yüzesin var mı?




yaz mevsimine dair kalem oynattık burada daha evvel. yaza ait zannedilen renklerden, ritmlerden ve hissiyattan her yaz tekrar bahsetmek lüzumsuz olduğu kadar kaçınılmaz. zira yazın insan biraz da nisyan ile malul. bu unutuş, bu akıl tutulması, bu sıcak bal içinde yüzen beynin dibe inerken çıkardığı lokurtular.. işte: her yaz aynı hal-i pür melal.

1997'de, yani yazdan ibaret hayatımızın hakiki kışla tanıştığı sene, mark sandman ve büzükteşleri, 3 kişinin müzikte yapabileceği neredeyse en iyi şeyi yaptılar ve dünyaya like swimming albümünü hediye ettiler. albümle aynı adı taşıyan şarkı belli ki günün şu saati yapmaya can attığımız eylemden değil, daha geç saatlerde girişilebilecek başka bir şeyden bahsediyor. kendi kulağımızca dinlemek, sıcaktan pelteleşmiş beynimizle kendimizce anlamak için bir daha, bir daha çalıyoruz.

ayaklar bass, bass'lar ayak oldu.




yıldızlarla haşır neşir




Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin
Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin
Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin

yer çekimi


Money is time, time is a currency

You and I both know who you're spending yours on
You were the one, you cried for infinity
But you can't have it all, no, you can't have it all

Do I chose to be weighed down by gravity
To these thoughts that I own?
Oh, I don't like this feeling of jealousy
Yeah, it's not what I want

I love a girl who loves synchronicity
Stimulated by nothing more than the meaning of life
She's all around, she's like electricity
And I can't have her all, no, no, I can't have her all

Do I choose to be weighed down by gravity
To these thoughts that I own?
Oh, I don't like this feeling of jealousy
Yeah, it's not what I want

She refused to be weighed down by gravity
And now she's soldiering on
She confided that love, it is an energy
She's passing it on


babylon, your throne shall fall

"I know that I & I is like a tree, plant by the river of water, and not even the dog that piss against the wall of Babylon shall escape this judgment. For I & I know that all of the youth shall witness the day that Babylon shall fall!" diyor Rockers filminde Horsemouth. 
Babil yikilana kadar, tahti sallamaya devam mamaseverler.

Dub Selection #3 by corto

parçalar bir bir düşerken

Burialdan farklı olarak, kendine değişik bir saklanma yöntemi belirlemiş olan Zomby(önce gelecem çalacam diyip son anda iptal etme veya iptal bile etmeyip haber vermeden hiç gitmeme) promoterlar arasında kötü bir şöhrete sahip. Ama bu kötü şöhret, adamın dubstep, post-dubstep, bass music, vs her ne olarak adlandırmak isterseniz o tarzın en iyilerinden biri olmasını engelleyemiyor. 2008’de çıkardığı ilk LPsi bildik, genel müzik tarzı çerçevesinde değildi. Adından da anlaşılabileceği gibi (Where Were U In ’92) saf bir hardcore güzellemesiydi. Bu albüme bakıp, adam 'hardcore'a gönül vermiş sade o tarz şarkılar yapıyor, plaklar çıkarıyor sanılmasın. Tek derdi, şu an tutkunu olduğumuz bass müzik türevlerinin bir kökünün yattığı 90ların başındaki hardcore’a ve ravelere selam çakmaktan başka bir şey değildi.


Zomby, bu ilk albümünün peşisıra değişik labellardan çıkan plaklarıyla, soundunun farklılığı, arpeggiolarla dolu, wonky hissiyatlı yapılarıyla iyice artık kendini kabul ettirmiş, hatta bi blogda wonky üzerine bir makale yazılırken Hyperdub’dan çıkan EPsinde yer alan Kaliko isimli parçasına derinlemesine inceleme bile yapılmıştı. Zomby ve bizim için bu dönemin zirvesi, Ramp Recordings'ten çıkan 'One Foot Ahead Of The Other' isimli EPydi. Bu EPden sonra, uzun süre bir daha sesini duyamadık, ta ki yeni albümünden örnekler nete düşüp, 'Natalia’s Song’u dinleyene kadar.

