tehdit, telkin, tedavi

Plasebonun ne demek olduğuna ve plasebo etkisinin nasıl çıktıığına dair tartışmaların tıp tarihindeki yansımaları çok eskilere kadar gider. Plasebo, genel hekimlik anlayışında “deva” niyetine kullanılan bir şeyin öznel olarak olumlu etkisini ima eder. Bugün tüm tıp dallarında, tanım güçlüklerine ve bilinmeyen içeriğine rağmen plasebo etkisinin varlığı genel olarak kabul edilmektedir; tartışılan yalnızca onun hangi hastalıkta ve hangi ilaçta ne düzeyde bir etkinlik oranına sahip olduğudur.




Plasebo etkisi, hastalıktan hastalığa değişmekle kalmaz, ülkeden ülkeye hatta bölgeden bölgeye değişiklik gösterebilir. Hekimin plaseboya inanması bile plasebo etkisinde rol oynamakta ve onu artırmaktadır. Plasebolar için ilginç olan bir durum da yol açtıkları yan etkilerdir. Plasebo kontrollü birçok çalışmada yan etkiler plasebolarda daha yüksek oranda bulunmuştur.



Grubun kişisel tarihimizde yer tutan tek çalışması Black Market Music, telkin yolu ile tehdidi tedaviye yönelik etkiler bırakıyor. Tehdit ve telkinin git gide muğlaklaşarak tüm organlara sirayeti, tedaviye olan inancımızı zedelemedikçe döndürüp duruyoruz bu albümü. 2000'lerin başlarına mazoşist bir yad ile. Plasebonun bile yan etkiler oluşturduğu an, pesimistliğin (götümserliğin) lüzumunun kalmadığı andır belki de.

gün

h: 24 saat müzik dinleyebilirsin, değil mi?
o: evet. hatta, 24 saat boyunca aynı şarkıyı da dinleyebilirim.

tilkiler konseyi

güney londra'nın karanlık garajlarında bir büyük buluşma: şehrin gece gezen tilkileri thom yorke, burial ve fourtet önce tekinsiz bir sükunetle mirror diyorlar, plağı çevirdiğimizde ise biraz daha hareketlenip ego diyorlar.






fourtet'le burial'ın daha önceki buluşmalarından moth'da da kimya tutmuş gibi geliyordu kulağa ya, işte bu da kapak olsun, diyelim.

merhaba dünya!

Stefan Kozalla'nın toprağı Ludwig Feuerbach "Man is what he eats." demiş.

Uyarlayalım. Kulağımız ne yerse biz de o'yuz.





DJ Koze - Blume Der Nacht, PAMPA Records

[soundcloud url="http://api.soundcloud.com/tracks/4688849" params="show_comments=true&auto_play=false&color=ff7700" width="100%" height="81" ]

tekinsiz sükunet: vol.2




sokağa ve gürültüye dair süzülmüş bir bilgeliğin -ve yeniden- tekinsiz bir sükunetin ürünü: mama'ya daha evvel de konuk olan nicolas jaar kaydediyor da kaydediyor, sonra da bunun adına 'space is only noise' diyor, iyi mi?
kuzey avrupa 'sakinleri'nin ilahiyatla imtihanına dair şaşırtıcı bilgiler edindik ilkgençliğimizde, black metal grupları sağolsun. ateizmin bu denli yaygın olduğu bir yerin varolduğunu bilmek nasıl da heyecanlandırmıştı hepimizi! sonra sert, ahlakçı ve absürd kültür ürünleriyle iştigal ettik yıllarca: lars von trier'inkilerden aki kairusmaki'ninkilere tuhaf bir rotada seyreden -ve seyrettiren- hikayeler oralarda neler olduğunu anlatmaya girişti.

tekinsiz sükunet

adorno/horkheimerci kültür aydınlanmacılığını bırakalı çok zaman oldu: "popüler kültür yekten yozdur; zira endüstriyel üretimin ve dahi dağıtımın yapısı, kültür ürünlerine nüfuz ettiğinde bozar onları" demeye cesaret etmek mümkün değil nicedir. ada'da buna örnek teşkil edecek ve müzik endüstrisinin bokunda boncuk, hatta inci bulmayı mümkün kılacak tuhaf şeyler oluyor. (ne de olsa, yine buraların çocuğu john fowles'un lafzında egosentriklikten öteye giden bir muzırlık var: "çok satan roman iyi olamaz, benimkiler hariç!") aynı minvalde devam eden ve hayli popüler hale gelen bir takım veletin çok sıkı işler çıkardığını görmek, duymak, nicedir içine düştüğümüz karanlık güney londra atmosferini -en azından bir süreliğine- dağıtıveriyor.






james blake, kısa sürede genç bir efsane haline geldi. hakediyor da kerata, zira tıpkı fink'te olduğu üzere (ve fink'in 'piç'liğinden arınmış, daha karanlık sulara açılmış bir halde) pek çok genre'ın süzülmüş halini, yetingen -ama hayli cesur- dokunuşlarla müziğine işlemiş. kimi zaman eni konu gospel geleneğine yaslanan, kimi zaman vocoder numaralarına girişen jimi, arkada akan hayli hazmedilebilir r&b strüktürünü şahane minimal dokunuşlarla electronica'nın alanına davet ediyor. kimi zaman lennon'a, hatta elton john'a uzanan beklendik referanslar bir kenara konursa (hadi, biraz zorlayarak da olsa kapakta tespit ettiğimiz francis bacon referansını da ekleyelim); elemanın ses tonu, sükuneti, dinlerken verdiği huzursuz hüzün, kırılganlık, ve güftelerindeki şairanelik, hala mississippi'nin çamurlu kıyılarından seslenen merhum jeff buckley'i andırıyor -flying lotus'u da dinlemiş bir jeff buckley'i.. biraz da bağımsız damardan akan sufjan stevens, devendra banhart, beck gibi tuhaf tipleri.

ada, yeni dünya'ya sürekli cevap yetiştirmekle uğraşıyor. yahut tersi. her ikisi de iyi gidiyorlar.