Çalışmak Yorar





yükselen sesin gittiği yer




TC: Bak, Pearl. Yeni ay. Hadi dilek tutalım!
PEARL: Ne dileyeceksin?
TC: Her zaman şu anki kadar özgür ve mutlu olmayı.
PEARL: Oh, tatlım, bu mucize istemekten farksız. Gerçek bir şey* dile.
TC: Ama ben mucizelere inanırım.
PEARL: O zaman tek söyleyebileceğim: sakın kumara başlama.

Truman Capote, Bukalemunlar İçin Müzik


* İkinci video birinci kurgunun devamı, durum baki, his aynı, ne olacağı belli. Capote'ye bir kez daha olağandışı bir selam olsun.


insan neyle yaşar?



Semyon tekrar sordu:
- Söyle bana Mihail, Tanrı seni neden cezalandırdı; Tanrı'nın üç kelamı nedir söyle, ben de bileyim.

Mihail şöyle cevap verdi:

- Tanrı onu dinlemediğim için beni cezalandırdı. Ben cennette bir melektim. Bir gün ona karşı geldim... Tanrı beni bir kadının ruhunu almaya yollamıştı. Yeryüzüne indim; bir de baktım ki yeni doğum yapmış, hasta bir kadın uzanmış yatıyor, ikiz doğurmuş, iki kız. Kızlar annelerinin yanında debelenip duruyordu, kadıncağız da onlara memesini uzatamıyordu. Beni görür görmez ruhunu almak için Tanrı'nın gönderdiğini anladı; ağlayıp yalvarmaya başladı: "Tanrı'nın meleği! Kocamı yeni gömdüler, ağaç altında kaldı. Ne öksüzlerimi büyütecek kardeşim, ne teyzem, ne de annem var. Alma canımı, izin ver çocuklarımı besleyip büyüteyim, kedi ayakları üstünde durduklarını göreyim! Çocuklar ana-babasız yaşayamaz."

Ben de kadının sözünü dinledim, çocuklardan birisin tutup göğsüne yanaştırdım, ötekini eline verdim. Sonra da göğe yükseldim. Tanrı'nın huzuruna çıkıp şöyle dedim: "Lohusanın ruhunu alamadım. Babayı bir ağaç ezmiş, anne ikiz doğurmuş; ruhunu teslim etmemek için yalvarıp yakarıyor, 'izin ver çocuklarımı besleyip büyüteyim, kendi ayakları üzerinde durduklarını göreyim! Çocuklar ana-babasız yaşayamaz,' diyor. Ben bu kadının ruhunu alamadım."

Tanrı da bana şöyle dedi: "Git kadının ruhunu al, sonra da şu üç kelamımı öğren: İnsanda ne var? İnsana ne verilmemiştir? İnsan neyle yaşar? Bunları öğrenince yine göğe, yanıma döneceksin."



Ben de yeryüzüne indim, lohusa kadının ruhunu aldım. Kadının çocukları göğsünden ayrıldılar. Cansız vücudu yatağa düştü, kızlrdan birinin ayağını ezdi. Köyün üzerinde yükseldim, kadının ruhunu Tanrı'ya ulaştıracaktım ama rüzgara yakalandım, kanatlarım tutulup koptu; ruh tek başına Tanrı'ya yükseldi, bense yeryüzüne, yolun kenarına düştüm.


Caz, İsyan ve Efkâr


“... Amerikan zenci müziği Amerikalı oluşundan yarar gördü. Salt egzotik, ilkel ve burjuvazi dışı değil modern olarak da karşılandı. Caz orkestraları, Henry Ford ile aynı ülkeden geliyordu. Avrupa kıtasında Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından caza ivme kazandıran entelektüeller ve sanatçılar, moderniteyi her zaman türün çekici nitelikleri arasına katmaktadırlar. Bu müziği muğlak biçimde (lokomotifler dışında), hiçbir benzeşim göstermediği makine uygarlığına bağlama konusundaki saçma moda da buradan kaynaklanmaktadır…”

Böyle yazıyor geçen günlerde dünyaya gözlerini kapayan Marksist tarihçi Eric Hobsbawn, cazın Avrupa’ya gelişini anlatırken.

“Tekrar ve tekrar, durmadan aynı mekanik işi yapmanın doğurduğu sonu gelmez acının kahır yüklü tekdüzeliği, Sisyphus’un işine benzer; sırtlanılan iş yükü, bitip tükenmiş haldeki işçinin durmadan gerisin geriye üzerine yuvarlanan kayayı andırır.”

Modernliğin ise insana nasıl geldiği bir üstteki alıntıda... Henry Ford’un (modern) üretim bant işçileri artık Sisyphus’un kendisi bile değil sadece birer uzvu. Kahır ise daha katmerli… Avrupa okumuşunun caza yakıştırdığı modernlik işte bu.