İlk izlenimim, tamam hala hardcore hissiyatı mevcut, soundunu geliştirmiş, Burial tarzı urban dream kafasına çok yaklaşmış ama dahası olmalı. Evet, çok iyi şarkı ama ortalık zaten tek düze, ne idüğü belirsiz, zeka pırıltısı içermeyen synthler ve baslarla dolu dubstepten ve bass musicten geçilmezken, umudumuz olan son birkaç prodüktorden biri olan Zomby'nin merakla beklenen yeni albümü, hep bu havada olsaydi büyük hayal kırıklığı yaşayacaktim. Neyseki Zomby cevabı yapıştırmakta gecikmedi. Önce Noah Lennox aka Panda Bear ortaklığıyla kotardığı 'Things Fall Apart' ve albümün kalanı, sevdiğim Zomby soundunun daha da gelişmiş daha da oturmuş, daha farklı ses deneylerine de girişmiş bir şekilde ama hala yerli yerinde olduğunu gösterdi.

Son olarak, eğer Jan Marcin Szancer, Fransız yeni dalgası yönetmenlerden birisi olsaydı ve bir film çekseydi sonucun nasıl olacağı hakkında bir fikrim yok, ama soundtrackini elimde tutuyorum.

haz almanın kökenleri - paul bloom


külkedisi


"İstediğim şu: bir insanın başına gelebilen, ancak kesinlikle aldırış etmediği en kötü şey.
Önünde titriyordum. Önünde bir yıkıntıydım.

Yanımda ikinci kurban yatıyordu. Dudakları, son derece iğrenç oldukları için, bir ölünün dudaklarını andırıyorlardı. Kandan daha iğrenç bir salya akıyordu. O günden bu yana, kabul etmediğim, artık dayanma cesareti bulamadığım bu yalnızlığa mahkum edildim. Ama, daveti yinelemem için bir çığlık yetebilirdi ve gerçeği görmez bir öfkeye kulak verseydim, artık çekip gidecek olan ben değil, yaşlı adamın cesedi olurdu.

İğrenç bir acıdan sonra, yeniden, her şeye karşın sinsice sürüp giden küstahlık arttı, önce yavaş yavaş, sonra, ansızın, bir parıltıyla gözümü kamaştırdı ve her türlü mantığa karşı ortaya çıkmış bir mutluluk içinde beni kendimden geçirdi.

Şimdi mutluluk başımı döndürüyor, beni sarhoş ediyor.
Haykırarak adını anıyorum onun. Avazım çıktığı kadar bağırarak övüyorum onu. Budala yüreğimde, budalalık kahkahalarla gülerek şarkı söylüyor. Başarıyorum."



2005 yılında kotardıkları ADEAO-dato (a new day) isimli işleri ile, bize şarkıda kullanılan sample'ı bulacak olan insanla ilgili türlü hayaller kurduran Los Angeles menşeili Free The Robots, The Mind's Eye ile geri döndü. Aradan geçen süre içerisinde de, çoğumuzun yaptığı gibi, boş durmadığını belli etti. Hayalin gerçekleşmesine ramak kala, o ramağı hissederek balkabağına dönüşülen anı hissettiren kirli tarz, bu EP'de de kendini gösteriyor. Hip Hop, dub'a, jazz'a hatta yer yer artık son nefeslerini veren dubstep'e uzanıyor. Hikaye devam ediyor; o sample'ı aramaya devam ediyoruz.

baht

Sözün kar etmediği anlar, ozan geleneğinin en rahat at koşturduğu anlar sanırız. Geleneği (kökü değil) düşünürken, onu ABD'deki Blues geleneğine benzetmek gibi bir gereksizlik tuzağına düşmemek elzem. İlk bakışta benzerlikler var gibi görünse de, elmayla nohutu benzetmeye çalışmanın bir kere yüzümüzü güldürecek netice vermediği ortada...Benzeştirmeye dayalı gereksiz klasifikasyona eyvah, eyvah, ey.

