konserde şahit olabileceğiniz en naif ara*yı veren Brahem Quartet, Halfouine bisi ile “nereye?” dercesine bizi yerimize mıhladı. Udun birbiri içine geçen nağmeleri, Klaus’a dolanmaları, arada coşup taşıp sonra hiç kalmadıkları bir yerden hikayelerine devam etmeleri, Brahem’in kendine has mırıldanmaları, sürekli birbiri içine geçen ve geçtikçe çoğalan iki göz gibi, hep merak edeceğimiz Rita’nın muazzam gözleri gibiydi…

Aynı konser dizisi kapsamında katıldığım ikinci konser ise Dhafer Youssef  ve muazzam ekibinindi. Bir önceki konserden daha az seyircisi olmasına rağmen dokunamadığımız tarihi** kelimenin tam manasıyla inlettiler.  O.’nun deyimiyle “adam olacak çocuk” Tigran Hamasyan’ın enerjisi tüm gruba yayılmış. Şimdiye kadar vokalleriyle ön plana çıkan Youssef ‘in ud performansı da bundan nasibini ziyadesiyle almış. Bu birlikteliğe Mark Guiliana’nın çılgın dokunuşları da eklenince başından sonuna kadar tüylerimizi diken diken eden bir performans izlemiş olduk. Youssef’in ekibi Brahemgiller kadar naif bir duruş sergilemenin yerine, daha politik bir tavırla, konser arasını tam ezan sesine denk getirmeyi tercih etmiş.

Brahem’in uduyla ve müziğiyle hemhal oluşu ve Youssef’in yeni enerjisi bize içinden çıkılmak istenmeyecek güzellikte anlar yaşattılar. Kısacası, bu konser dizisinden sonra şöyle haykırmak istiyorum: “We love Ramadan”. Bu arada, vaktiniz varsa, gidin bir bakın derim; Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde oturup kalmış mamacılara rastlayabilirsiniz hala…

* Sultanahmet semalarında yükselen ezan sesiyle birlikte ustalıklı ama bir o kadar naif bir fade out manevrasıyla sahne sessizliğe gömüldü.

** Bkz. Arkeoloji Müzesi

tema ve faure'asyonlar

the bird does not sing because it has a reason. it sings because it has a song. (ö.s. vasıtasıyla, anonim)
the bird does not sing because it has a reason. it sings because the song has (haunted) it. (yazarınızın naçiz varyasyonu)

tema ve varyasyonlar mevzuuna takılalı çok oldu: tabiatta, giderek varlığın kendinde benzer örüntülerin ve tahmin edilemez tekrarların tespitine (yahut umulmasına) yönelik yaklaşımları bir zamanlar taradıydım -hala da yolum sıklıkla düşüyor oralara. fraktalden kaosa, oradan tasavvufa ve sonunda neyse ki leibniz'den spinoza'ya doğru tuhaf bir yay çizdiydi rotam. bugün yaz ortasında bir akşamüstü gitgide hızlanan bir yağmura, bir sağanağa tutulduğunda şehir, içinde şans eseri bulunduğum evde, ne hikmetse faure'nin c minor sharp tema ve varyasyonlar'ı çalıyordu.

fizikte ve felsefede varyasyon fikri öngörülebilirliğe, hesaplanabilirliğe meylediyor. neyse ki edebiyatta, resimde, müzikte durumlar bu kadar keskin değil. çevremizde olup bitene nispeten kolay açıklanabilecek bir nitelik atfetmekte kınanacak bir şey yok; binlerce yıldır yapıcısı sökümcüsü bunun peşinde, biz de iki satır yazarken onların peşinde dolanmaktayız. kim dünyanın hazmedilebilir olmasını istemez ki?

neyse ki kimileri bu hazmedilebilirlik halini kuraldan, örüntüden, yapıdan, bozumdan münezzeh başka bir yerlerde yeniden kurmaya, kendi inşa ettikleri zeminin üzerine basmaya gayret ediyorlar. şimdiye kadar karşılaştıklarım içinde bunu en iyi yapanlar müzisyenler!




faure'nin tema ve varyasyonları'nın tema'sı, her şeyin nereye yerleştiğini (nedensiz de olsa -müziğin nedeni olur mu?) bildirecek denli sakin ve salim bir biçimde akıyor. belletme görevini hakkıyla yerine getiriyor. faure "ben bu taşlara basarak geçeceğim karşıya. ve her bir dönüşümde taşların arasına yenilerini döşeyerek, arada su sıçratarak, düşerek, kalkarak, bununla eğlenip bununla kederlenerek bir daha bir daha kat edeceğim aynı yolu" diyor.

raymond queneau'nun "biçem alıştırmaları/araştırmaları"nda olduğu gibi.

dahası, neden aklıma geldiyse, feyerabend'in otobiyografisine verdiği isimde olduğu gibi: "vakit öldürmek"

müzik, herhalde en iyi vakit öldürme yolu. dinleyicisiyim yıllardır, icracısının yaşadıklarını hayal ederken dahi tüylerim diken diken oluyor. "bir de composer'ı var bunun" kısmına benim processor yetmiyor.

bir kuklanın hayali de gerçek olmak işte...

