bir nefeslik rüzgar


Imam Baildi live in Athens - Flybeeyond Festival... FlyBEEyond

Albümün geneli, birine benzettiğiniz vefakat arkası dönük olduğu ve üzerine şanssız bir gölge vurduğu için tam çıkaramadığınız biri gibi. Ama bazen üç buçuk dakikalık bir şarkı, hiç de beklenmedik bir anda, iyi bir benzetmenin hakkını ziyadesiyle veriyor. Yunan topluluk Imam Baildi, iyi bir dost ile hasbıhalden hatırlanan bir laf gibi, masadakiler için değil masanın bizatihi kendisi için iyi giyinip süsleniyor ve birçoklarına sahte gelen bu tavrı tüm albüm boyunca sürdürüyor. Naçiz mama yazarınız da sırf yukarıdaki estetik için tüm albümü emrinize sunuyor. Siz yine de birine benzetmişsiniz gibi yapabilirsiniz tabi...Biliyorum, ters bi açıydı.


Conatus


Mevsim dönümlerine denk gelen farenjit hezeyanları, eski mevsimin gidişini mi yoksa yenisinin gelişini mi müjdeler bilinmez. Farenjit, ne kadar estetize edilmeye çalışılsa da bir türlü oldurulamayan o Pazar durağanlığının artık rahatsızlık vermeyen kronik sızısı olarak da tanımlanabilir pek tabi. Mevsim dön-ümü, ne tarafa döndüğünüze göre-celi...



İnsan sesinin, arada sırada da olsa, onun icat ettiği tüm enstrümanlara nazaran daha "belirleyici" olduğu zamanlar oluyor. Tıpkı Rus asıllı Amerikalı şarkıcı Zola Jesus'ın (Nika Roza Danilova) tavrında olduğu gibi. Prodüktör Alex DeGroot ile birlikte kaydettikleri üçüncü uzunçalar "Conatus" insan sesinin, tüm farklı tavırlarıyla, sesi çıkmayan birine nasıl belirleyici olabildiğinin kanıtı gibi. Kararında tutturulmuş electro bir altyapı ile birleşen insan (Adem manasında) tavrının estetiği, ne Pazar sızısı ne de farenjit sızısı dinler; değil mi?

düalité'ye "çifte" gidiyoruz

Bir önceki mamada bahsini ettiğimiz iki ayrı koldan (ama tek bir yoldan) ilerlemenin estetiği, teknik olarak "stereo" mevzusunu aklımıza getirmişti. Tekniği anladık hafız da, ya ruh n'olcak? derseniz...Haklısınız.

Farklı kollardan aynı emele gitmenin tezahürlerinden biri olarak da bu cover/remix hadisesini düşünebilir miyiz? Her daim düstur edinmekten bıkmadığımız, lakin mama takipçilerinin okumaktan bıktığı "iyi cover/remix, şarkının orjinalinde var olan vefakat görünmeyeni uncover edendir" lafı ile paralel olarak bir lafımız daha var: "İyi cover/remix, şarkının orjinalinin eninde sonunda varacağı yere, ondan bambaşka bir güzergah izleyerek (bazen kestirmeden hatta) gidendir."


Uzun müddettir, punk tavırlı çatallı vokali ve harikulade bir distorsiyona sahip, hayli çekici gitar sound'u ile sessiz takdirlerimizi toplayan Jack White'ın, Detroit'li birkaç yoldaşı ile beraber kurduğu cool topluluk The Raconteurs, düalite'ye gönderme yaparak "bang bang" diye iki kere haykırıyor...


