techno'nun lütufu


Gördüklerimizin esasında (o esas da neyse) var olup olmadığı yüzyıllardır kafalarımızı kurcalayadursun, mamacılar olarak asıl soru galiba "duyduklarımız" ile ilgili. Sesin girip gittiği yer, bıngıldaklarımızda dokunduğu jölemsi noktalar, her "tamam..yani..işte." deyişimizde sanki birdenbire yokoluverip çok daha karmaşıklaşan kaotik bir sahne. Dahası...bilemiyoruz. Brüt'te tıkalıyız hala, net'e gelene kadar daha kırk plak mama lazım.

Apparat, yanına Telefon Tel Aviv'i de alırsa bu "brüt"ün, "net"e varışına nasıl da yaklaşır değil mi? Lütuf ediniz, bir de kendiniz dinleyiniz. Sayulita, belki de kulağımıza mutluluğun formülünü fısıldayacak. Tıpkı sabaha karşı kulaklıklara fısıldadığı gibi. 40 plak demiştik değil mi? Kaldı 39.

Bir şehir, bir film ve çokça insan üzerine birkaç söz …



Hemen itiraf etmeliyim ki, oldukça karmaşık, hoplamalı ve dahi zıplamalı zihnimin ziyadesiyle serbest çağrışımları eşliğinde çokça kişiyi aynı anda selamlamayı düşündüğümden, yazının daha baştan sarpa sarması kuvvetle muhtemel! (bkz. ilk cümle) Bu uyarının üzerine hala devam ediyorsanız da:

E hoşgelmişsiniz, sefalar getirmişsiniz!

Sevdiğim şeyleri neden sevdiğimi anlamaya çalışıyorum bu aralar. Misal: bir istanbul aşığı sayılmasam da neden seviyorum İstanbul’u? Ya da belki ondan önce sorulması gereken soru: hangi İstanbul’u sevdiğim? Elbet İstanbul’da yaşayanlar kadar çok İstanbul var İstanbul’dan içeri… Kısa bir süre öncesine kadar, bildiklerim, gördüklerim içinde açık ara en çok sevdiğim Latife Tekin’in İstanbul’uydu; çarpıklığıyla, yamuk yumukluğuyla, unutulmuşluklarıyla ve görmezden gelinenleriyle… Sevgili Arsız Ölüm’ün İstanbul üzerine yazılmış en güzel şiirlerden birisi olduğu görüşüne de hala şiddetle katılırım. Reha Erdem’in “Hayat Var” filmi ile de bu hissiyatın iyice güçlendiğini fark etmiş bulunuyorum sevgili mamaperverler. Reha Erdem’in ustalıkla ve incelikle işlediği kült karakterlerden birisi hayat, yani İstanbul! Orhan Gencebay’ın

“Ağlamak var gülmek var
Sevilmek var sevmek var
Ne arasan var bu dünyada
Dertler varsa mutluluk var

……
Aldanmak var kanmak var
Aldatmak var yanmak var
Ne arasan var bu dünyada
Ne dert varsa çaresi var”

ile başlayıp ısrarla “Seveceksin, çok seveceksin” diye bitirdiği nağmeler tam da İstanbul’u, İstanbul tam da hayat’ı anlattığı için seviyorum Reha Erdem’i, İstanbul’u ve Orhan Gencebay’ı. Dahası: insan ne iyi ne kötü/hem iyi hem kötü; ne güzel ne çirkin/hem güzel hem çirkin olabildiği için, yani sadece insan olabildiği için seviyorum insanları. Şimdi birazcık da insana benzeyebildiği için seviyorum İstanbul’u. İnsanı, İstanbul’u, Latife Tekin’i, Reha Erdem’i, hayatı ve tüm bu saçmalıkları…. Birisinin bir yerlerde çok da güzel söylediği gibi; “Hayat çok güzel ama bir başka hayat daha yaşamayacak olmamız büyük bir saçmalık. En iyisi olanları unutmak”

Yahut şeytan azapta gerek!

w.s.b.'den şükran günü tebriği!





şükran gününe kadar şerefe, muhterem burroughs!