1990'lardaki Drum'n'Bass fırtınasını anaakıma taşıya taşıya yönlendiren prodüktörlerden biri hiç kuşkusuz Photek idi. Öncelikle yeni akımlar için belirli bir "hazırlığın" her daim mevcut olduğu Büyük Britanya topraklarını kavuran Drum'n'Bass, her akımda olduğu gibi, zaman içerisinde kendi içinde bölünerek başka dallara, sokaklara da girdi. Tahmin edileceği üzere bu öncülerden bazıları, bu arasokaklara girme işininde de ön sıraları aldılar. Bağlı bulunduğu janrı dönüştürme estetiğine sahip olan bu "öncüler"in konumuzla alakalı örneği Photek sevgili bpm mamacıları.

2000 senesinin toplu histerisi esnasında, bizleri biraz olsun o kaostan çıkarmaya yemin etmiş Photek, sadece kendi kariyeri için değil, tüm modern müzik dünyası için bir kilometretaşı olan "Form&Function" ve bilhassa da "Modus Operandi" gibi albümlerden sonra, bunun kendisi için yeterli olmadığına karar verip dümeni Deep House durağında aktarma yaparak Leftfield'ın mahallesine kadar kırdı. Geçtiği duraklardan da yolcu alan Photek, vardığı noktada referanslarının Stanislaw Lem hocaya kadar vardığını Solaris kaydıyla kulaklarımızdan beynimize kaktı. Photek soförlüğünde, Leftfield durağından geçip Stanislaw durağına varan otobüse kim binmek istemez ki? Bilet ücretini dert etmeyin, Avrupa Topluluğu ödenekleri ve kültür başkenti kurulu karşılar.

Sormuşlar dupstepçilere Burial'a, baban kimdir diye; Photek'tir demiş.

maymun kokusu sinmiş her yerime


Londra'lı Andreya Triana, Nisan ayında yayınlanan ilk single'ı "Lost Where I Belong"dan sonra aynı adı taşıyan Ninja Tune etiketli debut albümünü damağımıza bastırıyor sevgili obsesif mamaperver fıkraları.

Gerek son Bonobo şaheseri Black Sands'in kayıtları sırasında aldığı mühim rol olsun, gerek gözlerimiz ve kulaklarımızla şahit olmaktan tarifsiz hazlar tattığımız, Bonobo'nun 2010 Avrupa turnesinde sahneye üflediği ekstra cool nefesler olsun, gerekse de bizatihi kendisinin cool'luğu olsun, Andreya Triana bizim olsun. Aralarından su sızmayışının doğal sonucu olarak debutun her parçasının enstrüman ses renklerine, kompozisyonlarına ve genel sounduna derinlemesine sirayet eden o kesif "maymun kokusu" gülümsemenize yetiyor emin olun. Bu işi bildiğine bizi ikna etmesinin üzerinden yaklaşık 10 sene geçen Simon Green, albümün prodüktör koltuğunda otururken de Bonobo'laşmaya devam ediyor; hepimizi o yola sokmakta kararlı görünüyor. Andreya Triana, sadece Avrupa'lı kaliteli dj'ler ve prodüktörlerin "featuring"leriyle sınırlı kalmayacak bir şarkı yazarı ve vokalist olduğunu "X" , "Daydreamers", "A Town Called Obsolate", "Far Closer" gibi güzelliklerle fısıldıyor. Sevinçten koşturup , en yakına ağaca çıkarak bir diğerine zıplıyoruz...

kalbim hep sizinle be! vallaha da billaha da...






Sevgili Damian,

Hava burada da en az Jamaika'da olduğunu tahmin ettiğim kadar sıcak. Tek fark, ne kadar rüzgar eserse essin, bu sıcakta dalgalanan bayraklar oradakiler kadar "havalı" olmuyor. Bırak bir yere oturup tüttürerek düşünmeyi, bir yerden bir yere giderken nefes bile almak inan çok zor. Ama özlenen o akşamüzeri saatlerinde inan, ne seni ne de sevgili babanı unutuyoruz. Burada oraları, Kingston Town'ı, Jamaika'yı, New York'un gri arka sokaklarını, duruşunuzu, ritminizi, spoken word'ünüzü, hip hop'unuzu, rastanızın tek bir halatını dahi göz ardı etmek hayli zor.

