bir sek votka, bir the mars volta

octac


bira şarkısıymış gibi bir atmosfer verebilir ilk etapta; yanıltmasın. son albüm octahedron'un açılış şarkısı 'since we've been wrong' geliyor; votka bitiyor...

bach'ınız..

takipteki mamaperverler anımsar: daha önce bir girimizde glenn gould dolayımıyla bach'a değinmiştik. bach, tabii, değinilip geçilecek biri değil. yazdığı her satır "müzikten mi bahis açacağız, matematikten mi?" sorusuna şık bir çalım olarak nitelendirilebilir. bu satırlardan en çok tüketileni de çello süitleridir, malumunuz. tüketilmek derken, aslında tüketerek bitirilebilir birşey değil bu parçalar. çalanın fıtratına, tarzına göre kah koşuşturarak, kah ağır azende, tekrar tekrar kulağımızı temizleyen, oradan zihnimize duhul edip eşsiz bir hareket yaratan katman katman, börek gibi, hatta ev yapımı baklava gibi ezgiler: her katmanda ayrı hikaye, ayrı 'pattern', ayrı özne (şu kontrpuan mevzuunu biraz şizofrenik buluyorum da).. ekleyeyim mi: favorim rostropovich...

fügler bende hep, ana metinle dip not ilişkisindeki hiyerarşinin ortadan kalktığı bir edebi (yahut, akademik) fantezi, bir ütopya hissi yaratır. dipnot artık ne anametinden küçük fontlarla yazılıdır, ne de onu destekleyen veriler içermek zorundadır. rol çalar, metindekinin aksini iddia eder, metni oluşturan kelimelerin aynını kullanarak başka anlamlara gelen cümleler kurar. tersini söyler, karıştırır, düşürür. bach bende hep bu hissiyatı ve zihinsel çalışmayı motive eder.

Bach_GunleriPoster


şükür ki, istiklal'in göbeğinde, st antuan kilisesinde çello süitlerinden 1, 3 ve 5.yi dinlemek nasip oldu bu fakire. kilisenin akustiğine güvenimiz tamdı. e., ü. ve bendeniz, ahşap sıralara oturduk; kah kubbeleri, kah ufkumuzda salınan pek güzel ışıklandırılmış nasıralı'yı seyre daldık. sonra, alexander rudin gelip süitleri biraz aceleci bir tempoyla icra etmeye koyuldu. maalesef kilisenin akustiği ile rudin'in temposu arasında faz farkı mevcuttu.

koyu tonların tizleri bastırdığı, seslerin birbirinin içinde eridiği bozbulanık bir iniltiyle karşılaştığımda korktum, üzüldüm. sanki bir buğulu camın ardından hareket eden bir imgeyi izliyor gibiydim: net çizgilerden ve tanınabilir bir simadan çok bir kütleye tamamlanan koyu lekeler görür gibi. yahut, işte, cezanne'ın resimlerindeki kesinliksiz, sınırları belirsiz, perspektifi hep süzülen, kayan manzaralara bakar gibi - neden hep görsel alana referans vermek zorunda kalıyorum işitsel bir deneyimi tasvir etmek için? neyse ki bir süre sonra kulaklarım sonuna kadar açılıp avlanmaya başladılar. yüzlerce kez dinlediğim, ezberden mırıldanabildiğim ezgiler, belki sadece duyma melekemden değil, daha çok hayal gücümden, hafızamdan sökün edip vücuda geldiler. pek hoştu!