Nihayetinde, ister "Bang! Bang!" desin, ister "Dan! Dan!", gidilen yer aynı: İki "Dom! Dom!" kurşun yarası!

kusur - eksiklik, sınırlama - yok etme


"Ceset, kokmuş ettir. Güzel, ya peynir ne? Sütün cesedi. Durmadan içeriye girip çıkanlar. Her hastanın sayısız iyileştiricisi var. Kahvaltıdan sonra akıl verenler, öğle yemeğinden sonra akıl verenler. Kente eşlik edenler, bir mağazaya eşlik edenler, ormana eşlik edenler ve her gün burada oturan ve kazak ören sayısız iyileştirici. Sayısız ipek, pamuklu ve yünlü kazak örülüyor. Karışık iplikle, renkli motiflerle yapılanları da var. Kimbilir ne zaman ve hangi amaçla giyilecekler.

Klinikte beş ya da on yıl geçirenler, mutfak ya da bahçede çalışmaya hak kazanıyorlar.
Geldim. Doğru bahçeye koştum. Ağzıma üç yaprak verildi, zehirlendiğimi sandım. Akşamın yaklaştığının farkına varamadım. Sayısız parçalara bölünüşümü, benimle birlikte dünyanın da parçalanışını anımsıyorum. Her şey koyu kahverengi. Benim sayısız parçam, dünyanın ve evrenin sayısız parçası, dönen hareketlerle yeniden bütünleşti. Birinin, bir insanın böyle bir şeyi ancak bir kez yaşayabileceğini söylediğini anımsıyorum. Çok acı vericiymiş. Ben, kendimi parçalarımla birlikte bir ocağın içinde yeniden buldum. Geçmişti. Hangi zamandaydım? Kaç yaşındaydım? Yaşanmış yıllara geri mi dönmüştüm?
Ben bendim. Zaman yaşanmış zamandı. Birkaç yaşanmış gün de eklenmişti bu zamana. Kemerle bağlanmıştım. Acılarım vardı, kendi kendimi kemere bağlı olarak iyileştirmek zorundaydım. Yanıma yaklaşan herkesi düşmanım olarak görüyordum..."



iki olsun!


Düalite, Türkçe’de “ikilik”, “ikilem”, “ikileme”, “ikili denge” gibi çeşitli biçimlerde kullanılmakta olup, doğadaki, evrendeki karşıtlık ve birbirini tamamlayıcılık ilkesini ifade eden genel bir terimdir.

Okultizm ve ezoterizm literatüründe esas olarak, sayısal sembollerden iki rakamının içerdiği anlamlarla ilgili olarak kullanılır. Genellikle, birlik-çokluk, ruh-madde, bilinçli-bilinçsiz, tesir eden-tesir edilen, şekil veren-şekil alan, aktiflik-pasiflik, Gök-Yer, spiritüel alem-fiziksel alem, ışık-karanlık, ak-kara, hayır-şer, iyi-kötü, vicdan-nefsaniyet, özgecilik-bencillik, müsbet-menfi, saflık-kirlilik, iç-dış, yüksek olan-alçak olan, pozitif güçler-negatif güçler, soğuk-sıcak, eril-dişil, doğum-ölüm, yükseliş-iniş, mikrokozmos-makrokozmos vb. gibi bir tür karşıtlık ve birbirini bütünleyicilik gösteren iki şeyi, iki gücü, iki varlığı, iki unsuru ifade etmede kullanılır.

Düalite sembolünün tradisyonlarda genellikle, hayır ile şer, iyi ile kötü, vicdan ile nefsaniyet, özgecilik ile bencillik, olumlu ile olumsuz unsurlarının bulunduğu fiziksel ortamı, yani varlığın ruhsal gelişim göstermek üzere bulunduğu tezahür ortamlarını (üç boyutlu alemi) ifade etmek üzere kullanıldığı görülmektedir.