Üstadın karadır kara dediğine kulak vermek, eyvah dediğinden kaçınmak, hiç bir şeyin ortasındaki kuru, sarı ufka bakakalmak, boynumuzun borcu ki; o da ziyadesiyle karadır.

bugün ona, yarın sana

Fakir güncemizde daha evvel de yer verdiğimiz Christian Scott'un, Thom Yorke'a yaptığı güzellemenin bir benzerini, Brooklyn'li (ve ihtimaldir ki İtalya'lı) trompetçi Taylor Haskins ve takımı Aphex Twin için yapıyor. Kıtanın adaya yönelmiş bu saygı duruşlarının bitmemesi dileğiyle...

çek-i düzen

"ben havucu çok yerim, lahanayı severim. yokuşu hızlı çıkar, inişi güç inerim."
stresin göğüs kafesi ile mide arasında bir yerleri tepmesine olan öfke nasıl kontrol edilir ki?

portakal geliyor, kaç!

fonetik demişken, abshaper’ın en büyük rakibi “kahkaha” kelimesini, “kahkahahaha…” diye gözyaşları içinde yansımaya çevirebilirmişiz. hiç güleceğim yoktu aslında. bir başa çıkma mekanizması olarak reçetenize endorfin ve refleksoloji’nin yanında, mıncıklanabilecek soğuk meyveler de yazıyorum. bir de, torunu gelecek diye saatlerce uğraşılan tatlı yenirken, X kaşık per minute'i, damağa ilk temasındaki göz kısılmasını ve ağız hareketlerini göz ucuyla izleyen anneannemden çakozladığım işte tam da bu yöntemi öneriyorum.  
hiç mitleri ve kodlarıyla uğraşmadan, kırmızı başlıklı kız’ı, başkalarının elini kendi elinin üstüne takarak çizen Jean Ache’ın, 74'te Pilote diye bir çizgi roman dergisinde yayınlanan bu işleriyle daha yeni karşılaştığım için kendimi "bilmemne" hissetmeden tadını çıkarmayı –pardon- çıkarmanızı diliyorum. hajde mori, hoş geldiniz. 

*bunu da dedirttiniz ya neyse; lütfen görselleri yeni sekmede açınız.






bu seferlik sadece gözmaması. 

yukarıdaki mavilikler, yerdeki karanlıklar




Yukarıda : Tüm semavi din külliyatlarında ismi ve hikayesi geçmekte olan Ezekiel. Osmanlı teoloji kaynaklarında Hz. Hızkıl ; bazı isimlerin fonetikliği inanılır gibi değil. Tanrı'nın geçtiği meşhur kapalı kapının önünde, sırrı saklıyor. Bu uzun hikayaden ziyadesiyle etkilenen bir mütedeyyin de onu böyle resmediyor.

Aşağıda: Fransız Dub sahnesinin medar-ı iftahar'ı EZ3kiel. Hiçbir teolojik kaynakta isimlerinin başka bir telaffuzu geçmiyor. Bazı isimlerin kalıcılığı inanılır gibi değil. Harikulade bir albümün, kapak görselinin derinliğini saklıyor. Bu uzun hikayaden ziyadesiyle etkilenen bir mütedeyyin de onu böyle resmediyor.



