Kan Değil Portakal Suyu



Malum şairin, malum satırlarıyla tıp ilmini ekarte ederek koyduğu mihenk noktasına ulaşmasına iki senesi kalmıştı ve hala aklı beş karış havadaydı. Yaşından mı yoksa başından mı ölçülüyordu bu irtifa farkı? Bunu bilmemekle beraber bahsi geçen karışları kim nasıl ölçüyordu, bu konuda da hiçbir fikri yoktu. Ama karısının, arkadaşlarının, patronun ve annesinin belli ki bazı fikirleri vardı bu konuda; çünkü öyle olmasa  “biraz büyüsen iyi olur” ya da “bırak artık bu işleri” gibi laflarla döşeli, hafif tehdit rötuşlu sitemleri etmeyi hak görmezlerdi kendilerine.

Bir tek, küçük oğlu vardı onun bu hallerine ses çıkartmayan; aksine ona teşvik edici bir ilgi gösteren. Her sabah babasının işe giderken takım elbise ya da keten gömlek-pantolon yerine üzerine geçirdiği, etrafındaki yeterince ilgi çeken her şeyden daha ilginç olan; zombili, ucubik, kanlı canlı tişörtlerini hayranlıkla izlerdi. Babası onu öpmek üzere yerden kaldırıp kucağına aldığında, bakmak için kafasını tişörtün baskılı kısmına gömer ve tombul yanaklarının öpülmesini biraz daha zorlaştırırdı. Oğlu doğduğundan beri internetten sipariş verdiği ve gizli gizli eve soktuğu tişörtlerinin sayısı daha da artmıştı.

İşte böyleydi… Kazandığı paraların çoğunu grup tişörtlerine, CD’lere, konserlere harcıyor, etrafından tepki olarak “daha büyümemekle” suçlanıyor ve çevredeki “büyük” adamlar kendisine örnek olarak gösteriliyordu. Bu, bazen cüretkar işaret zamirleriyle, bazen de kalp kırmak istemeyen imalar ile yapılıyordu. Ama bütün bunlara rağmen dolabındaki tişörtlerin ve kütüphanesindeki CD’lerin sayısı gün be gün artıyordu.

Bir sabah kafenin birinde karısıyla kahvaltı masasında otururken, ramazanda yiyip içmesinden ve üzerindeki kanlı “Metallica – Kill’em All” tişörtünden fena halde nefret ettiği belli olan garsonla gözgöze geldi. Adamın bakışları o kadar rahatsız ediciydi ki, en fazla iki saniye dayanabildikten sonra bu nefret bakışlarından kurtulmak için gözlerini televizyona çevirdi. Ekranda, birkaç ay önce şantiyedeki çadırlarda kalan on işçinin yanarak öldüğü alışveriş merkezi inşaatının sahibini gördü. Elindeki, yüzündeki, elbisesindeki kanları büyük bir ustalıkla gizleyerek yanındaki devlet büyüklerinin sırıtışları eşliğinde ülkenin nasıl hızlı bir şekilde büyümekte olduğunu anlatıyordu.

Hala üzerinde hissedebildiği nefret bakışlarının yanlış adresi olan onun üzerinde ise kan değil, sadece biraz önce içtiği portakal suyunun, pipetle komiklikler yaparken tişörtüne düşen birkaç damlası vardı. 


Skål!






Big In Çamlıca


Malumunuz başımızdaki, belediyecilikten geldi buralara; imar, iskan, inşaat onun ve etrafındakilerin işi. TOKİ, duble yol, gökdelenler, HES inşaatları son zamanlarda büyümenin motoru. Büyümek dediğin kof iman tahtası ile olmaz tabii. Vurdun mu ses gelecek oradan. O zaman inşaatlara camileri de eklemek lazım. Hem de en büyüklerinden, en stratejik konumlularından...

Önce Taksim’le yoklanan nabızlar çok yükseklere çıkınca, yüksek nabızlara koşut olarak, İstanbul’un havadar yerlerinden Çamlıca, mevki olarak seçildi tanrının yeni evine. Her yerden görünecek, dindar nesle güven ve huzur verecek, düşmanları ise korkutacak; mavi ya da beyaz yakalının, yani yakası bir araya gelmeyen emekçinin, işsizin, öğrencinin, fakirin fukaranın her gün üzerinde cebelleşip durduğu taşı-toprağı altın yapacak simya mabedi olacak bu ev.

Canterbury kilisesi, Charles Dickens’ın Bayan Micawber’ine neler hissettiriyorsa (“…böyle kocaman kilisesi bulunan bir kentte karşımıza bir fırsat çıkabilirdi”*) bizimkisi de aynı hissiyatla dolduracak yürekleri.


Kısacası kafa yapacak…



* Charles Dickens - David Copperfield (Oda Yayınları, 2006, 2.Basım)

Diotima



"Hala Kızları Radyosu

Nazlı işaretparmağıyla burnuma dokununca, "Hem başsavcının hazırladığı iddianame hem de..."diye başlıyordum ki Zeynep uzanıp kulağımı büktü. İkisinin de çok sevdiği cızırtılı sesler çıkararak, gözlerimi çevirerek bir şarkıda durdum: "Ha ha hay dinleyin dostlar benim de artık bir sevgilim var. Hırsından çatlasın düşmanlar benim de artık bir sevgilim var." Neşeyle el çırpmaya başladılar. Nazlı ayağa kalkıp kollarını iki yana açarak birkaç kez çevremde döndü.

