planlamada ciddi bir hata: temmuz sonu-ağustos başı, saçma sapan, uyduruk bir konferans için venedik'te bulunmak zorunda kalan naçiz yazarınızın karşısına çıkan en güzel iki sürpriz aşağıdadır:
1. dhaffer youssef, tutup saudi arabia pavyonundaki hoş bir videoya müzik yapmış.
2. armenia pavyonunun bulunduğu palazzo'nun biennale'le alakası olmayan arka odalarından birinde francis bacon'un eskizlerinin sergisi varmış, meğer!
ikisini siz birleştirin, pek gıymatlı mamaseverler! insanın insanlıktan çıktığı noktaların arasını çizince, ikisini birbirine bağlayan bir haritayı elde etmiş olacağımızı sanıyorum ben, naçizane... gerçi, cafer'in çapı francis'inkiyle karşılaştırılmaz ya...
venedik biennale'inde cafer yusuf ve francis bacon!
Şef:
sputnick
on 18 Ağustos 2009
/
Comments: (3)
izmir yanıyor, ya da, sezen aksu kimdir? kimlerle takılır?
Şef:
sputnick
/
Comments: (0)
sundurmanın altında öğle sıcağında böyle bir başlıktan başkası mümkün mü, kan ter içindeki mamaperver terakki fırkasının pek kıymetli üyeleri?
senelerdir şaşırtıcı kuvette bir "kanserojen şarkı sözü ve beste fabrikası" olarak çalışmakta olan kraliçe'yi arkadaşlarıyla birlikte canlı dinlemek nasip oldu sonunda, naçiz yazarınıza. bir sayfiye kasabasının açıkhava sahnesinde sezen aksu ve arkadaşları saatlerce çaldılar söylediler. avrupa turnesi için hazırlanmış konserde roman havasından rebetikoya, hicazdan latine kadar ne kadar çeşit varsa kraliçe'nin ürettiği, çalındı. hem, 'arkadaşları' da ara ara kendilerine ait olanları sıkıştırdılar. fahir atakoğlu, erkan oğur, seden gürel, orhan topçuoğlu gibi ağır topların tek tek sahneye davet edilişleri hoştu pek tabii ki, ama dahası, sezen'in nasıl sezen olduğuna ilişkin organizasyonel şemayı da göz önüne seriyordu. biraz da evropai bir kulağa ordövr niyetine bir şey sunuluyordu..
yeni albümü duymuşsunuzdur, nicedir yazacağım, yazamadım: özellikle baladlarda (damar?) çıtayı yükseltmiş kraliçe: izmir yanıyor adlı damarında, örneğin, bizi bizden alıyor. aslında konserde de edindiğim izlenime kapı açacak bu şarkı: sezen aksu biraz da ege, izmirli kadın, efelik, vs. gibi mitleri yeniden yazar durumda son zamanlarda. dönüp kalbim ege'de kaldı, izmir şarkı sözlerine bakarsak,
"aslında kendiniz şarkı söylemek istiyorsunuz, ama siz söylerken benim de burada olmamı istiyorsunuz"
senelerdir şaşırtıcı kuvette bir "kanserojen şarkı sözü ve beste fabrikası" olarak çalışmakta olan kraliçe'yi arkadaşlarıyla birlikte canlı dinlemek nasip oldu sonunda, naçiz yazarınıza. bir sayfiye kasabasının açıkhava sahnesinde sezen aksu ve arkadaşları saatlerce çaldılar söylediler. avrupa turnesi için hazırlanmış konserde roman havasından rebetikoya, hicazdan latine kadar ne kadar çeşit varsa kraliçe'nin ürettiği, çalındı. hem, 'arkadaşları' da ara ara kendilerine ait olanları sıkıştırdılar. fahir atakoğlu, erkan oğur, seden gürel, orhan topçuoğlu gibi ağır topların tek tek sahneye davet edilişleri hoştu pek tabii ki, ama dahası, sezen'in nasıl sezen olduğuna ilişkin organizasyonel şemayı da göz önüne seriyordu. biraz da evropai bir kulağa ordövr niyetine bir şey sunuluyordu..
yeni albümü duymuşsunuzdur, nicedir yazacağım, yazamadım: özellikle baladlarda (damar?) çıtayı yükseltmiş kraliçe: izmir yanıyor adlı damarında, örneğin, bizi bizden alıyor. aslında konserde de edindiğim izlenime kapı açacak bu şarkı: sezen aksu biraz da ege, izmirli kadın, efelik, vs. gibi mitleri yeniden yazar durumda son zamanlarda. dönüp kalbim ege'de kaldı, izmir şarkı sözlerine bakarsak,
"aslında kendiniz şarkı söylemek istiyorsunuz, ama siz söylerken benim de burada olmamı istiyorsunuz"
erkan oğur kimdir? kimlerle takılır?
