bozuk bir saat bile...

"dolunay, muazzam bir alka-seltzer tableti gibi denizin üzerinde salınıyordu."

buradan bir polisiye roman başlangıcı çıkmaz mı, muhterem mamaperverler? ilk cümlelerin gücüne inananlara sesleniyoruz elbet.

arada isabeti ve menzili tutturan bir serseri saat olarak yazıyoruz bu kez: bakalım, mümkün mü bu karmaşada.

neyse ki önümüzde örnekler var. bir türlü barışamadığımız ama kimi yerde sevmeden, dahası, saplanmadan edemediğimiz şark

yanlış bunun neresinde?

"Sundurmadaki adam, Menajer'in silahını sorgu yargıcına yönelttiğini gördü,Menajer tehditkar ve aynı zamanda şaşkın bakışlarla sorgu yargıcına doğru ilerliyordu, silahını meslektaşına yöneltmişti, pencereye ulaşmasını engellemek için sorgu yargıcının silahını Menajer'e doğru çevirirken bir yandan da "Git!" diye bağırdığını duydu, Menajer sonunda neler olduğunu anlamıştı, sorgu yargıcının sağ eline ateş edip silahını elinden düşürdü, sorgu yargıcının elinden kanlar boşandı, ve ancak şimdi, sorgu yargıcının iki büklüm olup sendelediğini gördükten sonra, ısrarla "Git!" demesinin bir numara, bir tuzak olmadığını anladı, "Git!" çığlığı gerçek bir dostluğun belirtisiydi, ve ancak şimdi sorgu yargıcının yanına koşmak ihtiyacını duydu, onu bağrına basmak, ona dostluğunu göstermek, kendisinin de ona karşı aynı duyguları beslediğini göstermek ihtiyacını duydu, pencereye doğru bir adım attı, ardından bir adım daha, Menajer pencerenin önüne gelmiş silahıyla her ikisini birden tehdit ediyor, yağmur aralıksız yağmaya devam ediyordu, sundurmada ayağı kaydı, duvara tutnmaya çalıştı ama sundurma çok kaygan olduğundan tekrar kaydı ve iç avlunun, evet, yukarıdan aşağıya ve soldan sağa sütunları olan bir bulmaca gibi siyahlı beyazlı kare çinilerle döşenmiş iç avlunun, büyük bir hızla üzerine doğru geldiğini son anda fark etti."

Andonis Samarakis, Yanlış. İletişim Yayınları, 2006

Ses getiren birkaç EP'den sonra ilk uzunçalarını bu senenin başlarında WARP etiketi ile yayınlayarak repütasyonunu iyiden iyiye artıran Gonja Sufi, kendisini ilk kez misafir ettiğimiz günden bu yana yaptığı "doğru"lara bir yenisini ekledi ve o harikulade debutun çok tehlikeli isimler tarafından remixlenmiş bir versiyonunu dolaşıma soktu. Söylenecek çok faz söz yok aslında, Gonja Sufi o debut ile size çarparak geçip gittiyse, bu The Caliph's Tea Party isimli remix albümü ile de vitesi geri alıp üzerinizden bir kere daha geçmekte hiç beis görmüyor. Ezelden beri"doğru"nun manasını "yanlış olmayan" olarak özümsemiş herkes için, bu çarpmalar, yerde sürtmeler, geri vitesle yeniden üzerinden geçmeler ne kadar "yanlış" olabilir ki?

"kendinde şey"

iyi müzik, "kendinde şey"e bakacağımız küçük yarığı, yani o yarım deliği, açmakta benzersiz katkılarda bulunabilir.





arovane geliyor, the storm'u usulca bırakıp gidiyor.

“perhaps, perhaps, perhaps”

bugün pek de iyi bilmediğimiz bir dilde yazılmış bir metni oyluyoruz. konuştuk her masada olur olmaz, yorgun düştük anlamaya çalışmaktan ve bittabi taraf olmaktan. maruz kaldığımız tuhaflığı çok kabaca şöyle örneklemek istiyorum: aynı şeyi düşünen ve aynı şeyi isteyen 3 gençten biri tüm iyimserliğiyle “evet” dedi, diğeri tüm güvensizliğiyle “hayır” dedi, beriki de tüm samimiyetiyle “boykot” dedi. referandum sorusunu nasıl sorduğumuz cevabımızı etkiliyor ama 12 eylül anayasasını istemeyişimizi değiştirmiyor. tüm bunların üstüne aklıma kurt tucholsky’nin meşhur sorusu geliyor: “hiç yarım delik olur mu?” pazar gününe yaraşır neşesiyle cake’ten geliyor cevabı: “perhaps, perhaps, perhaps”.

umutlu pazarlar!



we love ramadan'a ek...

'din'le ve aksesuarlarıyla ontolojik ilişkimizi koparalı hayli zaman geçti, tahmin edebileceğiniz üzere, pek muhterem mamacı kardeşler. ne ki, bu bir referandum kafasında işlememeli: tasavvufa gönül verdi, yahut ne bileyim, yemyeşil ekranlara ve banka hesaplarına adını yazdırdı diye iyi müzik yapan bir adamı (bir iki örnekte kalsa dahi) kökten koparamıyoruz kültür hayatımızdan. dahası, koparmıyoruz da. soframıza buyur ediyoruz, şol mübarek kadir gecesinde.






siyasi eğilimlerimizi bir kenara bırakıp burada linki verilen şarkıya bir göz atalım, 30'larına dayanmış yahut yeni başlamış insan tasarıları olarak kendimizi güfte ve bestenin, dahası istisnai düzenlemenin hoşluğuna ve ağırlığına, frankofon söyleyişle 'ambiancé'ına bırakalım, derim.

ahmet özhan'ın rotasını bu coğrafyada belli 'onyılları' harcamış olanlar bilir, yahut hatırlar ucundan kıyısından. gülşen bubikoğlulu filmlerin jönlüğünden yakasız (ve belki de dikişsiz) gömlekler ve badem bıyık kafasına geçişe eskiden olduğu kadar şaşmıyoruz artık. hem ahmet özhan bu dönüşümü muhtemelen en usturuplu yaşayan, içine dönük, sükunet sahibi, ince ruhlu bir adamcağız gibi görünmüştür hep.

yeryüzünün melankolik metaforlara alet olmaya en teşne parçacıklarını ardı ardına anan bu jeoloji hastası ruhun, panteizme meyledeceğine tek tanrılı bir dine angaje olması kayıptır kayıp olmasına ya, müzikal (ve lirik) dağarcığımıza nakşedilmiş bu tatlı ve hüzünlü şarkı belki de herşeyi affettirebilir, ha?

bin aydan hayırlı yüzbin geceden çılgın bu vakitte ezan sesini kıstırıp bunu dinleyelim ki enver ibrahim'le başladığımız ramazanı hakkıyla noktalayalım bari.

pascal'dan bir alıntıyla bitireyim (umarım bunu ahmet abi de okur): "diz çökün, inanacaksınız."