Dördüncü birasını almak için mutfağa gitmeseydi, muhtemelen
kapının çaldığını duymayacaktı ve Oğuz, içeri girene kadar eli zilin üzerinde,
kapıda bekleyecekti; ya Selim birasını bitirene ya da çalan şarkıyı diğer
şarkıya bağlayan o kısa sessizlik gelene kadar, yani aşağı yukarı beş dakika.
Bunu düşünerek, Oğuz’un çoğu zaman gülünçleşen inadına ya da azmine ağzının bir
tarafını çukurlaştıran bir gülüşle ve tabii ki sallanarak kapıya doğru yöneldi.
Kapı koluna elini atmıştı ama Oğuz’a gözetleme deliğinden bakmak istedi. Yalnız
mı gelmişti yoksa yanında Burcu var mıydı? Biranın şişirdiği karnından
yollayacağı hava topağını sessizce şimdi mi serbest bırakacaktı yoksa on saniye
sonra Oğuz’un yüzüne doğru Chris Barnes’ın eşlikçisi olarak hoş geldin
hönkürmesi mi yapacaktı?
Oğuz yalnız değildi ama yanındaki Burcu da değildi. Sadece
kadınlara karşı değil tanımadığı insanlara karşı da kibar olmalıydı. O yüzden
geğirmesini sessizce halletti ve kapıyı açtı. Oğuz sanki kulaklarının dibinde
çalan müzikten rahatsız olduğunu belirten el ve yüz hareketlerinden oluşan bir kombinasyonla
içeri girerken, Selim ikisine de ama sadece Oğuz’un yanındaki herife bakarak “hoş
geldiniz” dedi. O da elini uzattı ve sanki duyulmasını istemediği için alçak ve
çok kısa bir “merhaba” dedi. Bu arada Oğuz çoktan upuzun koridoru geçmiş,
salondaki müziği neredeyse susturmuştu. Koridordan kapıdakilere doğru gelirken
“bugün yılbaşı ve daha eğlenceli şeyler dinliyoruz” dedi ve sözlerine eliyle
vurduğu yandan asmalı çantasının içindeki CD’lerin tıkırtıları eşlik etti. Selim,
“oğlum niye bir yığın CD getirdin, bilgisayardan hallederdik” dedi ama ağzından
çıkanlar, sesi tekrar açılan müziğin içinde kayboldu. Salonda, pikabın
yanında Oğuz’un arkadaşı duruyordu. Ne ara içeri gidip müziği tekrar köklemişti,
anlayamamıştı Selim ama herifin yaptığı çok hoşuna gitmişti. Oğuz cıklayarak
çantasını koltuğun üzerine attı ve tuvalete yollandı.
Oğuz’un arkadaşı, pikabın başında ellerini bacaklarına
vurarak davula eşlik ediyordu. Selim “dur sana bir bira getireyim” dedi ama
çocuk şeytansı bir gülüşle yerinden hiç kıpırdamadan, bir zamanların meşhur
video oyunu karakterlerinden birinin yaptığı gibi kolunu uzatarak Selim’in
elindeki bira şişesini kaptı. Şaşkınlık içindeki Selim, herifin birayı
kafasına dikişini izledi. “O da birayı hızlı içiyor” diye düşündü. Hızlı bira
içmek muhtemelen kötüydü. Sizi sarhoş yapıyor ve karşınızdaki iri yarı sarışın
adamı, kolu bacağı uzayan bir hint fakiri olarak gösteriyordu. “Neyse ne” diye
mırıldanarak yeni bira almak için mutfağa yöneldi. Arkasındaki “Oğuz’un sıçması
bitene kadar çok içeriz. İki de bir mutfağa yollanma. Getir beş altı tane” diye
buyurdu. “Benim gibi sıcak bira, soğuk bira ayrımı pek yapmıyor anlaşılan” diye
düşünürken Selim'in ağzından “tamamdır” lafı çıkıverdi. Koridorda ilerlerken bu sinir
bozucu rahat tavırları garipsemediğini düşündü. Mutfağın girişindeki
buzdolabını es geçerek duvardaki IKEA raflarında bulunan tekilayı kaptı.
Şişenin yanında bulunan bardaklardan da iki tane aldı.