asıl yeni dalga



Neo-klasisizmin düsturundaki tepkisel sakinlik, sükun olmanın bizatihi kendisinin bir tepki olacağını müjdelediğinden beri bu "durum"a olan sessiz aşk sürmekte. Sıklıkla, donuk bir eylemsizlik hali ile karıştırılma hatasına düşülse de, bu tavrın ne kadar soğuk ve keskin olduğunu son zamanlarda Alva Noto ile yaptığı çalışmalarla Japon piyanist Ryuichi Sakamoto derimize kakmaktaydı. Söz konusu "durum"un (biçim mi demeli yoksa?) trajedi boyutlarındaki şahaneliğini IDM takipçilerinin saygıda kusur etmediği prodüktör Fennesz'de fark etmiş olacak ki, ikili birlikteliklerine "sessiz sedasız" bir gümbürtüyle devam ediyorlar.



Sakamoto piyanosunun ilk etapta boşluk gibi görünen, ama esasında oldukça dolu olduğu duyulan o alandaki her uzayışı, bir büyük dalgayla daha hemhal olacağımızın göstergesi değil mi?

duygunun patolojisi

her darbeye katlanmamalı insan, tanrı kimi yakalamışsa, derim ki, o batmalı.


hayat planı

sessiz bir evden gönderir tanrılar çoğun
geçici olarak, yabancılara sevdiklerini
soylu resmi hatırlayarak

zom, zum

gerçi
parlar karanlıkta da canlı resimler.



arrivederci!


nedir bu,
eski mutluluk kıyılarda

beni esir eden, ki onları
kendi vatanımdan çok seviyorum
çünkü tanrısal bir 
esarete satılmış gibiyim
apollo'nun gittiği yerde

denizdeki kanepe

Sadece güneşli günlerin akşamlarının üzerleri "Tanrım! Bu bir delilik!" demekten uzaklaşılır. Bu yüzden mi akşam üzerleri günün en çabuk geçen anlarıdır?



Senegal'de de durum böyle ki, Les Freres Guisse albümün adını da şarkının adı olarak düşünmüş. Dikkate şayan plak şirketi K7'de bu deliliği atlamamış.

suretteki delilik


"Tanrı, içimde vaktiyle olmuş, şimdi olan ve sonra olacak olan o kadar korkunç bir şeyin korkusudur ki, her ne pahasına olursa olsun, bunun vaktiyle olmuş olduğunu, şimdi olduğunu ya da sonra olacağını yadsıdığımı var gücümle yadsıyarak haykırmam gerekirdi. Ama yalan söyleyeceğim."

Müziğin meczuplaştığı noktaları, kendi kısıtlı dimağımızla tabi, okumaya başladıkça aslında kulağın bu meczubiyete ne kadar yakın bir organ olduğunu daha iyi anlıyoruz. Estetiğin diğer yaratılarının sıklıkla afaroz ettiği kulak, ruha kuş uçumu en "direk" yol olduğunu her seferinde bizi kündeye getirerek söylüyor değil mi?

Ne demişler? Gitarcı Omar A. Rodriguez-Lopez'in, yanına Cedric Bixler Zavala'yı da alarak oluşturduğu The Mars Volta, kulaklara Progresif Rock'tan Saykodelike, Avant-Garde'dan Salsa'ya, Latin Jazz'dan Funk'a, Post-Hardcore'dan vs....vs....

tarih tekerrürden ibarettir

Adadaki olaylara itafen!

yanan baruta körükle ateş etmek

Daha evvel çeşitli mevzularda dile getirdiğimiz karın ağrılarından biriydi: "Oryantalizmin, şarkiyatçılığın en fenası içe doğru patlayan (duhül eden diyelim) versiyonudur" lafı. Yani hali hazırda "şark"ta iken olduğu yere sanki garptaymış gibi bakmak, bir üst basamaktan oryantalizmin en ucuz turizmini yapmak idi kasıt. Bu duruş, birçok yerde olduğu gibi müzikte de birçok kişiyi ihya etti; etmeye devam ediyor.

