Kara Teller..

Dün sabaha karşı , yanımda Van'ın şu an adını hatırlamadığım bir köyünden gelen 22 yaşında bir çocukla (selam olsun Çetin'e, merak etme internet denen şeydesin işte bak.) gerçekten de bir adım güneyimizdeki hududun kara tellerine bakarak bu albümdeki "kara teller" i söyleyeceğim mamacıların aklına gelir miydi?

Hadi G3 , MG3 benim ellerimi kesiyor da kanama hiç mi durmaz?

Çetin , al o kızı bak , aynı köyde beslediğin 200 güvercin gibi, herşey anlattığım gibi olacak. Ağlama artık.

Saygıdeğer Figen Genç hanımefendiye kulağımızı veriyoruz. Buna değer.

fuck you zaruret

imkansızlık, kimi zaman vücuda gelip karşınıza dikilir.. öyle kaskatı, durur, bekler; siz de, eğer maçanız mühürlüyse, dönüp gözüne gözüne bakarsınız imkansızlığınızın..

başka bir yerde, birinin yanında olmak isteyip de becerememenin bir müziği vardır.. yani bir değil de, bir çok müziği vardır, ama hepsi birdir işte: birinin yanında olmak isteyip de becerememenin müziğidir. net. öyle ki bir yakınınızdan başka bir yakınınıza aktarabileceğiniz denli size ve onlara malolmuştur.

geçen yıl bu zamanlardı herhalde, nitin shawney'in sanctuary'sini gecenin geç saatlerinde dinlerken 'oooof offf' referansımız bir başka yakınımızken, bu sabah itibariyle dinletenin kendisi oldu işte.. tuhaf, değil mi?

nicedir beklediğimiz ses, ülkenin güneyinden geldi. iki satır yazışabildik sputnik'le. ardından da yeni maması; demir leblebi..

ne gam! bu dibi kuruyasıca süreci ancak kendi silahıyla vuracaz: ne kullanıyo bu herifler bandoda marş çalarken? trompet, değil mi? al sana trompet.. ama sivil bir trompet.. en sivilinden.. hüsnü şenlendirici'nin segah taksim'i askerlerin hayal bile edemeyeceği bir yerden sesleniyor. bırakın askerleri, belki başka bir sivil trompetçinin de hayal edemeyeceği bir yer orası...

dostumuza pas sökücü..

Ruhsal paslanma ve Tetanoz

r_20070409135226_mayinl11

Memleketin güneydoğusunun hudut hattının, sınırın bizim olduğumuz yerine bakan tarafında büyük bir hendek , "karşı" tarafında ise genişliği değişken bir mayınlı bölge mevcut. Bu hatta bulunan hudut (kimse sınır demiyor, hudut diyor) karakollarındaki en büyük manşet bu kimin uçup kimin geçtiği meçhul olan bölge. Sabahın ülkenin genelinde daha güneşin bile görülmediği saatlerinde, ufka kadar uzanan çöl ve rüzgarın aldığı mütemadi toz hepimizin suratlarındaki ifadeyi daha da bir derinleştiriyor. Bu çöl tozu yüzünden insan bir şarkıyı ya da birini baştan sona düşününce, farkında olmadan yüzünde yere dik izlerle uyuyor.

Başka bir ülkeye mi kendimize mi baktığımızı , izlerken izlenildiğimizi de bilmenin verdiği güvensizliği, değersizliğin manasını , mananın değerini, aradaki 40 senelik mayınlı bölgenin nerelerimize iyi geleceği, mayınların pasının tehlikeli olup olmadığı , sağ omuzdaki doktor asteğmenin koyduğu tetenoz öpücüğünün bir türlü geçmeyen sızısı, mamasızlığın ağırlığı.

Gördüklerimizden sonra ruhumuzun paslanan yerlerine de tetanoz aşısı talep ediyorum sevgili mamacılar , hala oralarda olduğunuzu biliyorum , bu sefer siz verin sütünüzü , ben bulurum merak etmeyin , siz geçerken bırakın kafi.