Ezoterizme göre düalitenin olmadığı hal tradisyonlarda çoğunlukla androjenlik (erkek veya dişi olmayış), cennet veya hakikat ağacı’nın meyvesinin henüz yenilmemiş olması sembolizmiyle ifade edilir. Düalitenin henüz mevcut olmadığı hal, varlığın erkek veya dişi bedenine sahip olmadığı ve iyilik ile kötülük gibi ikili denge unsurlarının bulunduğu fiziksel ortamda henüz doğmamış olduğunu, düalitenin aşılmış olması sembolüyle ise varlığın artık ıstırabın sözkonusu olduğu, ikili denge unsurunun bulunduğu dünyalarda doğmasına gerek kalmamış olduğu hali ifade eder ki, “büyük kurtuluş” denilen bu hedef nirvana ve mokşaterimleriyle ifade edilen “küçük kurtuluş” hedefinden daha ileri bir hedefi ifade eder.

Bu hedef,Okültizm’de rebis sembolüyle, kimi tradisyonlarda androjen hale gelme veya “ilahlarla özdeş olma” vs. gibi sembolizmlerle ifade edilir. Eski Mısır bilgeliğinde bu konu şöyle ifade edilir: “İlahlar ikiliği bir etmiş insanlardır. İnsanlar ise birliği bilmek için ikiliği yaşayan henüz çocuk ilahlardır.

The Roots, Kanye West, Jay Z, Outkast, Lupe Fiasco, Lauryn Hill, Alicia Keys gibi mühim isimlerle işbirliği yapmış multi-enstrümantalist R&B ve neo soul müzisyeni John Legend'ın şaheseri Stereo şarkısının klibine kadar geçen o karanlık asırlar kadar uzun girizgahı okuma sabrı gösteren mamaperverlere, söz konusu şaheserin de için de olduğu 2006 tarihli uzunçalar "Once Again" (albümün adı bile düalite!) armağan olsun.

Düalite meselesini yukarıdaki gotik paragraflardan sonra, bir de bir kavram olarak stereo ile özdeş düşünmek gerek öyle değil mi? E madem insanlar birliği bilmek için evvela ikiliği yaşayan küçük ilahlar (ve iki kulakları var), naçizane yazarınızın aklına bu "ikiliğe" stereo'dan başlamaktan daha iyi bir yol gelmiyor. Düalitenin de tıpkı stereo gibi bir simetri hissinden çok, ayrı kollardan yürüyen vefakat sadece bir diğerinin de yürüdüğü bilindiği sürece o yolun anlamlı olduğu varoluşlar olarak görmek (duymak) en iyisi...Simetri değil, düalite. anı ve değer.

sadede gel sadede

"Hikayeye göre Fars kralı Şah Şehriyar "Hindistan ile Çin" arasındaki bir adada hüküm sürer (eserin daha sonraki biçimlerinde bunun yerine Şehriyar'ın Hint ve Çin'de egemenlik sürdüğü yazar). Şehriyar karısının kendisini aldattığını öğrenir ve öfkelenir, tüm kadınların sadakatsiz, nankör olduğuna inanmaya başlar. Önce karısını öldürtür, sonra da vezirine her gece kendisine yeni bir hanım bulmasını emreder. Her gece yeni bir gelin alan Şehriyar, geceyi hanımıyla geçirdikten sonra tan vakti hanımını idam ettirir. Bir süre bu böyle devam eder. Vezirin akıllı kızı Şehrazad bu kötü gidişata son vermek için bir plan kurar ve Şehriyar'ın bir sonraki eşi olmaya aday olur. Evlendikleri geceden başlayarak, kardeşi Dünyazad'ın hikaye dinlemeden uyuyamadığını söyler ver her gece Dünyazad'ın da yardımıyla çok güzel ve heyecanlı hikayeler anlatmaya başlar ama tam şafak vakti geldiğinde, hikayenin en heyecanlı yerinde, hikayeyi anlatmayı keser. Hikayenin sonunu merak eden Şehriyar, Şehrazad'ın hikayeye ertesi gece devam edebilmesi için, o gecelik Şehrazad'ın idamını erteler. Her gece bir önceki masalın devamını anlatıp yeni bir hikayeye başlar ve yine tam tan vakti hikayenin en heyecanlı yerinde anlatmayı bırakır. Kitabın sonuna kadar yer alan hikayeler, Şehrazad'ın Şehriyar'a anlattığı hikayelerdir. Sona gelindiğinde, Şehrazad üç erkek çocuğu doğurmuştur ve evliliklerinden uzunca bir süre geçmiştir. Kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri dinmiş, Şehrazad'ın sadakatine inanmıştır."