"To John Dillinger and hope he is still alive. Thanksgiving Day November 28 1986"
Thanks for the wild turkey and the passenger pigeons, destined to be shat out through wholesome American guts.
Thanks for a continent to despoil and poison.
Thanks for Indians to provide a modicum of challenge and danger.
Thanks for vast herds of bison to kill and skin leaving the carcasses to rot.
Thanks for bounties on wolves and coyotes.
Thanks for the American dream, to vulgarize and to falsify until the bare lies shine through.
Thanks for the KKK.
For nigger-killin' lawmen, feelin' their notches.
For decent church-goin' women, with their mean, pinched, bitter, evil faces.
Thanks for "Kill a Queer for Christ" stickers.
Thanks for laboratory AIDS.
Thanks for Prohibition and the war against drugs.
Thanks for a country where nobody's allowed to mind the own business.
Thanks for a nation of finks.
Yes, thanks for all the memories-- all right let's see your arms!
You always were a headache and you always were a bore.
Thanks for the last and greatest betrayal of the last and greatest of human dreams.

"staying up? keep it down!", yahut, müzisyenin mühendis olarak portresi

kulüp ortamında olan bitenler nelere benzetilmedi ki şimdiye dek: ahir zaman dini ayinlerinden tutunuz kontrolden çıkmaya her daim hazır orjilere dek ahlaki ve politik skalanın uçlarında salınan metaforlarla kat ettik dans pistini dört bir yandan. halbuki mevzu basit: geniş ortam, iyi ses sistemi, acımasız tonmaisterler ve ışıkçılar, ne yaptığını iyi bilen 'precise' makinistler (bunlara müzisyen de deniyor), ve elbette istekle, arzuyla, dürtüyle -ve mümkünse enva-i çeşit bitki ve kimya ile- dolu bir yığın insan hayvanı... bunları bir araya getirince sonuç garanti: kitlesel erinç! (ha, bir de geçici/kalıcı duyma bozukluğu, güvensiz seks, boşalan cüzdanlar, akşamdan kalmalık, geçici depresyon, bir sonraki gig'e dair network kımıldanışları, ve sonraki haftasonu, belki de ertesi gün, silbaştan.. şahane, değil mi?)





peki, asıl büyüleyici olan nedir? elbette işin 'emek' tarafındaki, hatta 'emeğin temsili' tarafındaki, yani performansın ta kendisindeki dönüşüm! kulüplerde temaşa eylediğimiz bu şahane insan evlatları, karmaşık kontrol panellerinin önünde, ince ayarları hayli stresli bir biçimde icra eden nükleer santral mühendisleri gibi görünüyorlar çoğunlukla! yahut, ruhumuza isabet etmek üzere özenle yerleştirilmiş küçük ses şarapnellerinden oluşan karmaşık bombalar tasarlayan kötücül, suratsız mühendisler! sessiz filmleri çekilse, müzik ürettiklerine kimseyi inandıramazlar. ama, işte, işin içine ses girince neler oluyor neler!

bir önceki giride bahsi geçen konserler silsilesi bunları söyletiyor, tahmin edebileceğiniz gibi. gecenin asıl gürültücü yıldızı plaid'in üyeleri hakikatten de hayli sakin, kımıltısız, ciddi, sorumluluk sahibi adamlardı. bizi sabaha eriştiren luke vibert ise bu alemlerden bıkmış gibi sürekli yenilenen birasından sık yudumlar alarak mesaiyi tüketme uğraşındaydı. yahu, hakikatten pek memurane bir hal vardı be! ama, işte, işin içine ses girince neler oluyor neler!

red snapper, eni konu jazz-rock grubu haline gelmiş. içimizdeki hayvanı hemen kavrayıveren net ritmler; saksafon, elektrogitar ve kontrbasla hemhal olup neredeyse morphine'inki tadında bir müziği oluşturdu. ama, kuvvetli bir dozda.. yukarıda bahsi geçen memurlarla karşılaştırınca nasıl coşkululardı! işte, performansın gücü, dedirttiler.