Gerisini de getirmeye çalışacağım.

eski bir arkadaşla karşılaşmak..

zamanın, yani deneyimlenen zamanın bile değil, o takvimde temsil edilen çizgisel, ileri doğru homojen adımlarla giden kurumsal zamanın müzik meraklıları için tuhaf bir biçimde hızlandığını söylemek mümkün mü? mp3 teknolojisi, tanrı onu ve interneti kutsasın, ciddi sayıda albümle hemen tanışmamızı sağlıyor; ama bir yandan da janrlar arasındaki zamansal bağları söküp daha post-modern bir müzik tarihi inşa etmemize neden oluyor tahayyülümüzde..

şikayetçi olduğumdan değil, sadece bir tespit bu.. başka bir blog'da takılırken quantic'in the 5th exotic'inin kapağını görünce, heyecandan yanındaki 2001 tarihini gözden kaçırmışım. dinlerken, "bu sanki biraz tanıdık gibi" havası ağırlaşmaya başlayınca, özellikle de 'time is the enemy' odaya yayılınca dönüp bakma ihtiyacı hissettim. unutuvermişim işte. adını anımsayamadığınız bir arkadaşınızla karşılaşınca duyulan hicap nasıl sizi, onun adı yerine "abi" kelimesini joker olarak kullandığınız ayaküstü konuşmanın samimiyetinden alıkoyarsa; quantic'le ve daha nicesiyle benzer bir unutuşu yaşamış olmanın ağırlığı beni şu mp3 macerasından soğutuyor.. tekrar cd almaya, kartonetleri ezberleyecek kadar çok okumaya niyetim yok pek tabii ama.. neyse, hissiyat kabaca bu işte..

toxxic


evet, guy ritchie filmleri biraz daha yavaş olsaydı, müziklerini quantic yapabilirdi.. belki de yapmıştır.. (bu arada revolver'ı izledim geçen gün, 'lock, stock and two smoking barrels' ile 'snatch'in havasını yakalayamamış baro..)

şimdi sputnik olsaydı da "yahu şu adamlar kimlerdi" diye sorunca, "90'ların ortasında londra'da tuhaf müzikal eğilimler tomurcuklanmaktaydı" falan diye anlatmaya başlasaydı.. benim master narrator'um da o işte, bu müzik muhabbetlerinde, n'apalım...

zulya

ev sahibimiz sayesinde tanıştığımız zulya, yeraltı çocuklarıyla birlikte iki albümdür çalışıyor gibi görünüyor. ondan önce daha bir tatar havalardaymış. yaşadığım kent, tatar kökenli vatandaşların ağırlıkta olduğu bir kent. zulya'yı dinledikten sonra, hele ki "how lovers fail and fall" adlı şarkıdan sonra, keşke her tatar zulya gibi olsa dedim, durdum.. rusça, ingilizce ve tatarca şarkıları kabare havasında avustralya'dan doğru okuyan zulya, bir hikayeyi baştan sona katediyor gibi.. ama bilemiyorum, rusça bilen dostumuzdan da henüz haber yok.. neyse..

zulya_front


buyrun, 3 nights adlı albümü siz de dinleyin. kapaktaki matruşkaların şirinliğine de dikkat!

zulya

şeş

bir fikrin, görüntünün, sesin siyasi olma koşullarını düşünüp duruyordum. ilk aklıma gelen, maruz kalan kişiye, tarihine gönderme yapmadan siyaset taşıyabilen şeyin mutlak siyasi imge olduğunu varsaymak oldu. sonra vazgeçtim bundan ama yine de istisnalar var.. hazır gündem, yeni trt kanalına teğet geçiyorken anlatayım:


ahmet_kaya1


ilk ahmet kaya albümümü dinlediğimde çok küçüktüm.. yani o siyasi fikirlerin olamadığı bir hal vardır ya, zihin jel gibidir, işte o zamanlar.. ne mahpusluk çekmişliğimiz var, ne ailede var öyle biri, solculuk bilmeyiz, falan.. hem henüz hayata dönüş operasyonu da olmamış.. yani hiç de verimli bir ortam değil siyasi fikirler için bizim zihin. ulan, nasıl etkilendim, nasıl etkilendim belli değil! şimdi daha iyi anlıyorum bu adamın şarkılarının gücünü!