vesaire (bla-bla)...vesaire (bla-bla)... sadede gelelim:


Electro'nun yeni dünyanın batı yakasından çıkan örneklerini dinledikçe, daha evvel "el iquaa" kolektifi için tahayyül ettiğimiz durumu görebiliyoruz. Arap Baharı, sadece karanlık odalarda önünü görmeye çalışan bedroom dj'lerini değil, dans pistlerine kendilerini atan birbirinden "skinny" dimağları da hedef seçiyor tabi ki. Los Angeles'li electro(punk) ikilisi Rainbow Arabia, kulak verenin kuşağına dolanmakta gecikmiyor.

atatürk'ün sevmediği şarkılar


'bugün, işte, şu üç müziğin karşısındayız. doğu müziği, batı müziği, halk müziği. acaba, bunlardan hangisi bizim için millidir? doğu müziğinin hem hasta, hem de milli olmadığını gördük, halk müziği milli kültürümüzün, batı müziği de yeni medeniyetimizin müzikleri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. o halde, milli müziğimiz, memleketimizdeki halk müziğiyle batı müziğinin kaynaşmasından doğacaktır. halk müziğimiz bize birçok melodiler vermiştir. bunları toplar ve batı müziği formlarına göre “armonize” edersek hem milli, hem de avrupalı bir müziğe sahip oluruz. işte türkçülüğün müzik alanındaki programı esas itibarıyla bundan ibaret olup bundan ötesi milli müzikçilerimize aittir.'

ziya gökalp, 'milli müzik', türkçülüğün esasları içinde, 1923

'arkadaşlar! güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. bu yapılmaktadır, ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan türk musikisidir. (alkışlar). bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi ve kavrayabilmesidir. bugün dinletilmeye çalışılan musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. bunu açıkça bilmeliyiz. (bravo sesleri, alkışlar). ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. ancak bu şekilde türk ulusal musikisi yükselebilir ve evrensel musiki içinde yerini alabilir. kültür işleri bakanlığı'nın buna değerince özen vermesini, kamunun da bunda ona yardımcı olmasını dilerim.'

gazi mustafa kemal atatürk, 1 kasım 1934, meclis açılış konuşması

'dahiliye vekaleti bugün büyük millet meclisi'nde gazi hazretlerinin alaturka musiki hakkındaki irşadlarından ilham alarak bu akşamdan itibaren radyo programlarından alaturka musikinin tamamen kaldırılmasını ve yalnızca garp tekniğine vakıf sanatkarlar tarafından çalınmasını alakadarlara bildirmiştir.'

2 kasım 1934, anadolu ajansı

aktaran: tolga tüzün, 'atatürk'ün sevmediği şarkılar', altüst dergisi, sayı 3, eylül 2011

Charlene Soraia

Fink'le birlikte tura cikan, ve ilk EP'sinin tanitimini yapan Charlene Soraia Ep'ye de adini veren "When We Were Five" parcasi ile aklimizi basimizdan aliyor!

Charlene Soraia - 'When We Were Five' from Tactful Cactus on Vimeo.