Her neyse, konu o değil. Peki ya "yıkım"ın içe doğru patlayanına ne demeli? Kişisel tarihimizdeki belki de ilk dekonstrüksyonu yapan şey değil midir Nirvana? Sahi, wordpress köyünden bile kovulan şu naçiz günlükte neden Nirvana yok? Ha?



1980'lerin sonlarından, 90'ların ortalarına bile varamayan o kısa sürede Nirvana'nın basit bir teenage-angst vaziyetinden çok daha fazlası olduğu gerçeği, sadece o tarihlerin bizim teenage'liğimize denk gelmesiyle açıklanabilecek kadar basit midir? Yere batasıca rock tarihçileri ve eleştirmenlerinin dediği gibi Nirvana, Sex Pistols-Killing Joke hatta The Pixies'in uzantısı mıdır? Sahi rock tarihi ilahlaştırmaya (ilah endüstrisi de silah kadar öldürücü değil midir?) neden bu kadar meyyaldir? Nirvana sadece kulaklıklarla veya hoperlörlerle okunabilir mi? Son iki soru birbiriyle çelişir mi? Çelişse umrunuzda olur mu?

Her neyse, konu o da değil. Peki ya tüm araçları ile "endüstri" içine girmiş müzik ne derece derman olabilir? Halil Turhanlı'nın vaktiyle dediği gibi "herkesin bir şekilde kabul edip müzik marketlerdeki raflara koyduğu bir alt kültür ne boka yarar?"




Ağır bir çürüyüşün, seçilen birinin gözü önünde olmasıyla yüz binlerce kişinin gözü önünde olması arasında ne fark vardır? Kitabın aksine, artık "seçilmiş" olanlar o çürüyüşe tanık olmaları için mi seçilir hale geldi? Bu ilah endüstrisi yüzünden mi insanlar, geride bıraktıklarına kendilerinin hatırladığından daha fazla anı bırakmaya başladı?

Neyse, konu o değil.

büyü



takibat:

bbc'den naklen

"Metropolitan Police Deputy Assistant Commissioner Stephen Kavanagh said: 'When we have large numbers of criminals intent on that type of violence, we can only do that, get lots of officers there quickly and try to protect local businesses and local people.'

He also admitted relations with the family of the man shot dead by police could have been handled better."

ve bbc'nin sorusu:

"Have you been affected by the unrest this weekend? Send us your comments using the form below."


bir angara havası eşliğinde. bir de UK.

ada kaynıyor!




yalnız fransız banliyölerindeki magripli çocuklar ayaklanacak değil ya! ada'nın afrikalıları ve dahi karayiplileri, mahalleden arkadaşlarıyla beraber ta enfield'dan oxford circus'a, oradan da thames'i aşıp güneydeki rasta mahalleye, brixton'a kadar indiler. hayırlısı!



min.im.al




ada'nın sesini ve tonunu en hakikatli biçimde tasvir ettiğini her fırsatta söylediğimiz ciğerparemiz burial'ın prayer'ı için, dienststelle (aka, karl kliem) pek güzel çalışmış. floresan olmasa da turuncu gece lambalarının her daim cızırdadığı tek yer güney londra değilmiş demek ki, diyoruz ve müsaadenizle çekiliyoruz. "ne çok şey biliyoruz, değil mi gerry?"