devrim'den hemen önce ve hemen sonra sovyetler'de yoğun bir biçimde tartışılan konulardı: sanatçı, aslında, işçi midir? gerçi, soru kipinde değildi, "sanatçı işçidir!" gibi bir cümleydi. aslında tartışılmıyordu da galiba... her şey nasıl da kesindi... neyse... evet, evet.. sanatçı da fabrikada çalışır gibi çalışmalı, yapı inşa etmeliydi; toplumsal işbölümündeki pozisyonunu diğer pozisyonlardan farklıymış gibi algılamamalıydı.

geçenlerde ada'daki komşu şehirlerden birine (beatles'ın yetiştiği, sonra terkettiği, sonra da her tür turistik eşyanın, mekanın üzerine yapışmak üzere lanetlenmiş bir halde geri döndüğü liman şehrine) yaptığımız bir san'at sep'et gezisinde gördüğümüz müthiş bir iş, jetonu trakkadanak düşürüverdi tembel zihnimizde:





taiwanlı müthiş mahluk tehching hsieh'in 1980-1981 yılları arasında gerçekleştirdiği performans akıllara ziyan: önce bir kontrat var ortada. bir şahit eşliğinde performansının hilesiz hurdasız gerçekleşeceğine söz vermiş hsieh. şahit de yılın sonunda gözlemini bir belgeyle sabitlemiş. çünkü, bu bir yıl boyunca bu adam, her günün her saati, işçi kıyafetlerini kuşanıp stüdyosuna yerleştirdiği iş saatinin başına geçmiş, punch-card'ını makineye basmış, bu anları da 16 mm'lik bir filmin karelerine kaydetmiş, her saate bir kare. 6 küsur dakikalık filmde sanatçının mahmur gözlerindeki bakışın değişimini, saçlarının uzamasını, sabrının bir türlü tükenmemesini izleyebiliyoruz. sergi salonunun duvarlarında da punch-cardlar ve tek tek her günün fotoğrafları asılı. bir işçi olarak sanatçının aslında ne demek olabileceğini düşünmek için böyle bir ters köşeye ihtiyaç duyduğumuzu idrak ediyoruz, şevk ve coşkuyla.

tuhaf: bu iş yaratıcı sahne performansı gibi görünen şeyle matematiksel kesinlik peşinde koşan ses mühendisliğinin arasında muğlak bir köprü kuruyor. gönlümüzün nereye yakın olduğunu tespit edebileceğimiz bir nirengi noktası olarak zihnimize çakılıyor. sabrının önünde şaşkınlık ve saygıyla eğilirken, hsieh'in selamete asla erişmemesini temenni ediyoruz. zira, bir süredir huzursuzluğumuzun müsebbibidir kendileri.

peki, bugün, müzisyen aslında mühendis midir? şimdilik öyle görünse de 2012'de beklenen solar akıntı muhtemelen tüm diskleri manyetik bir tsunamiyle boş defterlere dönüştürecek, makinelerin ayarlarını geri dönülmez bir biçimde mahvedecek; elektronik müziğin tüm teknik tersanelerine girecek, tüm hoparlörleri zaptedecek. işte, o zaman damarlarımızda asil ritm ve armoninin akışı, bizi ve onları tekrar gerçek seslere, tenimizin maddeye temas ettiği müzik yapma biçimlerine sürükleyecek. bu şahane apokaliptik ana dek kulüplerde sabahlamaya devam edeceğiz.

bereketli hafta sonları...

oturduğumuz yerden çıktığımız tuhaf seyahatlerin sonuna yaklaşıyoruz, kıymetli mamaperverler. zira artık "orada olma" vakti geldi, hatta geçiyor. daha önce duyurduğumuz the cinematic orchestra buluşmasına bu kadar az kalmışken; yüreğimiz, kafasını otobanda hızla seyreden bir arabanın yarıya dek açık arka camından keyifle dışarı uzatan bir boxer'ın sarkık üst dudaklarının rüzgarla titreyişi gibi pırpır ediyorken, yeni bir haber daha geldi, kalp sektesinden göçeyazdık, billahi!