Biraz sonra sıkıldılar; ikisi birden sağ kulağıma davrandı. Önce biraz cızırtı, sonra "Pamuk alımlarında hükümetin belirlediği..." Yine sağ kulağıma uzandılar, "Erdemit Van'a bakar içinde..." Sonunda Zeynep dayanamayıp "Şarkı istemiyoruz!" dedi, burnuma bastı. Susup gözlerimi kapadım.
Kısa bir sessizlikten sonra, "Bir roman bir hikaye istiyoruz," dedi.

Nazlı başıyla onayladı, "Ben o istekli kuşu istiyorum!"
"İstekli değil o, iskete kuşu!" diye düzeltti Zeynep; isteklerinin bana ulaşmasını sağlamak için burnuma iyice bastırdı.

"Kamil Fikri'nin 'İskete' adlı hikayesini kaldığımız yerden okumayı sürdürüyoruz."
Zeynep yüzükoyun yere dizlerimin dibine uzandı, Nazlı sol kulağımı büktü, sesimi yükselttim:

"Günler geçmiş ama çocuk isketesinden henüz bir haber alamamıştı. Pencerede bir tıkırtı duysa hemen cama koşuyor, kapı çaldığında bile yüreği ağzına geliyordu. Bazı geceler uyumadan önce haritayı açıp Sinop'un çok uzak olup olmadığını anlamaya çalışıyor..."
Nazlı burnuma bastı, "Sinop uzak mı?"
Zeynep onu azarladı, "Böyle saçma sorular için radyoyu kapatırsan hikaye bitmez ki! Sinop uzak tabii!"
Ben itiraz etmeyince, "Hem de çok uzak!" diye ekledi ve burnuma dokundu.

"Ankara'dan Sinop'a giden yolun yokuş yukarı olduğunu düşünerek üzülüyordu. İsketesinin gücü yetecek miydi?

Böylece günler haftalar geçti. Çocuk çok sevdiği kuşunun ötüşünü, tüylerinin rengini, tek gözünü dikip bakışını neredeyse unutmaya başlamıştı. Bir gün sokakta saklambaç oynarken saklandığı yerde, bir bahçe duvarının arkasında, bir güvercin gelip omzuna kondu. Öyle korktu ki, neredeyse bağırarak kaçacaktı. Biraz sakinleşince güvercinin boynunda bir mektup olduğunu gördü. Güvercini ürkütmekten çekinerek titreyen elleriyle mektubu aldı.

Mektup isketesinden geliyordu. Hemen orada okudu. Sevgili kuşu sağ salim Sinop'a varmıştı.Yolculuğu iyi geçmişti. Yüksekçe bir dağı aşarken bulutların içine girmiş ve hiçbir şey göremediği için biraz korkmuştu. Ama yolların, ağaçların, tepelerin yamaçlarındaki kırmızı kiremitli evlerin ve uçsuz bucaksız maviliğin güzelliği bambaşkaydı. Sonra deniz... Denizi de görmüştü. Daha doğrusu önce duymuştu. Kocaman bir çift kanadın çırpılışı gibiydi.

Çocuk isketesinin mektubunu okurken ötüşünü duyar gibi, tek gözünü dikip baktığını görür gibi oldu. Omzundaki güvercinin uçtuğunu fark etmedi. Güvercin, aç olup olmadığı sorulmadığı için biraz kırılmıştı. Ama çocuk bunu düşünemeyecek kadar heyecanlıydı.

Yine günler haftalar geçti. Çocuk artık güvercinleri gözler olmuştu. Bir sabah pencerede bir tıkırtıyla uyandı. Açıp baktı, boynunda mektupla bir güvercin duruyordu. Mektubu aldı, güvercine biraz beklemesini söyledi. Az sonra ekmek ve suyla geri döndü. Karnını doyurup parmağıyla başını okşadıktan sonra güvercini yolcu etti. Kalbi duracak gibiydi.

Yatağına uzandı, biraz sakinleşince mektubu okumaya başladı. İsketesi Edirne'ye gitmişti. Kıyı boyunca uçmak, bilse ne kadar güzeldi. Su ile toprak arasına bir çizgi çeker gibi. Denizin korkutucu bir güzelliği vardı, bütün kuşları çağırıyordu. Ama toprak daha dosttu, çağırmasına bile gerek yoktu, ağaçları yeterdi.

İskete yolculuğunu, gördüğü yerleri öyle güzel anlatıyordu ki, çocuk defalarca okudu mektubu. İsketenin sağ kanadındaki hafif bir ağrıdan şikayet ettiği cümleyi neden sonra fark etti. Ötüşüne benzeyen cümlelerle kendini kaptırdığından bu şikayeti kavrayamamıştı.