The Making of When We Were Five from Charlene Soraia on Vimeo.

yaz geçer

akşam serinliği öğleden sonralara, gece ayazı sabahlara sarktı. kılık kıyafette bir kalınlaşma, uzama hasıl oldu. ayak parmaklarımız sandaletlerin içinde kıvrılır, kendi içine bükülür oldu kimi saatlerde. şehir doldu: boş daire pencerelerinde sabit gözbebekleri gibi bakaduran kiralık ilanları teker teker iniyor, yerlerine de, ağır ağır, rengarenk öğrenci perdeleri.

halbuki bu yazdan umudumuz vardı: derinliksiz ve eğlenceli bir yaz mı olsun, yoksa derinlikli ve durgun mu, diye sorup durmuş, ikisini de becerememiştik.



alman tekno ve acid trance ikilisi hardfloor'un da damn phreak noize phunk mahlasıyla taaa 99'da yayınladıkları electric crate digger, tam da tüm yazı geçirmek istediğimiz chill-out kafasına funky bir fon oluşturmaktaymış meğer. biraz geç kaldık ya, olsun, bari kapanışını bu yazın, yapıverelim şununla.


ada'da göçmen 11 kaplan gücündedir!



litvanya'dan ada'ya göçmüş prodüktör eleven tigers, clouds are mountains'da burial'ın sorduğu sorulara, frozen wheel'le, flux'la, with a little patience'la, stableface'le, sakin bir tilmiz edasıyla cevap veriyor. hepimiz, diz çöktüğümüz dergahın önünde, şehri ağır ağır silikleştiren karanlık bir yağmur altında, sigara içip bekleşiyoruz. kulaklarımızda ayrı headphone'larda nedense aynı şarkı, asenkron da olsa çalıp duruyor. içeriden bir ses litvanyalı'nın sınavı geçtiğini belli belirsiz duyuruyor. sisten, sevinemiyoruz bile.

Detour London



Londra'daki mamaseverlere duyrulur!

The Questionmark nam mekanda bu cuma kulaklarınıza mama, dertlerinize deva dağıtılacaktır.

kundaklanacağız demiştik


4/4'lük minimal (hatta click-house vs...) ritimler iyi güzel de, yine de tekno ve house müziğin ekseriyetinin eksikliğini hissettiği o çapı, o"derinlik" hissini her alternatif başka şekilde doldurmaya çabalamakta. Dub-Tech (dümtek'a düm-tek) ve dubstep, işi (yer yer reggae'ya kadar savurarak) iyicene yer altına çekedursun, onu çok daha estetik ve hayli havalı podyumlara çıkartanlar da var tabi...Örneğin göz bebeğimiz electro, bu açığı (açıyı) sert distorsiyonlar, uyumsuz-aksak ritim ve melodi geçişleri, yer yer kullanılan electroclash kalıntısı (cyber)punk vokaller ve belki de kökleri breakbeat günlerine kadar uzanan zekice kurgulanmış kompozisyonlarla tamamlıyor.


Kariyerine başladığından beri uğruna düzmediğimiz methiye kalmayan Tiga, o kıvamı tam tutmuş electro'suna, Zombie Nation'ı da dahil ediyor ve ortaya bir büyük deva çıkıyor: ZZT!

Tiga, kundaklamaya devam ediyor!

vodka evi

Kulak maması yazarlarından sevgili alibaba'nın bir öğle vakti molotov kokteyli gibi kulağımıza atıp kaçtığı Slavaki seti, kuzeydeki hayatın çekiciliğini, tam da unuttuğumuz bir anda hatırlatmasıyla gönlümüzü aldı götürdü. Moskova'daki Solyanka Club'da kaydedilen set, tüm kömünist şirinlere geliyor ve biz de tüm şirinliğimizle, alibaba'nın gıyabında, kuzeydeki hal ve vaziyete düşük bpm'li house dalgalarıyla asılıyoruz.

her şeyden biraz mı?