bir önceki giriden erişebileceğiniz ingiliz şekerleri stateless'ın yanısıra eskmo, luke vibert, ve anchorsong'un misafir edileceği bir büyük "event" 20 kasım günü koko'da gerçekleşiyor. ev sahibi kim mi? plaid ve red snapper! "yıkılıyo" kafası! bu vakaya soundcrash demeyeceğiz de neye diyeceğiz, değil mi?





kimini anlatmaya gerek yok, kimiyle biz de yeni müşerref olduk. dahası memnun da olduk. nicedir playlistimizde aynı şeyler dönüp durmaktaydı ki ninja tune'un tazesi, flying lotus'un her manada memleketlisi eskmo geldi, cloudlight nam parçasıyla karanlığımızı kesifleştirdi. amon tobin'le bir araya gelip eskamon mahlasıyla (aile şirketi adı gibi, değil mi?) yaptıkları fine objects'in size ne tat vereceğini bilmem ama, björk'ün joga'sına yaptığı muamele, bizim kulağımızın damağında kaldı, kalacak.

masaaki yoshida, ya da karıştırmayalım işleri, anchorsong, pek çok şeyin başkenti tokyo'dan kalkıp herşeyin başkenti londra'ya yerleşeli epey vakit olmuş. şarkılarını dinlemek elbet güzel, ama live videolarını izlemenin lezzeti ayrı. zira videolarda, hayli asosyal görünümlü bu uzakdoğulunun maharetli parmaklarının, parçaları börek yufkası açar gibi katman katman üstüste dizerken; aralara da çello, keman, piyanodan müteşekkil "iç" koyarken; kıvamı nasıl tutturduğunu seyreyliyoruz. neden bu karanlık tonları ölesiye seviyoruz?

abartmaya lüzum yok: "ben artık şarkı dinlemek değil, şarkı söylemek istiyorum" diyecek cüret ve yetenek bünyede mevcut değil. ama, videoyla mp3 ile de bir yere kadar, değil mi canım! şarkı dinlemek istiyoruz, hemen şimdi canlı istiyoruz bunu! mama'nın şu aralar adada ikamet eden iki yazarı, "orada olacağız". kafamız yerinde olursa -sizce?- blog yazarı sorumluluğumuzu yerine getirip izlenimlerimizi sadece sizler için yazıya dökeceğiz, ciciler. bizi yemeğe beklemeyin, geç geliriz.

matilda, güzelliğinden deliliğin eşiğindeğiz


2002 yılında Leeds'ten yola çıkan topluluk Stateless, bu senenin sonlarına doğru derenin akışını canpare plak şirketi Ninja Tune ile anlaşarak değiştirdi. Bu birliktelikten dünyaya 2011 yılında gelecek uzunçalar Matilda ve ondan uzaya bırakılan ilk single Ariel her şeyiyle bizi tarifsiz duygulara ittirdi. Cebren.

Hani burada Stateless hakkında işi Radiohead'den alıp DJ Shadow'a uzattığına, lakin orada da fazla bırakmadan Hot Chip sosuna batırarak Cooper Temple Clause üzerinden Sonic Youth uçurarak "Dubstep Basları Diyarı" durağına götürdüğünü yazabilirdik. Hatta Cex, Nautilus ve Venetian Snares gibi "Elektronik Deliler Evi" kapısından Orhan Gencebay-Erkin Koray saykodelyasına gittiğini; yetinmeyip, Jeff Buckley üzerinden Autechre'ye uzandığını da yazabilirdik. Ama yazmıyoruz, çünkü kifayetsiziz. Tek bir single ile bize bunları yaptırıp da bu paragraftaki saçmalıklarımızı "Aslında müzikal olarak yersiz, yurtsuzuz galiba biz. İsmimiz de ordan geliyor; ondan böyle bi müzik çıkıyor ortaya" diyen topluluk elemanlarından David Levin'a kulak veriyoruz. Ama bir an için. Sonra tekrar Ariel'a dönüyoruz. Sonra tekrar. Ta ki o kıvama gelene kadar. Diyeceksiniz hangi kıvama? Herşeyi de dillendirebilsek, kulağa ne gerek kalırdı değil mi?

san'at, sep'et mevzuatı

"creative industries", "creative class" gibi tuhaflıklar üzerine okur, çalışır buldum kendimi. ada'da (ve okyanusun öte yanında, hatta memlekette de) uzunca süredir makbul terimler bunlar, malum. buraya gelmeden hemen önce tophane vak'ası üzerine hayli konuşulmuş, yazılmış, çizilmişti, ancak şimdi oturdu kafada, olan biten, biraz da olsa.