Modernliğe giden yolun kaldırım taşlarına bakalım bir de. Afrika’dan gemilere bindirilip yeni kıtaya getirilen ve bizzat makine olarak kullanılan siyahlara ki onlar Amerika’nın dünyaya en büyük ihracı olan popüler müziğin kaynağıdırlar:

“… Müzik ilk bakışta, gemideki gibi hafifmeşrep ve kaygısız gelebilir ama armonilerin ve parlak, mutlu ritimlerin altında sık sık o diğer sesleri, kölelerin ve torunlarının öfkeli, tehditkar seslerini, özgürlük ya da intikam arayanların “isyan müziğini” duyarsınız.”

Kölelikten ücretli köleliğe terfi etmek ilerleme tabii ama dahası mümkün. Esaret yolcularının torunlarından bazılarının halen süren ayrımcılığa dur demeye ve daha ileri gitmeye niyetleri var. Ama modern dünyanın koskoca Birleşik Devletleri’nin de kapı gibi burjuva kurumları var, tüm isyankar zencilerin çanına ot tıkayacak hapishaneleri var.


Gelelim zurnanın zırt dediği yere:

Kara Panter George Jackson’ın öldürülmesi, her türlü pisliğin döndüğü o hapishanelerden biri olan Attica’da, 43 kişinin ölümüyle sonuçlanan büyük bir isyanın ateşleyicisi olur. Sene 1971... İsyandan birkaç ay sonra da free cazın militan temsilcisi Archie Shepp, Attica Blues albümünü çıkartır. Free caz demek o zamanlar siyahlara rağmen en siyah caz demektir. Fakat bu albümde Shepp belki de saygı duruşunda bulunduğu siyah yoldaşlarının anısına, onların da sevebileceği geleneksel motiflere yakın, soul-R&B-funk esintili bir big band  tarzı tutturur. Saksafonu ile aralara kendi imzasını atmayı da ihmal etmez.


Yıllar geçtikçe unutulmasın diye konuşmayı da:

“George Jackson veya Attica’da yaşamlarını yitirmiş insanlar gibi insanlar adaletsizlik ve bahtsızlık karşısında büyük bir cesaretin simgesi olmuşlardır. Aralarından bazıları hayatlarını dünyayı değiştirmek umuduyla feda ettiler. Ancak maalesef çok az şey değişti, hatta durum her zamankinden daha da vahimleşti.(Şu anda artık) Hepimiz tutukluyuz."

Tüm tutuklulara selam olsun.




15tebir bes


"Mixed-tape is the generic name given to any compilation of songs recorded onto a Compact Cassette, Compact Disc, music file, or any other audio format."
 yeni karisik kasediniz size en yakin yerde.

  Corto Ramirez - 15tebir bes by corto

Elde kalan mükafatlar


“...gerçi evvelce, sağlığım yerindeyken, birkaç kere ister istemez yolum düştü camiye, ve kalbimi camideki diğer insanların kalpleriyle birleştirmeye çalıştım, fakat gözlerim duvarlardaki çinilerde, nakışlardaydı, onlara bakarak tatlı hayallere daldım ve elimde olmadan, böylece bir kaçış yolu buldum kendime. dua sırasında gözlerimi yumdum, ellerimi yüzüme kapadım, bir gece yarattım kendime, bu gecenin karanlığında, bir rüyada gibi sorumsuz, kendi duamı okudum. fakat sözcükleri huşu içinde söylenmedi bu duanın. çünkü ben tanrı'yla, yüce varlık'la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum! çünkü benim çok yükseğimdeydi tanrı.

sıcak, nemli yatağımda yatarken bütün bu sorunlar önemini kaybediyordu. tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi tasarılarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmek istiyordum. ölümün karşısında mezhebin, imanın, itikadın ne kadar gevşek ve çocukça olduğunu hissediyordum. sağlığı yerinde ve mutlu olanlar için, eğlencelik şeylerdi bunlar. ölümün ve çektiklerimin korkunç gerçeği karşısında, kıyamet günü üzerine, ruhun ahretteki mükâfatları üzerine bana telkin ettikleri şeyler, tatsız bir aldatmaca oluyordu. bana öğrettikleri dualar, ölüm korkusu karşısında etkisizdiler.”


Memleketimden Favori Şeylerim

Ölümü görüp sıtmaya razı olanlar, sıtmalı olmanın maliyetini kaldıramayıp ölümü tercih edenler, döner sermayeli hastanenin eli altından hastaya ilaç satarak köşeyi dönenler, bir elinde cigara diğer elinde kundaklı bebek “umurumda mı dünya” olanlar, para yutan kahve makinaları, kilitli tuvaletler, evsel/tıbbi atıklar, her satıhı yatak olarak kullanmada ustalaşıp yatak kapasitesini arttıranlar, umutsuz umutlular, umutlu kuruntulular, allah razı olsuncular/belasını versinciler, "buraya düşecek insan" olmayanlar, domates-peynir-ekmekten başka bir şey yiyemeyenler, oğullarının iyileşmesi şerefine bir Coltrane plağı alanlar ve mutlu olanlar...