kolektif coşku

"...
Bu nedenle, toplu esrime olgusu, sömürgeci Avrupa aklına adım attığı zaman düşmanlık, aşağılama ve korku hisleri ile damgalandı. Grup halinde esrime “ötekilerin” –vahşilerin ya da alt-sınıftan Avrupalıların- deneyimlediği bir şeydi. Hatta kendini bırakma, grubun ritimleri ve duyguları içinde kendini yitirme kapasitesi, “vahşiliğin” ya da genel olarak ötekiliğin tanımlayıcı özelliği olarak, ölümcül bir akıl zayıflığına işaret ediyordu. Avrupalılar esrime ritüelini dehşet içinde izlediklerinden, ziyaret ettikleri (ve süreç içinde çoğu kez yok ettikleri) halklara dair, onların tanrıları ve geleneklerine, kültürleri ve dünya görüşlerine dair çok az şey öğrenmiş olmalılar. Ama kendilerine dair son derece önemli bir şey öğrendiler ya da hayal güçleri yardımıyla inşa ettiler: Batı aklının, özellikle de Batılı eril, üst-sınıf aklın özü, davulların bulaşıcı ritmine direnmesinde, dünyanın baştan çıkarıcı vahşiliğine karşı, kendini bir ego ve rasyonellik kalesinin duvarları ardına kapatabilmesinde saklıydı.
...
Britanyalı antropolog Robin Dunbar, haklı bir üne sahip kitabı Grooming, Gossip, and the Evolution of Language’ta (Tımar, Dedikodu ve Dilin Evrimi) optimal bir paleolitik grubunun 150 kişiden oluştuğunu ileri sürer. Yazar, konuşmanın –kitabın başlığındaki dedikodunun- insanları bu büyüklükte gruplar içinde bir araya getirmeye yardımcı olabileceği tahmininde bulunur. Diğer primatlar örneğindeyse karşılıklı tımarın –bir diğerinin tüylerinin arasındaki böcekleri ya da kir parçacıklarını toplamanın- aynı şeyi yaptığını öne sürer. Fakat her ne kadar kitabın başlığında görülmese de, yazar bu ilk insan gruplarını bir arada tutan şeyin dans olduğunu ileri sürer. Dunbar’a göre konuşmadaki sorun, “onun duygusal düzeyde tamamen yetersiz olmasıdır.”

Tartışma ve rasyonelleştirme yeteneği kazanmamızla birlikte, büyük grubumuzu bir arada tutacak daha primitif bir duygusal mekanizmaya ihtiyaç duyduk. Sözlü tartışmaların soğuk mantığını zararsız hale getirmek için daha derin ve duyusal bir şeye ihtiyaç vardı. Görünüşe bakılırsa, bunun için müziğe ve fiziksel dokunuşa ihtiyaç duyuyorduk.


Gerçekte, yazar dilin danslı ritüelin hizmetinde olduğunu, “onların kendiliğindenliğini biçimlendirmenin” ve onlara “metafizik ya da dinsel bir anlam” vermenin bir yolu olduğunu düşünür. Tarihöncesi resimlerde dans eden yüzlerce figürün bulunduğunu, ama hiçbir kaya çiziminde açıkça konuşma ile meşgul olan çubuk figürlerin resmedilmediğini de unutmamalı.

Dunbar, grup dansının –özellikle sıra ve halka oluşturarak yapılan grup dansının- katılımcılarını Turner’in yirminci yüzyıldaki yerli ritüellerinde karşılaştığı türden communitas’lar içinde birleştirdiğini, insan topluluklarını eşitlediğini ve birbirine bağladığını öne süren tek kişi değil. İlginçtir, Yunancada “yasa” anlamına gelen nomos sözcüğü müzik bağlamında “melodi” anlamına gelir. Dans vasıtasıyla müziğe bedensel olarak teslim olmak, toplulukla, paylaşılan mitin ya da ortak geleneğin başarabileceğinden daha derin bir şekilde birleşmek demektir. Müziğe ya da şarkı söyleyen seslere göre eşzamanlı hareket ederken, bir grubu bölebilecek ufak tefek çekişmeler ve farklılıklar, kişinin bir dansçı olarak becerisinin değerlendirildiği zararsız bir rekabete dönüştürülür ya da unutulur. “Dans”, bir nörobilimcinin ifade ettiği gibi, “grup teşekkülünün biyoteknolojisidir.”

Dolayısıyla, dans boyunca bir arada kalabilen gruplar-ve bu grupların içindeki bireyler-, daha zayıf bağlarla bir arada duran gruplar ve bireyler üzerinde evrimsel bir avantaja sahip olacaklardı: topraklarına sokulan ya da başka şekillerde kendilerini tehdit eden hayvanlar ya da düşmanlık güden insanlar karşısında daha iyi bir toplu savunma oluşturabilme avantajı. Diğer hiçbir tür bunu yapmak için kafa yormamıştı. Kuşlar öterek işaret verir; ateşböcekleri eşzamanlı olarak yanıp sönebilirler; şempanzeler bazen ortalıkta birlikte tepinir ve etolojistlerin “karnaval” diye tanımladığı şekilde kollarını sallarlar. Eğer müziği yaratıp onunla eşzamanlı hareket edebilen başka hayvanlar varsa, bu yeteneklerini insanlardan saklamakta çok başarılılar demektir. Freud’un hayal etmeyi başaramadığı türden bir sevgiye, ya da en azından, insanları iki kişiden daha büyük gruplar halinde bir arada tutan yakınlığa yatkınlığı olanlar yalnızca bizleriz.
...
Gerçekte, ritmik müzikten keyif almaya eğilimliyiz ve başkalarını dans ederken izlerken, kendimizi dansın içine atacak kadar uyarılabiliriz. Yerli ya da tutsak halkların ritüellerini gözlemleyen bazı Batılıların söylediği gibi, dans etmek bulaşıcıdır; insanlar kendi beden hareketlerini başkalarınınkilerle eşzamanlı kılmak için güçlü bir istek duyarlar. İşitsel ya da görsel olarak duyulabilen ya da kasların ritme verdiği yanıtla ilişkili içsel bir duygudan kaynaklanabilen bu uyarıcı, bir psikiyatristin araştırma özetinde söylemiş olduğu gibi, “insanlarda beynin korkteks bölgesinin kontrolündeki ritimleri çalıştırabilir ve sonunda, son derece haz verici, tarifsiz bir deneyim yaşatabilir.” "