şimdi efendim, san'at-sep'et taifesi, devletten, halktan, ve elbet sermaye odaklarından, ekonomik, sosyal, hatta psikolojik desteğe ihtiyaç duyan, kimi zaman bunu reddeden, kimi zaman açık eden, bu desteklerle ilgili ciddi sorunlar yahut sorular gündeme geldiğinde de etik, estetik, politik otonomluktan dem vuran bir taife. bunda da bir zarar görüyor değilim, işin açığı.

ha, nedir, bir iki soru var, dolanan. sanat neden desteklensin? bu soruya bir sürü yanıt verilebilir ama sonunda ya sanatın sunacağı toplumsal yarar yahut onda zaten varolan, kendinden menkul bir kıymetin -ve dahi kerametin- kabulü gibi iki ucun arasında salınır gibi görünüyor bu yanıtlar. en azından tophane mevzuunda bizim camianın talihsiz demeçleri bu rotayı katetti. galeriler mahalledeydiler, çünkü zaten oralıydılar ve aslında orayı devletin yürüttüğü mütenalaştırma politikasının tersi yönde dönüştürme işlevini yerine getiriyorlardı. hem "halkla" da ilişkileri iyiydi: kimi projelerde "halkı" da işlere dahil etmişlerdi. bu saldırı mahalleye mal edilemezdi, daha başka bir cenahın, şer odaklarının işiydi; zira kalabalık ve örgütlü bir eylemdi. "içki içildiği için saldırının olduğu söyleniyor" gibi anlamsız bir gazeteci sorusuna verilen yanıt daha da anlamsızdı mesela: "dünyanın her yerinde sanat etkinliklerinde, resepsiyonlarda, açılışlarda içki içilir. bu normaldir." bu kadar ciddi bir saldırıya maruz kalıp bu kadar mainstream bir açıklamaya koşmak sadece tedbirsizlikle, şaşkınlıkla filan açıklanabilir herhalde.

nedir kuzum bu normalleştirme çabası, bu antagonizmasız, barışçıl akış umudu? "halkla" birlikte mi kesildi yani göbeğiniz? yok ki "halk" diye bir şey: işler var, bunların tuhaf etkileri var tuhaf insanlar üzerinde. bunun içinde de faşizm diye bir şey var elbet. muhafazakarlık filan var, şiddet var, sansür var. iyi de bunlara karşı, sanatla eğiteceğimiz halkın desteğiyle mi göğüs gereceğiz?

nicedir üzerinde düşünüp durduğum, artık derinden hissettiğim bir şey var: bir işe başlamadan önce onun indirgenemez anlamsızlığıyla yüzleşmek, hesaplaşmak gerekir. çünkü yarı yolda denk gelir de düşerse jeton, işi bitirmek hayli zorlaşır. bittiğinde dank ederse çok sıkıntı verir ya; bittikten sonra da hissedilmezse işin anlamsızlığı, o zaman eni konu ahmaktır zaten kişi. o yüzden iyisi mi, sanat gibi bizi ulvi amaç saçmalığından kurtarma potansiyelini en yüksek raddede taşıyan fırsatları kaçırmamalı, derim.

neden devletten destek alsın sanat, neden halk tarafından kabul edilsin? çok tehlikeli değil mi bu toplara çıkmak? o takımda oynamak istiyor muyuz hakikatten? yahut kendi aramızda konuşurken böyle mi konuşuyoruz?

anlamsızlığın, amaçsızlığın "kavranarak aşıldığı" özgür alanda politika yapmak varken sanat marifetiyle, diğeri çok yavan değil mi?

w.s.b.