Şef:
sputnick
/
Comments: (3)
mamababa'nın pek iyi bildiği üzere yazarınız, naçizane, erkan oğur hayranıdır. hatta biraz daha ileri giderek "e.o. benim peygamberimdir" dediği vakidir kimi zaman.
geçen gece uzun ve sarsıntılı bir scooter yolculuğunun sonunda limanın tam karşısına denk gelen ıssız koya konuşlanmış bir plaj-klübe vardığımda, birazdan burnumun dibinde sanatını icra edecek olan adama yine açılamayacağımı biliyordum, pek tabii.. olsun: bu hayli kuvvetli hissiyat, dile dökülünce saçma duyulabilir; hele bir peygamberin, kendisine peygamber olduğunun söylenmesini lüzumsuz bulma ihtimalinin yüksek olduğu düşünülürse...
e.o., turgut alp bekoğlu ve ilkin deniz'le birlikte yıllardır cazın acaib bir burcuna duhul edip çıkıyor. yarım saate, kimi zaman daha uzun süreye yayılan beher emprovizasyona, e.o.'nun beslendiği anadolu ezgilerini eğip bükerek giriyor; akabinde palamarları salıp, salmak ne kelime, koparıp, geniş bir alemi, ummanı kat edip dönüyorlar başladıkları yere. albümü dinlemek çok kolay değil, ama canlısı pek fena..
e.o.'nun telvin'le yaptığı şeyden bahsederken, artık klişe göndermelerin yükünden beli bükülmüş 'anadolu' kelimesini kullanmak zorundayız. zira e.o., kökü hayli derinde olacak biçimde orada işte.. neyse ki bu durum onun 'aleme' açılmasını engellemiyor. buralı adam, eyvallah, ne ki, bach'tan mingus'a, satie'den chopin'e uzanmayı engellemeyen, bilakis, besleyen bir buralılık hali bu. fakir cümlelerle anlatamayacağım olan biteni, ancak birlikte dinleyerek anlaşabiliriz bu hususta sanırım; ama biraz daha deneyeyim: 'alem'den kastım sadece bildik bir müzikal janr silsilesi içindeki geçişkenliğin taradığı alan değil. e.o.'nun herhangi bir solosunda nerelerde dolandığınızı farketmeden bu alanı katedersiniz etmesine, ama her zaman daha fazlası vardır. antik yunan'da pythagoras gezegenlerin sayısının, aralarındaki mesafenin, matematiğin ve müzikal tonlar arasındaki farkların, bir ve aynı düzene işaret ettiğini ileri sürerken şunu da ima ediyordu: müzik, 'alem'le senkron içindedir. işte, erkan oğur'u her dinlediğimde hissettiğim budur: önceden belirlenmiş ve sınırlanmış bir alem'e uygun notaları arayıp bulmaktan ziyade, şeceresi kestirilemeyecek bir birliktelikle melezleşerek sökün eden, birbirinin içine duhul ederek açılan sesler, varlık alanını genişletirmiş, beni de o zamanın içine davet edermiş gibi gelir hep. bunu bir e.o.'da, bir enver ibrahim'de, bir de stephan micus'ta buldum şimdiye dek.
dokunduğu her şarkıyı değiştiriyor e.o.'nun müdahalesi. düş sokağı sakinleri'nin (ki giderek tuhaflaşıp, o tuhaflığı kaldıramayacak bir noktada dağılıp tek kişilik bir tuhaflığa yuvarlanan bir grup sanırım) ilk albümünü tevazuuyla çekip götüren şey, tam da e.o.'nun hiç de müdahale gibi görünmeyen mırıldanmaları değil midir? ezginin günlüğü'nün bahçedeki sandal'ında yaş yetmiş'e eşlik ederken şarkıyı yeniden inşa etmekte değilse, nedir? bülent ortaçgil'in eski defterler'inde pencere önü çiçeği'nin canlı kaydındaki şiddetli soloya ne demeli? yazı-tura filminin çarpıcılığı, e.o.'nun müthiş bach (matthias passion) ve chopin (e minor prelude) yorumlarından nasibini almamış mıdır? ismail hakkı demircioğlu'yla, okan murat öztürk'le, djivan gasparyan'la, giderek janet-jak esim ile yaptığı her şeyin sound'undaki olağanüstülük onun elinden çıkma değilse nedir?