Özellikle son bir iki yıldır çok sağlam adamlarla arkadaşlıklar kurduğunu ve bu arkadaşlıkların tasvibinde gecikmediğimizi bildiğiniz Four Tet, bu sefer meşhurluğu su götürmez Fabric serilerine bir yenisini ekledi. Seneler evvel kabiliyetinden sual etmediğimiz bir DJ yoldaşımızın (The Marxist Clubber geyiğini unutmak ne mümkün!) iddia ettiği "iyi prodüktörden iyi DJ olmuyor be ya" lafına şüpheyle yaklaşmamızı sağlayan çok az evlattan biri olan Four Tet'in bu "her şey dahil" toplamasına dikkat kesilmekte fayda var. Diyeceksiniz ki ne faydası dokunur? Göz altlarına iyi geliyormuş diyolla.

french do it better (?)

bir işi tamamına erdirmenin mütemmim cüzü, en baştan ona bir sınır koymak galiba. güneşin altındaki her şeyi temsil etmek mümkün olsaydı, bunu sadece güneşin altındaki her şeyin bizzat kendisi yapabilirdi, ona da temsil denmezdi, değil mi? bunu borges'in "imparatorluğun haritası"ndan beridir biliyoruz. temsilin sırrı, asla hacminde ve kapsama gücünde değil, rastgeleliğini muhafaza eden gönderme ve andırma tasarrufunda aranmalı.

tüm müzik aletlerini çalmak, kaydetmek, bir araya getirmek de mümkün değil, elbet. her parçanın zamansal bir sınırı olduğu gibi ses katmanlarının hacmi ve örtüşme mekanizması anlamında bir sınırı var. ancak bu sınırla mümkün oluyor müzik denen herze. neyse ki burada senelerdir ardı ardına dizilen külliyatın pek çoğunda eda edildiği üzere kayıt teknolojileri alabildiğine geniş bir evrenin ıssız kıyıları da dahil olmak üzere mümkün mertebe referansa müsaade eden bir gereç verdi gelişkin primatların eline. yine de sınır mühim. en güzel sınır da işi yapacak olanın kendine koyduğu sınır. bir dostumuzun bir zamanlar not ettiği gibi, aynı loop'u yirmidört saat dinleyebiliriz, hatta bir kaç adım ileri gidip tek bir sesi eğip bükerek koca bir yapı inşa edebiliriz artık.

belki en iyi yaptıkları işleri saymaya kalksak ilk sıralarda yer almayacaktır ya, fransızların hip hop'u bulanık ve sisli parıltısıyla efsaneleşmiş halde. sömürgecilik tarihinden, yoksul ve asi banliyölerden beslenen sadece felsefe, edebiyat ve sinema olacak değil ya!


set cars on fire (french tradition), atypyk tasarımı mum.


afrika'da ve kenar mahallelerde avare ve yüksek kafalarla dolaşıp şehrin göbeğine dönünce, pek çok başka şeyin yanında, o bulanık ve sisli parıltının karnından beslenmiş bir kaç serseri turntablist'in bir araya gelmesiyle hayatımıza neş'e katan birdy nam nam'la karşılaşıyoruz. çeteyle aynı adı taşıyan ilk albümlerinde kendilerine koydukları sınır, her sesin turntable'dan çıkması olmuş. turntable da turntablemış ha! ne sadalar yükselmiş oradan! sada paketlerine verdikleri adlar da arkadaşların şehrengiz sergüzeştlerine dair ipuçlarını veriyor: 'manual for succesful rioting'le gündüz vakti şehri birbirine katıp 'too much skunk tonight'la fazla kaçırdığımız cilanın kafamızdaki sisini dağıtmaya uğraşıyoruz.

tabii ki fransızlar bu işi iyi daha beceriyorlar, ama her şeyin de bir sınırı var, değil mi canım!


evet!




“Darısı başına”lardan arta kalan yüzlerce altın rengi tel tokaya, siyah şişelere ve onların fırlattığı mantarlara bakar vaziyette, “darısı”nın anlamından çok ayakkabıların dibine -özensizce- çıkarılıp, ayakların uzatıldığı koltuğa oturttuğum hayal kırıklıklarıma hafiiiiifçe kadeh kaldırırken, cümlelerimi müzik setinin ağzına tıktığım bir cd ile kısa kesebileceğim, gürültüsüz günleri hayal ettim de, aptal saat sesi olmasın, tatlı bir davul girişi yeter.