Üçüncü mektup çocuğun ailesiyle çıktığı tatilden dönüşünde geldi. Daha doğrusu kim bilir ne zaman gelmişti de, evde kimsenin olmadığını gören güvercin balkona yuva yapmış, bekliyordu.

Mektup Balıkesir'den geliyordu. Marmara Denizi'nin altında pırıl pırıl yattığı uzun deniz yolculuğunu, güneşin ona eşlik edişini, denizle bir ırmağın birleştiği yerde konaklayışını, sazlıklardaki arkadaşlarının muhteşem korosunu anlatıyordu. Mektup bütün bu güzel şeyleri gölgeleyen bir haberle bitiyordu. Sağ kanadındaki ağrılar artınca iskete bir veterinere gitmek zorunda kalmıştı. Veteriner ona, mektup yazmayı bırakmasını yoksa yakında kanadını hiç kullanamayacağını söylemişti. Kanatların yazmak için değil uçmak için olduğunu hatırlatmıştı. Dolayısıyla bir süre mektup yazamayacaktı.

Çocuk bu habere çok üzüldü. Hem kuşunun uçmasının tehlikeye girmiş olmasına hem de o güzel mektuplarını artık okuyamayacak olmasına.

Aradan aylar geçti. Çocuk gökyüzüne bakmamayı, güvercinleri gözlememeyi öğrendi. Mektupsuz her gün isketesinin iyileşmesi demekti.

Baharın başlarında bir gün okuldan dönerken çantasının üzerine beyaz bir güvercin kondu. Çocuk hemen anladı, sevinse mi üzülse mi bilemedi. Simitçiden bir simit alıp küçük parçalara ayırarak güvercine verdi. Onu yolcu etti. Koşar adımlarla eve gitti, mektubu okumaya başladı. İsketesi..."

Zeynep heyecanla atılıp sol kulağını büktü.
"...bu kez hangi şehirde olduğunu yazmamıştı, çünkü bir kafesin içindeydi. Mektup yazmayı bıraktıktan sonra gerçekten de kanadındaki ağrı azalmıştı. Ama uçtuğu, gördüğü yerleri çocuğa anlatamamak bir süre sonra ona ağır gelmeye başlamıştı. 'Sana anlatamadıktan sonra gördüklerim neye yarar!' diyordu. Kafeste kanatlarına ihtiyacı olmadığından rahatça yazabilecekti. Sahibi arada sırada kafesini dışarı, bahçeye çıkarıyordu. Bahçe ilginç bir yerdi. Birkaç tane iğneyapraklı ağaç, bir asma ve pek çok çiçek vardı. Sahibi de ilginç biriydi. İhtiyar bir adam. Bastonla yürüyordu. 'Sana ihtiyar adamı ve bahçeyi anlatan mektuplar yazabilirim. Hem kim bilir belki sahibim bir gün beni sana getirir,' diye bitiriyordu mektubunu.

Çocuk gözyaşlarını silerek mektubu yastığının altına koydu. Önünde yine beklemeyle geçecek günler, aylar vardı."

Bir süre sustum. Sonra her zamanki melodiyi ıslıkla çalıp, "Kamil Fikri'nin 'İskete' adlı hikayesi burada sonra erdi. Yarın yeni bir programda buluşmak üzere hoşça kalın," dedim.

Zeynep iç çekerek burnuma dokundu.
"Bir daha anlat, hadi bir daha!" diye bağırarak burnuma atıldı Nazlı. "


Aramızdaki En Kısa Mesafe, Barış Bıçakçı

Küfr-i Lisan


“Başlangıçta söz vardı.”
Ardından onun karşısına “blasphemy”yi koydu insanoğlu. Her tanrı kelamına ya da kendini tanrının elçisi, gölgesi, yansıması, -hatta kendisi- yerine koyan muktedirlerin buyruklarına küfürle cevap verdi “sapkın” takımı.
Tarihin motoru sınıf mücadelesi ise yakıtı isyan oldu. Ağızdan, kafadan, kalemden çıkan her küfür ise ateşlemeyi yapacak enerji eşiğini atlamak üzere, tarihe düşülmüş notlar olarak bekleyen birer kıvılcım…
“…sözlerinde kendi kişisel duygularını dile getirir hiçbir şey olmadığı apaçıktı; sanki bir tarihçiydi ve kimseye hakaret etme amacı taşımadan büyük bir soğukkanlılıkla tarihsel bir gerçeği açıklıyordu.”
Çernişevski, “Nasıl Yapmalı?” romanında kendisine "rezil ve yalancı" diyen romanın en "üstün" kişisini böyle betimletiyor, romanın bir başka kişisine.
Ve ekliyor: “Bu sırada hali de öyle tuhaftı ki, ona kızmak gülünç bir şey olurdu. Bu yüzden yapabildiğim tek şey gülümsemek oldu.” 
İşte tarih yapan küfürbaz; kendisine gülümseyeni de, hazmedemeyip cezalandıranı da bu şekilde mimler.
Biz de mimleyelim o zaman ilk mamamızla, tarihe gömülecekleri ağız dolusu bir küfürle.


Küfr-i lisan ettiysem ne mutlu bana…