'alem' dedik, 'duhul' dedik, 'açılma', 'genişleme' dedik.. bunların hepsinin mekansal bir duruma işaret ettiği zannedilebilir. hayır! e.o.'nun bana öğrettiği şey zamandır. yukarıda hayli heideggerian bir tarzda açıkladım ya hislerimi, e.o.'nun bana asıl ilham ettiği şey bergson'un duree'sidir. 'ağırlama'yı dinlerken anladım; zamanı mekansal bir şeymiş gibi, eşit parçalara bölünebilecek bir şeymiş gibi algılayan pozitivist tarza karşı bergson'un birbirinin içine açılıp sürekli genişleyen kayan kesintisiz, bölünemez, dolayısıyla yeniden birleştirilemez bir şey olarak zaman kavramını koyarken ne demek istediğini... 'ağırlama'da avrupalı bir gitaristin çaldığı akustik gitar, barok'tan blues'a pek çok janrı kat eden yolculuğunda çok açık biçimde bölüp bölüştürürken zamanı, aynı tonlarda gezinerek onunla atışan perdesiz gitar, e.o.'nun elinde onu eni konu yumuşatıp yapıştırıyor tekrar.. tam da olması gerektiği gibi parçasız, kayan, eğilip bükülen bir bütün halinde iliklerimize dek 'zaman' tecrübe ediyoruz; mekan değil..
müziğin işinin zamanla olduğunu kabul etmek zor değil.. ne de olsa süre, ölçü, tempo gibi parametrelerle inşa ediliyor, müzik. elektronik müziği belki de bunlardan biraz daha ayrı tutmak gerek: zira, elektronik müzik, tıpkı nesne ya da uzay modelleme programlarında olduğu gibi uzamsal bir cetveller sistemi üzerine sample çubuklarının yerleştirilip üstüste bindirmesi yöntemiyle üretiliyor. en azından reason gibi programlarda böyle bu iş. bu yüzden, örneğin, gantz graaf nam videoda autechre'nin yaptığı ses işi ile adını bilmediğim birilerinin icra eylediği ritmik mekansal modelleme birbirine bu denli ait olabiliyor: hamurları aynı, hamur tekneleri aynı! üretim tekniği ile ürün arasındaki ilişki eninde sonunda kendini bir yerden gösteriyor, açıyor. böylece, ancak bu üretim koşuyla, o ses yığınını hayli mekansal, bölünüp parçalanabilen, atomlarına ayrılabilen, nispeten homojen bir yığın olarak hayal etmek mümkün olabiliyor.
üstünlük atfetmek değil ya, yine de söylemeli: e.o., çoğunlukla, zamanın içinde, zaman'la varolan, zamanı var eden müziği icra ediyor.
geçen gece uzun ve sarsıntılı bir scooter yolculuğunun sonunda limanın tam karşısına denk gelen ıssız koya konuşlanmış bir plaj-klübe vardığımda, birazdan burnumun dibinde sanatını icra edecek olan adama yine açılamayacağımı biliyordum, pek tabii.. olsun: bu hayli kuvvetli hissiyat, dile dökülünce saçma duyulabilir; hele bir peygamberin, kendisine peygamber olduğunun söylenmesini lüzumsuz bulma ihtimalinin yüksek olduğu düşünülürse...
e.o., turgut alp bekoğlu ve ilkin deniz'le birlikte yıllardır cazın acaib bir burcuna duhul edip çıkıyor. yarım saate, kimi zaman daha uzun süreye yayılan beher emprovizasyona, e.o.'nun beslendiği anadolu ezgilerini eğip bükerek giriyor; akabinde palamarları salıp, salmak ne kelime, koparıp, geniş bir alemi, ummanı kat edip dönüyorlar başladıkları yere. albümü dinlemek çok kolay değil, ama canlısı pek fena..
e.o.'nun telvin'le yaptığı şeyden bahsederken, artık klişe göndermelerin yükünden beli bükülmüş 'anadolu' kelimesini kullanmak zorundayız. zira e.o., kökü hayli derinde olacak biçimde orada işte.. neyse ki bu durum onun 'aleme' açılmasını engellemiyor. buralı adam, eyvallah, ne ki, bach'tan mingus'a, satie'den chopin'e uzanmayı engellemeyen, bilakis, besleyen bir buralılık hali bu. fakir cümlelerle anlatamayacağım olan biteni, ancak birlikte dinleyerek anlaşabiliriz bu hususta sanırım; ama biraz daha deneyeyim: 'alem'den kastım sadece bildik bir müzikal janr silsilesi içindeki geçişkenliğin taradığı alan değil. e.o.'nun herhangi bir solosunda nerelerde dolandığınızı farketmeden bu alanı katedersiniz etmesine, ama her zaman daha fazlası vardır. antik yunan'da pythagoras gezegenlerin sayısının, aralarındaki mesafenin, matematiğin ve müzikal tonlar arasındaki farkların, bir ve aynı düzene işaret ettiğini ileri sürerken şunu da ima ediyordu: müzik, 'alem'le senkron içindedir. işte, erkan oğur'u her dinlediğimde hissettiğim budur: önceden belirlenmiş ve sınırlanmış bir alem'e uygun notaları arayıp bulmaktan ziyade, şeceresi kestirilemeyecek bir birliktelikle melezleşerek sökün eden, birbirinin içine duhul ederek açılan sesler, varlık alanını genişletirmiş, beni de o zamanın içine davet edermiş gibi gelir hep. bunu bir e.o.'da, bir enver ibrahim'de, bir de stephan micus'ta buldum şimdiye dek.