"Aşıkların boşa çıkarmak istediği, tıpkı kendilerinden öncekilerin çıkardığı bu sona eriştir işte!"

dün yağmur yağacak

“tür devamı için” aşık olan jenerasyonun ortaya çıkardığı “tür”, sitem ihtiyacını sessizce karşılamayı öğrendi.  parçanın orijinalindeki sözleri avaz avaz söyleyecek takati -artık- olmayanlara benden bir kadeh eski şarap.



aldırma kuşum


Gidilen yerden ziyade gidişatın ve rotanın bizatihi kendisinin mühim olduğunu söyleyen klişe, bitmek bilmeyen uzun yollarda avuç içindeki bir cihazdan gezegendeki yerinizi takip ederken bir kez daha akla geliyor. Hemen her şeyi kapatıp sadece gerçek zamanlı, (tabiri hiç caiz değil, sanal zamanlar mı vardı?) yeşil bir navigasyon oku ile romantik bir biçimde bir olmak, haritanın kervan geçmez bir yerini gösterirken devasa bir yeşil oka dönüşme hissi vermiyor mu? Veriyor tabi ki. Tek fark, hangi araca binip ne tarafa bakarsak bakalım, aracın her koltuğunda aynı büyük yeşil oklar görünmesi. Medeniyet, iletişim demek değil ulaşım demek.


Active Child, arp ile mütemadi bir harp içinde olan beat'leri avucunun içinde bir ettiği albümü "You Are All I See" ile gördüğümüzü sandığımız şeyin aslında bir gece yolculuğu mahmurluğu mamülü olduğunu müjdeliyor. Arp, hatırlattığı tüm o sükunet ile nasıl bir beat ile harp halinde olabilir ki zaten? Herkesle iyi geçinir kuşlar.


Bir başka klişe: Genelde müziğin, son asırda da özelde elektronik müziğin matematikle bağlantısı meselesi. Yere ve zamana göre bu bağlantı, yermek veya övmek için kullanılıyor. Artık kulak maması kısa cümleler kuruyor. Peki matematiği anladık da, müziğin fizik bilimi ile bağlantısı ne olacak? Terk edilen diyarlardaki bir mecliste "vallahi benim bildiğim tek California'lı Dave Mustaine galiba ya..." cümlesi ile başlayan 1 G'lik yer çekimi kuvveti, grubun debut albümünün ses sınırlarının ötesine geçerek, kuvveti birkaç G'ye çıkarması ile sonlanıyor. Hani dedik ya, gidilen yerden ziyade gitme eyleminin kendisi daha mühim diye, peki gidiş hızı n'olcak birader? Kol kırılacak yen içinde mi kalacak? Yoksa sadece birkaç ezik ve morlukla mı atlatılacak? Sanırız medeniyetin geldiği nokta, hareket halindeki modern ulaşım araçlarının içinde dergi okuyan, kahve içen veya müzik dinleyen "yolcu"ların, içinde bulundukları aracın hızının dehşetengiz şiddetinden haberdar olmama oranları ile ölçülüyor. Kol kırılsa yine iyi.


1989 yılında Nintendo şirketinden Kristian Wilson bilgisayar oyunlarının insanları çok fazla etkilemeyeceğini düşündüğünü söyledi ve ekledi: "Örneğin Pac-Man oyunumuz insanları bu denli etki altında bıraksaydı, hepimiz karanlık dehlizlerde sihirli haplar yutarak dolaşırken, sürekli tekrar eden elektronik müzikler dinleyen tipler olurduk."

Aldırma kuşum, tevatür hepsi :)

sufle veren kadın


"... ağzımdan öyle bir hikaye döküldü ki, uyandırdığı tek şey merhamet oldu."
"gök, usun geçici yokluğundan yararlanmasını bilir."