"staying up? keep it down!", yahut, müzisyenin mühendis olarak portresi

kulüp ortamında olan bitenler nelere benzetilmedi ki şimdiye dek: ahir zaman dini ayinlerinden tutunuz kontrolden çıkmaya her daim hazır orjilere dek ahlaki ve politik skalanın uçlarında salınan metaforlarla kat ettik dans pistini dört bir yandan. halbuki mevzu basit: geniş ortam, iyi ses sistemi, acımasız tonmaisterler ve ışıkçılar, ne yaptığını iyi bilen 'precise' makinistler (bunlara müzisyen de deniyor), ve elbette istekle, arzuyla, dürtüyle -ve mümkünse enva-i çeşit bitki ve kimya ile- dolu bir yığın insan hayvanı... bunları bir araya getirince sonuç garanti: kitlesel erinç! (ha, bir de geçici/kalıcı duyma bozukluğu, güvensiz seks, boşalan cüzdanlar, akşamdan kalmalık, geçici depresyon, bir sonraki gig'e dair network kımıldanışları, ve sonraki haftasonu, belki de ertesi gün, silbaştan.. şahane, değil mi?)





peki, asıl büyüleyici olan nedir? elbette işin 'emek' tarafındaki, hatta 'emeğin temsili' tarafındaki, yani performansın ta kendisindeki dönüşüm! kulüplerde temaşa eylediğimiz bu şahane insan evlatları, karmaşık kontrol panellerinin önünde, ince ayarları hayli stresli bir biçimde icra eden nükleer santral mühendisleri gibi görünüyorlar çoğunlukla! yahut, ruhumuza isabet etmek üzere özenle yerleştirilmiş küçük ses şarapnellerinden oluşan karmaşık bombalar tasarlayan kötücül, suratsız mühendisler! sessiz filmleri çekilse, müzik ürettiklerine kimseyi inandıramazlar. ama, işte, işin içine ses girince neler oluyor neler!

bir önceki giride bahsi geçen konserler silsilesi bunları söyletiyor, tahmin edebileceğiniz gibi. gecenin asıl gürültücü yıldızı plaid'in üyeleri hakikatten de hayli sakin, kımıltısız, ciddi, sorumluluk sahibi adamlardı. bizi sabaha eriştiren luke vibert ise bu alemlerden bıkmış gibi sürekli yenilenen birasından sık yudumlar alarak mesaiyi tüketme uğraşındaydı. yahu, hakikatten pek memurane bir hal vardı be! ama, işte, işin içine ses girince neler oluyor neler!

red snapper, eni konu jazz-rock grubu haline gelmiş. içimizdeki hayvanı hemen kavrayıveren net ritmler; saksafon, elektrogitar ve kontrbasla hemhal olup neredeyse morphine'inki tadında bir müziği oluşturdu. ama, kuvvetli bir dozda.. yukarıda bahsi geçen memurlarla karşılaştırınca nasıl coşkululardı! işte, performansın gücü, dedirttiler.





devrim'den hemen önce ve hemen sonra sovyetler'de yoğun bir biçimde tartışılan konulardı: sanatçı, aslında, işçi midir? gerçi, soru kipinde değildi, "sanatçı işçidir!" gibi bir cümleydi. aslında tartışılmıyordu da galiba... her şey nasıl da kesindi... neyse... evet, evet.. sanatçı da fabrikada çalışır gibi çalışmalı, yapı inşa etmeliydi; toplumsal işbölümündeki pozisyonunu diğer pozisyonlardan farklıymış gibi algılamamalıydı.

geçenlerde ada'daki komşu şehirlerden birine (beatles'ın yetiştiği, sonra terkettiği, sonra da her tür turistik eşyanın, mekanın üzerine yapışmak üzere lanetlenmiş bir halde geri döndüğü liman şehrine) yaptığımız bir san'at sep'et gezisinde gördüğümüz müthiş bir iş, jetonu trakkadanak düşürüverdi tembel zihnimizde:





taiwanlı müthiş mahluk tehching hsieh'in 1980-1981 yılları arasında gerçekleştirdiği performans akıllara ziyan: önce bir kontrat var ortada. bir şahit eşliğinde performansının hilesiz hurdasız gerçekleşeceğine söz vermiş hsieh. şahit de yılın sonunda gözlemini bir belgeyle sabitlemiş. çünkü, bu bir yıl boyunca bu adam, her günün her saati, işçi kıyafetlerini kuşanıp stüdyosuna yerleştirdiği iş saatinin başına geçmiş, punch-card'ını makineye basmış, bu anları da 16 mm'lik bir filmin karelerine kaydetmiş, her saate bir kare. 6 küsur dakikalık filmde sanatçının mahmur gözlerindeki bakışın değişimini, saçlarının uzamasını, sabrının bir türlü tükenmemesini izleyebiliyoruz. sergi salonunun duvarlarında da punch-cardlar ve tek tek her günün fotoğrafları asılı. bir işçi olarak sanatçının aslında ne demek olabileceğini düşünmek için böyle bir ters köşeye ihtiyaç duyduğumuzu idrak ediyoruz, şevk ve coşkuyla.

tuhaf: bu iş yaratıcı sahne performansı gibi görünen şeyle matematiksel kesinlik peşinde koşan ses mühendisliğinin arasında muğlak bir köprü kuruyor. gönlümüzün nereye yakın olduğunu tespit edebileceğimiz bir nirengi noktası olarak zihnimize çakılıyor. sabrının önünde şaşkınlık ve saygıyla eğilirken, hsieh'in selamete asla erişmemesini temenni ediyoruz. zira, bir süredir huzursuzluğumuzun müsebbibidir kendileri.

peki, bugün, müzisyen aslında mühendis midir? şimdilik öyle görünse de 2012'de beklenen solar akıntı muhtemelen tüm diskleri manyetik bir tsunamiyle boş defterlere dönüştürecek, makinelerin ayarlarını geri dönülmez bir biçimde mahvedecek; elektronik müziğin tüm teknik tersanelerine girecek, tüm hoparlörleri zaptedecek. işte, o zaman damarlarımızda asil ritm ve armoninin akışı, bizi ve onları tekrar gerçek seslere, tenimizin maddeye temas ettiği müzik yapma biçimlerine sürükleyecek. bu şahane apokaliptik ana dek kulüplerde sabahlamaya devam edeceğiz.