buz demişken

alva noto ve ryuichi sakamoto, hayli gürültülü günlerimizde, 2000'lerin başlarında, hayli düzensiz hayatımıza vrioon albümüyle duhul etmişti. dinginliğin esamesinin okunmadığı o günlerde, tuhaf sarhoşlukların son dakikalarına, tuhaf sarhoşluklar sonrasında dalınan uykulardan önceki zihin çırpınmalarına, tuhaf sarhoşluklardan sonra dalınan uykularda görülen ve sonra nedense bir türlü hatırlanmasa da zihinde tuhaf bir tad bırakan rüyalara eşlik etti. pek de iyi oldu: zira ilk dinleyişte geniş bir boşluğa salınan piyano sedaının inşa ettiği uzay, elektronik çizikler marifetiyle öyle bölünüyor, parçalanıyordu ki herşeyimizi yerleştirebileceğimiz bir mekan şıpınişi önümüzde açılıveriyordu. dinginmiş gibi görünen bu karanlık, huzursuzluğumuzu kucaklıyor, dahası onu bir adım öteye taşımayı her dinleyişte vaadediyordu. özellikle de uoon I diye adlandırılmış hergele şarkı var ya, neler neler yaptı hepimize. tırnaklarımızla çizdiğimiz buzun, dirseğimizde ve burnumuzda bıraktığı sızlama.



aradan yıllar geçti, ikili bir kaç albüm daha yaptı, sonunda geçen yıl bir kez daha karşımızda bulduk ustaları. bunca zaman sonra kafa aynı kafa, sesler benzer sesler, hissiyatın karanlığı da baki. ne ki kimi rötuşlar mevcut: resim başka, buradan bakınca.

sabra sahip mamaperverlere, en karanlık hislerimizle: summvs.

bir şair dostumuzun kitabını açtığı dizeyle bitirelim, zaten çoktan bitmiş olan o faslı: "düzensiz hayatımı sevdim, neşelendim."

tesadüfi buz

Hangi dehlizde kaybettiysek onu, dikkat mi gerekir nedir? Zira tünelin tabanı, buzun "henüz" olmamışlığını buzluğun hücrelerine parmak sokarak anladığımız andaki kıvamda.


2000'lerin başlarında Bill Laswell ile birlikte kotardıkları Hashisheen "The End Of Law" gibi derin işlerden sonra izini bir süreliğine kaybettiğimiz Sussan Deyhim, buzun üzerindekileri bu sefer Richard Horowitz ile birlikte tasarlanan The Logic Of The Birds albümü ile titretiyor. Zaten tüm tesadüfler aniden buzu olmamış, olamamış olanlarla olmuyor mu?


beni bağrına bas


““Şüpheci Thomas” Rönesans ve Barok dönemlerinde Avrupalı ressamlar için popüler bir temaydı. Hikaye, İsa’nın Yeni Ahit’inde yer alır ve havarilerden Thomas’ın İsa’nın yeniden dirildiğine inanmayarak yaralarına dokunduğunu ve ancak bundan sonra ona inandığını anlatır. İngilizcede “Şüpheci Thomas” deyimi günümüzde, gerçek herkes için belirgin ve açık olduğunda bile mutlak bir kanıt görmeden inanmayı reddeden şüpheci insanlar için kullanılıyor. Caravaggio’nun şüpheci havariyi İsa’nın göbeğindeki yaraya parmağını sokarken gösterdiği tablosu özellikle güzel bir Şüpheci Thomas örneği. Derin bir saygıyla şiddetin harika bir karışımını görürüz burada.

Ben buna baktığımda Thomas’ın şüpheciden ziyade meraklı olduğunu düşünmüşümdür. Sanki yaranın nasıl bir şey olduğunu hissetmek istermiş gibi – bunun için de onu suçlayamam. Öte yandan, şüphecilikle ilgili endişe duyuyorum. Dünyada dokunamadığım öyle çok şey var ki… İklim değişikliği ya da soyu tükenen canlılar mesela. Ama yine de gerçekler.”

Patricia Piccinini, Hold me Close to Your Heart

kuyu


"Kent'te gördüğüm ve konuştuğum ve benimle konuşan Kadın.