Geçen günlerde mamanın amcasıyla konuştuk bak: reggae içine daha dolgun, baslı baslı hip hop'u yedirin abi siz. Bu işi yapsanız yapsanız sen ve kardeşlerin yaparsınız, eminiz. Şu "peder bey" hususunu da fazla büyütmeyin bizce. Nihayetinde bizim de babamız dünyayı değiştirse, reggae'nin içine istediğimiz sosu katar, "aha oldu" diye de herkese yuttururduk.

Damian, inan hava gittikçe daha da ısınıyor. Jah bile bu kadarına isyan ederdi. Ailecek içimize buz gibisiniz. Yolu bu ritimden geçen herkesle birgün Zion yollarında buluşacağız, eminiz.

bas candır, alp ersönmez canandır!

mevsim normallerini çoktan sollamış olan sıcağın zihnimizin mantıklı kısımlarına bir pus gibi çöktüğü şu günlerde, her insan evladı gibi (hatta cümle hayvanat, haşerat ve pek tabii ki nebat gibi) düşük alkollü serin içkilerin (ve hepimizin pek iyi bildiği bazı diğer kadim keyiflerin) mübah olduğu (ve mümkün olabildiği) akşam serinliklerini iple çekiyoruz.

cennet yurdun harikulade koylarına sadece bu cehennem zamanları için konuşlanmış tanıdık işletmeler, neyse ki bahsi geçen saatleri, imbatla vuslatımızı fon müziksiz komuyorlar. yıllar evvel bir vesileyle ankara'da kuğulu park'ta yağmura direnerek dinlediğimiz kangroove, dün gece babylon aya yorgi'de arz-ı endam eylediler, sağolsunlar. kuğulu park akşamı mebzul miktarda alkolle yıkanmış idi, ne alp ersönmez görmüştü gözümüz ne de başka bir şey. ne ki dün gece, son yıllardaki tüm karşılaşmalarımızda olduğu gibi -trio mrio, quartet muartet gibi projeler, pek çok pop albümüne yapılmış katkılar, ve elbette sürü sepet caz performansı- bir kez daha, bir kez daha hayranlığımız erinç mertebesine ulaştı; alp beyi pek çok sevdik.




bir kaç ay evvel ankara if'te ilhan erşahin istanbul sessions sahne aldığında koşarak gittiydik de alp bey bizi turgut alp bekoğlu'nun mütecaviz davullarından ve ilhan erşahin'in artık yeni hiç bir şey içermeyen, içeremeyen kısa fragmantatif üflentilerinin gürültüsünden çekip çıkarmıştı. keza dikkatle dinlenirse (gerçi dikkate de gerek yok, bariz her şey) albümü toparlayan da alp beyin bizzatihi kendisidir.

kangroove'da da bora uzer'in samimiyet, rahatlık ve ego patlaması çizgisinde dolaşan personasını -diğer müzisyenlerle birlikte- makbul seviyelere çeken, bu arada da grubun adındaki groove'u an be an musıkiye tevazuyla ve ölçülü bir kendinden geçişle nakşeden, alp beyefendi oldular.

hasılı, son yıllarda dinlediğimiz en iyi bas sedalarının müsebbibidir kendileri. şaşkınlıkla süslü bir saygıyı kendilerine sunmak boynumuzun borcu.

hayatın anlamı ne?


Enstrümental Hip Hop ve Sampling üstadı DJ Shadow'u (Joshua Paul Davis), nefasetinden sual olunmayan "Six Weeks" ten ibaret görmeyenler için sıradaki mamamız sevgili mamacılar. 90'lı yılların başlarından itibaren gerek solo albümlerinde, gerekse hepsi ayrı ayrı ses getiren "birlikteliklerinde" (UNKLE, Richard Ashcroft, Cut Chemist, Keane, DJ Krush...) yaklaşık 60.000 parçalık şakaya gelmeyecek plak arşivinin hakkını sonuna kadar veren DJ Shadow, 2004 senesinde canlı performansının da nelere kadir olabileceğini In Tune And On Time isimli (albümün isminin güzelliğine bakar mısınız?) canlı kayıtta da cümle aleme kanıtladı.





Diyeceksiniz ki betimlenip, kanıtlanan şey tam olarak ne? Albüme bir kulak atın önce, sonra düşünelim nedir anlatılan? Sampling'in ne demek olduğu mu? Plak koleksiyonerliğinin kötü bir müzik dinleyicisini iyi bir müzik dinleyicisi haline getirmese de, iyi bir müzik dinleyicisini çok daha iyi bir müzik dinleyicisi haline getireceği mi? Şu ana kadar yapılan, basılan tüm müziklere, hikayelere saygı duruşunda bulunmanın nasıl estesize edilebileceği mi? Yoksa hepsinden öte, "What Does Your Soul Look Like (Part 3)" te, 1970 tarihli saykadelik Hollins&Starr plağı Sidewalks Talking'de yer alan "Twin City Prayer" sample'lı hayatın anlamı mı?