tutarsızdı, ateşliydi; dengesiz, serseriydi. lümpenin önde gideniydi, kimi zaman çekilmezdi.. güzel adamdı vesselam... herkesi bir yerden yakalayabilir beklenmedik bir anda bir şarkısı... metris türküsü'nü konserlerinden birinde çok acayip okur..

bahçeli'de bir kebapçıdan çıkarken görmüş bir arkadaşım onu, bir mercedes'e binerken; "aa, ahmet kaya!" deyivermiş.. bu da, öğleden sonra rakısının güzelleştirdiği, yumuşattığı libidosuyla "gel seni bi öpeyim, gözüm!" demiş bizim kıza; öpüşmüşler; ahmet abi gitmiş..

yazık oldu: en ünlü linç kurbanı o. şimdi, onu linç eden gerzekler onun diline nasıl ısınacaklar bakalım...

flamenko ablalarından lilit'e: yıkıcılıkta sınır tanımayan kadınlar

yok yok, bir türlü çıkamadım bir iki gündür flamenko ablalarının menzilinden... dönüp elektronik müdahaleden geçmiş olanlarını da tarayasım yok hiç.. tony gatlif'in vengo'sunu kim bilir kaçıncı kez sputnik'le izlediğimizde mutabık olmuştuk: bu filmin en önemli olayı, kapanışta bizi başka bir dünyaya uğurlayan "naci en alamo" adlı şarkıdır.. ekteki albümdekinden başka, yasmin levy'nin okuduğu bir versiyonu da mevcut şarkının. onu da kendiniz bulun, her şeyi kulakmaması'ndan beklemeyin. söz ve müzik gatlif'indir, bu arada..

flamenco

(resimdeki iki kudsi erguner'i bulunuz)

aslında hiç de fena olmayan "evlerinin önü boyalı direk" cover'ında öykü hanımın eksiği nedir, diye düşündük geçende: sanırım öykü, buradaki ablalardan farklı olarak, yırtılmıyor şarkıyla beraber.. rahat okuyor.. kötü demiyorum, yanlış anlaşılmasın; ama yeterince güçlü değil..


hah, bir de: hazır ermeni'ydi, değildi muhabbeti eni konu saçmalığa vardırılmışken, özür metnine eşlik edebilecek bir şarkı yüklemeyi borç biliyorum: lilit pipoyan'dan aynı yıkıcılıkta bir seda geliyor: gulo
hazır ev sahibimizin menzili dışındayken onun pek takdir etmeyeceği işler yapalım, derim.. (kendimi yukarı ayrancı'da ev tutmuş bir öğrenci gibi hissettim şimdi, bakın..)

antony and the johnsons diye bir durum var hayatımızda. sanırım babylon'a da yolu düştüydü. ya da caz festivaline.. evet evet, caz festivaline olmalı, beton kafalardan "nassı yani, ne arıyo bu androjen caz festivalinde" sesi gelmişti.

antony, cocorosie, devendra banhart gibi tuhaf kişilerle aynı yerlerde bulunan bi

monsieur'ün ziyaretçileri

sergemania diye bir durum varmış ingilizce konuşulan dünyada, yeni öğrendik. gerçi bir yerde maniası olmasa bize nasıl ulaşacak diyesimiz de gelmiyor değil. bu sayfalarda da iki kez bahsettik amcadan, bir sputnik bir de kulunuz (er ve erbaş olarak)..


visuel



eh, bir mania dalgasına geç de olsa dahil olduk madem, buyrunuz harlayalım: 2006'da manşın ve hatta okyanusun öte yanına gönderilmek için gainsbourg misyonerleri olarak seçilen ve önce mösyö'yü yeniden ziyaret etmeleri istenen arkadaşların hepsi rüştünü ispatlamış çocuklar: monsieur gainsbourg revisited adlı albümde, sarkozy'nin taze eşi carla bruni'den, serinlikte mösyö'yü aratmayacak jarvis cocker'a -ki sputnik'in pek sevdiği kid loco'nun prodüksiyonuna okumuş-, marc almond'dan cat power'a (en tehlikeli işi onlar üstlenmişler: jane birkin'in orgazmik vokalimsisiyle en meşhur şarkıyı nispeten donuk bir biçimde coverlamışlar), portishead'den tricky'ye, placebo'dan michael stipe'a (ve daha nerelere) varan liste, beklentileri boşa çıkarmıyor.