dokunduğu her şarkıyı değiştiriyor e.o.'nun müdahalesi. düş sokağı sakinleri'nin (ki giderek tuhaflaşıp, o tuhaflığı kaldıramayacak bir noktada dağılıp tek kişilik bir tuhaflığa yuvarlanan bir grup sanırım) ilk albümünü tevazuuyla çekip götüren şey, tam da e.o.'nun hiç de müdahale gibi görünmeyen mırıldanmaları değil midir? ezginin günlüğü'nün bahçedeki sandal'ında yaş yetmiş'e eşlik ederken şarkıyı yeniden inşa etmekte değilse, nedir? bülent ortaçgil'in eski defterler'inde pencere önü çiçeği'nin canlı kaydındaki şiddetli soloya ne demeli? yazı-tura filminin çarpıcılığı, e.o.'nun müthiş bach (matthias passion) ve chopin (e minor prelude) yorumlarından nasibini almamış mıdır? ismail hakkı demircioğlu'yla, okan murat öztürk'le, djivan gasparyan'la, giderek janet-jak esim ile yaptığı her şeyin sound'undaki olağanüstülük onun elinden çıkma değilse nedir?
'alem' dedik, 'duhul' dedik, 'açılma', 'genişleme' dedik.. bunların hepsinin mekansal bir duruma işaret ettiği zannedilebilir. hayır! e.o.'nun bana öğrettiği şey zamandır. yukarıda hayli heideggerian bir tarzda açıkladım ya hislerimi, e.o.'nun bana asıl ilham ettiği şey bergson'un duree'sidir. 'ağırlama'yı dinlerken anladım; zamanı mekansal bir şeymiş gibi, eşit parçalara bölünebilecek bir şeymiş gibi algılayan pozitivist tarza karşı bergson'un birbirinin içine açılıp sürekli genişleyen kayan kesintisiz, bölünemez, dolayısıyla yeniden birleştirilemez bir şey olarak zaman kavramını koyarken ne demek istediğini... 'ağırlama'da avrupalı bir gitaristin çaldığı akustik gitar, barok'tan blues'a pek çok janrı kat eden yolculuğunda çok açık biçimde bölüp bölüştürürken zamanı, aynı tonlarda gezinerek onunla atışan perdesiz gitar, e.o.'nun elinde onu eni konu yumuşatıp yapıştırıyor tekrar.. tam da olması gerektiği gibi parçasız, kayan, eğilip bükülen bir bütün halinde iliklerimize dek 'zaman' tecrübe ediyoruz; mekan değil..
müziğin işinin zamanla olduğunu kabul etmek zor değil.. ne de olsa süre, ölçü, tempo gibi parametrelerle inşa ediliyor, müzik. elektronik müziği belki de bunlardan biraz daha ayrı tutmak gerek: zira, elektronik müzik, tıpkı nesne ya da uzay modelleme programlarında olduğu gibi uzamsal bir cetveller sistemi üzerine sample çubuklarının yerleştirilip üstüste bindirmesi yöntemiyle üretiliyor. en azından reason gibi programlarda böyle bu iş. bu yüzden, örneğin, gantz graaf nam videoda autechre'nin yaptığı ses işi ile adını bilmediğim birilerinin icra eylediği ritmik mekansal modelleme birbirine bu denli ait olabiliyor: hamurları aynı, hamur tekneleri aynı! üretim tekniği ile ürün arasındaki ilişki eninde sonunda kendini bir yerden gösteriyor, açıyor. böylece, ancak bu üretim koşuyla, o ses yığınını hayli mekansal, bölünüp parçalanabilen, atomlarına ayrılabilen, nispeten homojen bir yığın olarak hayal etmek mümkün olabiliyor.
üstünlük atfetmek değil ya, yine de söylemeli: e.o., çoğunlukla, zamanın içinde, zaman'la varolan, zamanı var eden müziği icra ediyor.