Işıksız bir odadayım. Odamda olduğunu söylediler. Yatağımdaydı, benimdi tümüyle, ışıksız! Çok heyecanlandım. Bir korkudur aldı beni. Yırtık pırtık giysiler içindeydim, ben. Kibarlar alemindendi o, kendini vermeyi bilen; gitmesi gerekiyormuş! Tarifsiz bir acı duydum: kucaklayıp yatağın dışına yuvarladım. Hemen hemen çıplaktı. Çok çelimsiz olduğumdan üstüne düştüm ve onunla birlikte sürüklendim halılar arasında, ışıksız!
Bizimkilerin lambaları art arda, kırmızı ışıklarla yanıyordu yandaki odalarda. Kadın gözden kayboldu o zaman. Tanrının istemediğinden de fazla çok gözyaşı döktüm.

Sonsuz kente çıktım. Ey yorgunluk! Sağır gecede ve mutluluktan firarda boğulmuş. Dünyayı kar altında soluksuz bırakmak isteyen o kış gecelerinden biriydi sanki. Haykırıp "nerelerde o kadın?" diye sorduğum dostlar doğruyu söylemiyordu. Onun geçtiği yere bakan pencerelerin önündeydim her akşam: kefenli bir bahçede koşuyordum. İttiler beni. Sonsuz gözyaşları döktüm bütün bunlara. Sonunda toz dolu bir yere indim ve çatılar üzerine oturdum. Ve bu geceyle tükenmeye bıraktım bütün gözyaşlarımı gövdemin. -Yine de yıkılmışlığım hiç terk etmedi beni.

Anladım ki günlük yaşamını sürdürüyordu o; ve iyiliğin aynı yere dönmesi bir yıldızın dönmesinden daha uzun zaman alıyor. Dönmedi ve dönmeyecek odama gelmiş olan o Tapılası Kadın, -hiç ummadığım bir şey. Gerçek, bu kez, dünyanın bütün çocuklarından daha fazla ağladım."


A. Rimbaud


"Müzik bir ömür için yeterli ancak, bir ömür müzik için yeterli gelmiyor"

Trajedi, felaketin olduğu andan ziyade onun silinemediği daha sükun anları tanımlayan bir hal ise Sergei Rachmaninov'un mirası da bize bunun ne menem bir ruh hali olduğuna dair ipuçları veriyor; kuşkusuz. Bir duruş olarak virtüöziteden mümkün mertebe kaçınmayı bellediğimizden olsa gerek, ismini zikreder zikretmez onun ne kusursuz parmaklı pir piyano üstadı olduğunu akla getirenlerden ziyade bahsini ettiğimiz o trajik vaziyete "takılmayı" tercih ediyoruz.

Öncelikle 2 numaralı senfoniyi açan ve adeta bize "neyi açtınız da kapatıyorsunuz?" diyiveren dehşetengiz "The Grave" (Allegro ma non troppo) karşılıyor kulaklarımızı. İsmi bir karşılamadan ziyade bir bitişi andırsa da, sözünü ettiğimiz o "sürdürülebilir trajedi" esnasında bu anlamların pek de bir anlamı kalmıyor. Kendi yaşamında da asıl felaketin, yani ikinci savaşın, kendisinden ziyade ona yol açan o sessiz gidişattan dem vurduğu hayli ortada.

İkinci plak ise görünürde uzak ama histe yakın bir başka mevziden top atışı halinde. Şaşırtıcı biçimde Sovyet Kültür Bakanlığı himayesinde sunulan kayıt, daha sessiz. Akla gelebilecek her anlamda.

göz

"Bugün saat 21:30 sularında Hilton'da merkez üssü Adana olan baskında 10 hayat kadını düzenlenen hazırlık maçında transferleri için hazırlanan imza töreniyle balkanlardan gelen soğuk ve yağışlı havalar parçalanmış bulutlarla iyi akşamlar..."



Bu sitedeki bütün sesler, olaylar ve kişiler birer kurmacadan ibaret. Herhangi bir kurum, kuruluş ile ilgili benzerlik kurulması teklif dahi edilemezdi. Edilemedi. Bu bağlamda Hariçten Gazelciler'e selam eder, gözlerinden öpmeyi bir borç biliriz.