biz kimleri ziyaret ediyoruz bayramda seyranda, millet kimleri ediyor! bakınız da ders alınız..

ha, "mösyö'yü ve haremini hangi dilde tercih edersiniz?" diye sorsalar "ingilizce değil, fransızca sivuple" deriz, o ayrı..

gainsbourg'a yeniyıl ziyareti

gomorra

ev sahibimiz, geçici bir süreliğine baklava diyarında ikamet edecek, biz de kiramızı buradan onun hesabına kulakmaması cinsinden yatıracağız. okurları mamasız bırakmama sözünü vermiş bulunduk bir kere.

bu sefer mamamız bir filmin bahsinden oluşuyor. gomorra'yı seyretmeyen varsa, hemmmen seyretsin, en yakındaki korsan dvd'ciden çektirerek.
l_929425_bd14b56c1



filmin, tuhaf ilişkilerle ve işlerle iştigal eden kahramanlarına fon oluşturan toplukonut ve banliyö mantığını işaret etmek isterim. o insanları o hale getirenin belki de bu rasyonel yapılaşma olduğunu iddia edecek yığınla kent teorisyeni var. modernizmin sonunun tarihlendirilmesini anımsayalım: bir tarafı siyahlar bir tarafı beyazlar için 1950lerin sonunda tasarlanmış pruitt-igoe toplukonutları (ki ciam mantığındaki bir şablonu yeniden üretiyordu) 1970lerin başında, daha 20 yıl geçmeksizin suç ve yozlaşmanın yuvası olduğu gerekçesiyle yokedildi. yıkımın başladığı saat, kimilerine göre modernizmin öldüğü saattir.

"peki, nerede kulakmaması?" diyeceksiniz, değil mi sekter okurlar? alın size mama, hem de en babasından: phillip glass'tan pruit-igoe'nin yıkımına bir güzelleme..

Devir! Teslim!

Barışta ve savaşta Kulak Maması ve mamacıları için başından beri sütümü akıtmak benim için bir şeref ve haz kaynağı oldu. Buradaki varlığınız , kulaklarınızı açışınız , yorumlarınız ve takipçiliğiniz için teşekkür etmek benim için elzem. Bitişini kağıt üzerinde bildiğim ama (en azından şu an) tahayyül edemediğim bir süre için sizlerden istemim dışında ayrılıp , mama bayrağını yoldaşıma bırakıyorum.

Kulaklarınızın hep mamalanması , ruhunuzun da bundan mütemadiyen nemalanması dileğiyle.

Şimdilik hoşçakalın.

Herşey için.

hayde vre zeybekler!

kırıka'yı ilk dinlediğimde, rasyonel kafam ister istemez sınıflandırmaya yöneldi. yeni bir folder açmak zorunda kaldım: post-zeybek! 'bir sır var gülüşünde', 'dert gemisi', 'nargilem', 'rast zeybek' gibi parçalar zaten ritmlerinden açık ediyor herşeyi. ağırdan kolları kaldırıp ritmin bir yerinde sekerek kendi etrafımızda dönmezsek parçayı bitiremeyeceğimizi biliyoruz.

k_r_ka


rebet kokusunu sadece ritmlerde, ezgilerde değil aldatılma, özlem ve favorimiz karafaki dolusu rakı gibi temalarda tespit ettiğimiz yetmezmiş gibi; 'dokumacı örümcek' gibi şarkılarda saykodelik bir iz de kokluyoruz; tabii ki soruyoruz: "hacım, ne kafası bu?"

izmir tutkunu olduklarını "istanbul yere batsın/ döneceğim izmir'e / izmir güzel istanbul boktan / yıkar seni hiç yoktan" tadında güftelerinden hatırladığımız istanbul blues kumpanyası'nın bazı eski üyelerinden müteşekkil kırıka.. albümün adı 'kaba saz'da da incesaz'a bir gönderme mevcut muhtemelen.

düşünsenize, bir yakın arkadaşı ege'nin kenarında üstü sazla kaplı bir 'gazino'da öğleden sonrası rakısı eşliğinde evlendirsek, kırıka'yı çağırmış olsak; onlar çalsa, biz oynasak, güzel olmaz mı?