Tavan arasına çıkmak için sandık odasındaki merdivenleri tırmanmak gerekiyordu. Merdivenin tepesinde de bir kapak vardı. Bir gün, gene sandık odasına girmiştim, tam merdivenleri çıkarken baktım tepedeki kapak açık. Yukardan hafif, tatlı bir şarkı mırıltısı geliyor. Tıpkı küçük kızların bir başlarına oyun oynarken kendi kendilerine mırıldanmaları gibi... Hemen dönecektim ama şarkı birden kesildi. Y ukarıdaki ses:
«Catherine sen misin?» diye sordu.
«Hayır, benim... Collin,» diye karşılık verdim ve başımı uzattım.
Dolly'nin kar topağı yüzü hiç değişmedi. İlk kez erimemiş, olduğu gibi kalmıştı.»
«Demek buradan giriyordun. Biz de bir türlü anlayamamıştık.»
Sesi, incecik bir kâğıt gibi hafif, yumuşaktı. Melek gibi gözleri vardı. Işıl ışıl yanan, duru göz lerdi bunlar. Saydam nane peltesi gibi parlak yeşil renkteydi. Tavan arasının alaca karanlığında, gözleri, çekingen bir bakışla beni dost bildiğini anlatıyordu.
«Demek buraya, tavan arasına, gelip oynuyorsun? Verena'ya bir başına sıkılacağını söylemiştim.»
Eğilip koca bir fıçının içine baktı.
Truman Capote, Çimen Türküsü
Etiyopya orijinini Toronto'ya taşımış ve kuzeyin şevkatli ve soğuk kollarına sığınan bir başkası olmuş Abel Tesfaye, The Weeknd rumuzu ile aynı sene içerisinde üçüncü uzun çalarını kara gömmüş. Michael Jackson'a çakılan en estetik selamlardan biri ile açılan albüm, nefaseti ile bizi "donuk" bırakan güzellik Montreal ile devam eder ve nihayetinde Next'in sonundaki dehşet solo ile biter. Sadece bu üç parça bile albüm ile oradan oraya "aktarmalı" olarak seyahate yeter. Gideceğiniz yer neresi olursa olsun.
"Her günkü gibi bir gün, sokak, ağaçlar, arabalar, büfe, çiçekçi, kuşçu (egzotik kuşlar), bahar olmalı, mavimsi, berrak, metro yolundaki işyerlerinin önü kalabalık, öğlen olmalı.
Orada, kendisiyle birlikte zangırdayan dünyanın merkezinde duruyor, titriyor, kuyruğu bacaklarının arasında, benzersiz, eşsiz, tek başına. Diğerlerinin iki, onun dört ayaklı olması değil bunun nedeni, kuyruğu da değil; korkusunun, kederinin, ümidinin benzersizliği…
Yaşlı, tasması iyi deriden, kanepede yatmasına göz yumuluyor, şakacıktan azarlanıyor, hardal rengi tüyleri yıkanıyor, silkiniverince evdekiler bağrışıyor. Sonra ne oldu Kocaoğlan, ne oldu? Doğacak bebek, yeni ev, evlenme, boşanma, ekonomik kriz?
Galiba, arabayla getirip bıraktılar: bankanın bekçisi.
Okşuyorum, konuşuyorum, bana izin veriyor, anlıyor ama kafası yatmıyor.
Şok geçiriyor, buraya getirin, biz gelemiyoruz: zengin mahallesi veterinerinin ölçülü biçili sesi…
Verdiğim suyu içmeye çalışıyor, sonra vazgeçiyor.
Saatler zangır zangır ilerliyor, birileri onu götürmek, bakmak istiyor. Tatlı bir kadın, orta yaşlarda, yakındaki bir evden, bahçeden söz ediyor: Hadi şanslısın, kulüben de olacak, sana arkadaş bile var…
Direniyor, terk edildiğine inanmıyor, hafif bir baş hareketiyle, neredeyse şefkatle, kadının zinciri takmasına engel oluyor, arabaları izliyor, ümitle bekliyor, kadının her hamlesinde kibarca başını yana çekiyor, titreyerek birkaç geri adım atıyor, kimseyi incitmek niyetinde değil, yalnızca gitmek istemiyor. Onu almaya geldiklerinde burada olmalı, bunu akıl edemediğimize şaşıyor.
Sonunda güçten düştüğünden belki, boyun eğdi, tatlı kadının ardından gitti, teselli edilemeyecek ölçüde kederli ki kuyruğundan belli, beynimde bir klik sesi, peltemsi gün donup kalıyor ve sarardıkça sararıyor eski bir fotoğraf gibi. ..
Ertesi gece, köprünün altında yatıyor, taa uzaktan seçiyorum onu, orada olacağını biliyorum, şaşırmıyor. Başını zorlukla tutuyor, gözleri kayıyor.
Sahibin seni bulabilsin diye bahçeli evden, o iyi kadından mı kaçtın Kocaoğlan? Ah Kocaoğlan…
Seni veterinere götüremem ama gidip camlarını kırabilirim: madeni masa, serum hortumu, çiğ ışık, yabancı koku, nöbetçi veterinerin lastik eldivenleri…
Yoldan geçen siyah cipe bakıyor, gözünün feriyle birlikte son ümit de sönüyor. Bahçe, kulübe, mama tabağı istemiyor, bir köpeğin benzersiz seçimiyle, bir köpeğin benzersiz kederiyle ölüyor. Bunu anlayabilmem için bazı kelimeler gerek bana, ama bulamayacağım; çok önceden biliyorum olmadıklarını…
Bir zamanlar yazı çizi işlerine merak sarmıştım, tabii daha ilk günlerde fark ettim faciayı, bir yabancıydık ki dünyaya, hani boşuna uzaylı falan arama! Çağın henüz patlamamış en büyük skandalı! Allahım ne hazin, ne ümitsiz çabaydı o! İnsanların önünde kurşuna dizildiği duvarın dehşeti , kuruyan nehrin kederi, havai fişek yangınında martı ölümü, yaşlı ağacın hayat bilgisi, kuşların uçabilmekten duyduğu haz, güneş açıverince duyduğumuz nedensiz sevinç ki, bizi birazcık dünyaya yakıştıran… Evdekiler baktılar sararıp soluyorum, bir tanıdıkların dağ evine yolladılardı beni, filmlerdeki gibi. Karlara bakarken, bakarken anladım, o ciğer yoktu bizde, dünyanın nefesini soluyacak, vah!
Şimdi anımsamıyorum ama ertesi sabah olacakları düşünmüşümdür: köprü çıkışındaki binanın bekçisi, sabaha karşı çöp kamyonu alıp götürdü, galiba ölmemişti daha, bir sigara yakıyor, siz de alır mısınız, hafifçe asılarak…
Belki, m olmalı, a olmalı, u, h olmalı, hepsi birden fazla olmalı, uzun uzun ulur gibi, bir köpeğin ciğerinden kopmalı, dişlerin arasından salyayla karışıp çıkmalı, yere akmalı, dört ayak üzerinde durmalı…