"... at night, I would take two strips of benzedrine and go out to a bar where I sat right by the jukebox. when you're sick, music is a great help. once, in texas, I kicked a habit on weed, a pint of paregoric and a few louis armstrong records. ..."

w.s. burroughs, 1953, junky

chopin'i aşkla sevmemizin -ve elbette ondan nefret etmemizin- nedenleri

"he was in a terrible state -that of consciousness."
martin amis, the information

gündelik yaşantımızın, hafızamızda yer etmiş geçmiş parçacıklarının; romanlardan, hikayelerden, şiirlerden hatırladığımız noktaların yekünle imtihanı malum: pek az şey hatırlıyoruz.. ve fakat, bir yandan da neyse ki, gayet yüklü hatırlıyoruz onları.. her birini.. şahane bir biçimde.. kendi kurduğumuz, kendimize malettiğimiz biçimde, çünkü.. ruhumuz nereye meylediyorsa hafızamızda ona ilişik olabilecek partiküller bir araya gelip devasa bir hissiyata tamamlanıyorlar...

hafıza, tuhaf organ.. aslında organ değil, malumunuz, tam bir eklenti, bir protez. hayatı çoğu zaman kolaylaştıran, kimi zaman zorlaştıran, rasgele kayıtları sistematikmiş gibi göstermede pek mahir, bir bilinmez kutu! düşünseniz e, hep bindiğiniz dolmuşun ücreti gibi bir bilgi var, bir de, misal, uzun zamandır uzağınızda olan birinin kasıklarına ilişkin bir his... nasıl bir arada olur bunlar? hangisi hayatı kolaylaştırır, hangisi zorlaştırır? hangisi güzelleştirir?

chopin ile deneyimimiz -pek çok başkasıyla olduğu gibi- öyle çok koşulla kuşatılmış durumda ki! müzik tarihine ilişkin genel kültürün sunduğu imgeden yorum çeşitliliğine, nerede kimden dinlediğimizden nasıl kimle dinlediğimize, gecesine, gündüzüne kadar herşey yeniden, yeniden inşa ediyor onu... bunlardan münezzeh, salt bir vals, noktürn, yahut balad dinlemek mümkün değil gibi, değil mi? kelimelerden münezzeh bir fikriyatın olmadığını, olamayacağını savunan feylezofların safına sokulmaya da direnmek lazım, öte yandan. zira, müzik var, değil mi?






sanırım müzikle ilgili temel paradoks da bu: bazen kişisel tarihimizden, hafızamızın bize sunduğu o hayli eksik oyundan bağımsız bir biçimde müziğin bize birşeyler yapması, daha derunumuza temas etmesi mümkünmüş gibi geliyor, sevgili mamacılar! bunu alkolle yahut başka bir takım sefahat nebatıyla ilişkilendirmemeli şıpınişi (işleri kolaylaştırdıklarını not edelim elbet bir kenara da)... bu kadar da basit değil, hani.

zihnimizde böyle bir kazıya girmek ne raddeye kadar mümkün, bilmiyorum. bir yandan riskli görünüyor -"evde denemeyin" denecek kadar- öte yandan "hah, zemine ulaştım, buradan itibaren tabula rasa" diyeceğimiz yerden emin olmak da imkansız. iyisi mi biz daha kierkegaardperver bir yol izleyelim, bunu sorgulamayı bırakıp inanalım: müzik belki de bize dokunuyordur! bize rağmen; tüm o ağırlığa, lahana misali hafıza katmanlarına -"katman" demek de basitleştirdi, hadi, "ne idüğü bilinmez ağlara" diyelim- rağmen. bir kısa devre marifetiyle, kendimizin dışına, belki de artık kendimiz olmayacak kadar içine; incecik, kendimiz dediğimiz şeyin geçemeyeceği denli incecik bir tünelle kısacık bir süreliğine bağlanmak gibi.

chopin'le bunun ne alakası var peki? bu fikriyat müsveddesi chopin eşliğinde (adıyla analım: alexandre tharaud'un dert görmeyesi parmaklarından waltz #7 in c sharp minor, op. 64/2; waltz #12 in f minor, op. 70/2; ve p.'nin gönderdiği muhteşem ballade #1 in g minor, op.23) zuhur etti. o kadar. o kadar da değil işte, demek ki...