Salona geldiğinde esrarengiz misafirin avucunda evin dördüncü
canlısı olan Boklu’yu gördü. Boklu bir muhabbet kuşuydu. Kafeste tıkılı
kalmayı, evin içinde pırlarken etrafa tüylerini saçmaya yıllar önce tercih
etmişti. Sadece Selim müzik dinlediği zamanlar ses çıkarırdı. Evdeki hiç kimseyle arasında, evcil
hayvanların sahipleriyle kurduğu duygusal bağ yoktu. Cool bir kuştu. Ama şimdi, daha önce hiç ele avuca gelmeyen kuşun kocaman bir elin
içinde o “cool”luğundan eser
kalmamıştı. Küçük kafasını bir sağa bir sola çeviriyor, oradan kurtulmaya çabalıyordu.
Bu çabası boşunaydı tabii.
Elindeki kuşu
kulaklarına yaklaştırarak: “Alex Webster’ın şu löngürdeyen bası nedir biliyor musun?” dedi karşıdaki. Kuşu daha çok sıktığını görebiliyordu Selim.
“Cannibal’ın şarkılarındaki kurbanların korkudan hızlanan kalp atışları” diye
cevapladı kendini. “Aynı şu kuşun yüreciği gibi” der demez, Boklu’yu karşıdaki
duvara tüm gücüyle fırlattı. Müzik sesine rağmen, kuşun duvara çarpma sesini duymuştu
sanki Selim. O ses şu an duvarda duran lekeden daha çok mide bulandırıcıydı.
Kuş, bütün organları dışarıya çıkmış bir şekilde, içindeki kan, dışkı ve başka
sıvıların yardımıyla duvara yapışmıştı. Sanki duvara şu "splatter" denen son
moda plaklardan biri asılmış gibiydi. “Kıvamını tutturmuşuz” diyerek pis bir
kahkaha patlattı öteki. Selim o sırada kapıda donup kalmış Oğuz’u gördü. Kürdan
gibi bedeniyle ve şaşkınlıktan açılmış ağzıyla, kazığa oturtulup yamyamlar
tarafından canlı canlı yendikten sonra, o kazığın ucunda kafası dolaştırılan
beyaz adama ne kadar benziyordu. Tabii o kazıktaki gözlerin anca akı
gözükürken –uyurken Oğuz’un da gözünün akı gözükürdü- Selim’in karşısındaki
gözler fal taşı gibi açılmıştı. İki üç saniyelik şoktan sonra “Manyak mısın
oğlum sen, n’aptın?” diye bağırdı Oğuz. “Bir de gülüyor sapık herif. İçeceksen
adam gibi iç.” Bunları derken yavaşça olay mahalline yaklaşıyordu. Kuşun
yapıştığı duvara yakın duran kanepenin arkasına doğru eğildi ve bakışlarını tekrar duvara yönelterek “Burcu gelmeden
temizleyelim şunu” dedi. Kanepeyi duvardan uzaklaştırmaya çalışırken bir
yandan da söylenip duruyordu. “Ne istedin oğlum hayvandan. Sapıklık yapacak
başka zaman bulamadın mı? Eğer Burcu bunu görürse…”
Havayı yarıp geçen cismin çıkardığı ses o kadar belirgindi ki
Oğuz’un ağzından çıkan iniltiten ya da sonrasında kulaklarında başlayan
uğultudan ziyade, Oğuz’un öbür tarafta –varsa tabii- anımsayabileceği tek ses muhtemelen
sadece o “hıııyyşt” olacaktı. O sesin sahibi ise incecik boyna yarısına kadar
gömülmüş olan on iki inçlik kırmızı bir diskti. Oğuz söylenirken, iri arkadaş artık
dönmeyen plağı yenisi ile tazelemek için expedite yönelmiş, elini attığı ilk
plak “Exhumed – All Guts, No Glory” olmuştu. Muzır bir gülümsemeyle testere
dişli özel baskı plaklardan birini eline almış ve pikaba eğilirken, sağ
eliyle plağı bir plak delisinin tutmayacağı şekilde kavramış ve onu, kuşu daha
önce fırlattığı yere doğru fırlatmıştı.