flamenko ablalarından lilit'e: yıkıcılıkta sınır tanımayan kadınlar

yok yok, bir türlü çıkamadım bir iki gündür flamenko ablalarının menzilinden... dönüp elektronik müdahaleden geçmiş olanlarını da tarayasım yok hiç.. tony gatlif'in vengo'sunu kim bilir kaçıncı kez sputnik'le izlediğimizde mutabık olmuştuk: bu filmin en önemli olayı, kapanışta bizi başka bir dünyaya uğurlayan "naci en alamo" adlı şarkıdır.. ekteki albümdekinden başka, yasmin levy'nin okuduğu bir versiyonu da mevcut şarkının. onu da kendiniz bulun, her şeyi kulakmaması'ndan beklemeyin. söz ve müzik gatlif'indir, bu arada..

flamenco

(resimdeki iki kudsi erguner'i bulunuz)

aslında hiç de fena olmayan "evlerinin önü boyalı direk" cover'ında öykü hanımın eksiği nedir, diye düşündük geçende: sanırım öykü, buradaki ablalardan farklı olarak, yırtılmıyor şarkıyla beraber.. rahat okuyor.. kötü demiyorum, yanlış anlaşılmasın; ama yeterince güçlü değil..


hah, bir de: hazır ermeni'ydi, değildi muhabbeti eni konu saçmalığa vardırılmışken, özür metnine eşlik edebilecek bir şarkı yüklemeyi borç biliyorum: lilit pipoyan'dan aynı yıkıcılıkta bir seda geliyor: gulo
hazır ev sahibimizin menzili dışındayken onun pek takdir etmeyeceği işler yapalım, derim.. (kendimi yukarı ayrancı'da ev tutmuş bir öğrenci gibi hissettim şimdi, bakın..)

antony and the johnsons diye bir durum var hayatımızda. sanırım babylon'a da yolu düştüydü. ya da caz festivaline.. evet evet, caz festivaline olmalı, beton kafalardan "nassı yani, ne arıyo bu androjen caz festivalinde" sesi gelmişti.

antony, cocorosie, devendra banhart gibi tuhaf kişilerle aynı yerlerde bulunan bi

monsieur'ün ziyaretçileri

sergemania diye bir durum varmış ingilizce konuşulan dünyada, yeni öğrendik. gerçi bir yerde maniası olmasa bize nasıl ulaşacak diyesimiz de gelmiyor değil. bu sayfalarda da iki kez bahsettik amcadan, bir sputnik bir de kulunuz (er ve erbaş olarak)..


visuel



eh, bir mania dalgasına geç de olsa dahil olduk madem, buyrunuz harlayalım: 2006'da manşın ve hatta okyanusun öte yanına gönderilmek için gainsbourg misyonerleri olarak seçilen ve önce mösyö'yü yeniden ziyaret etmeleri istenen arkadaşların hepsi rüştünü ispatlamış çocuklar: monsieur gainsbourg revisited adlı albümde, sarkozy'nin taze eşi carla bruni'den, serinlikte mösyö'yü aratmayacak jarvis cocker'a -ki sputnik'in pek sevdiği kid loco'nun prodüksiyonuna okumuş-, marc almond'dan cat power'a (en tehlikeli işi onlar üstlenmişler: jane birkin'in orgazmik vokalimsisiyle en meşhur şarkıyı nispeten donuk bir biçimde coverlamışlar), portishead'den tricky'ye, placebo'dan michael stipe'a (ve daha nerelere) varan liste, beklentileri boşa çıkarmıyor.

biz kimleri ziyaret ediyoruz bayramda seyranda, millet kimleri ediyor! bakınız da ders alınız..

ha, "mösyö'yü ve haremini hangi dilde tercih edersiniz?" diye sorsalar "ingilizce değil, fransızca sivuple" deriz, o ayrı..

gainsbourg'a yeniyıl ziyareti

gomorra

ev sahibimiz, geçici bir süreliğine baklava diyarında ikamet edecek, biz de kiramızı buradan onun hesabına kulakmaması cinsinden yatıracağız. okurları mamasız bırakmama sözünü vermiş bulunduk bir kere.

bu sefer mamamız bir filmin bahsinden oluşuyor. gomorra'yı seyretmeyen varsa, hemmmen seyretsin, en yakındaki korsan dvd'ciden çektirerek.
l_929425_bd14b56c1



filmin, tuhaf ilişkilerle ve işlerle iştigal eden kahramanlarına fon oluşturan toplukonut ve banliyö mantığını işaret etmek isterim. o insanları o hale getirenin belki de bu rasyonel yapılaşma olduğunu iddia edecek yığınla kent teorisyeni var. modernizmin sonunun tarihlendirilmesini anımsayalım: bir tarafı siyahlar bir tarafı beyazlar için 1950lerin sonunda tasarlanmış pruitt-igoe toplukonutları (ki ciam mantığındaki bir şablonu yeniden üretiyordu) 1970lerin başında, daha 20 yıl geçmeksizin suç ve yozlaşmanın yuvası olduğu gerekçesiyle yokedildi. yıkımın başladığı saat, kimilerine göre modernizmin öldüğü saattir.

"peki, nerede kulakmaması?" diyeceksiniz, değil mi sekter okurlar? alın size mama, hem de en babasından: phillip glass'tan pruit-igoe'nin yıkımına bir güzelleme..

Devir! Teslim!

Barışta ve savaşta Kulak Maması ve mamacıları için başından beri sütümü akıtmak benim için bir şeref ve haz kaynağı oldu. Buradaki varlığınız , kulaklarınızı açışınız , yorumlarınız ve takipçiliğiniz için teşekkür etmek benim için elzem. Bitişini kağıt üzerinde bildiğim ama (en azından şu an) tahayyül edemediğim bir süre için sizlerden istemim dışında ayrılıp , mama bayrağını yoldaşıma bırakıyorum.

Kulaklarınızın hep mamalanması , ruhunuzun da bundan mütemadiyen nemalanması dileğiyle.

Şimdilik hoşçakalın.

Herşey için.

hayde vre zeybekler!

kırıka'yı ilk dinlediğimde, rasyonel kafam ister istemez sınıflandırmaya yöneldi. yeni bir folder açmak zorunda kaldım: post-zeybek! 'bir sır var gülüşünde', 'dert gemisi', 'nargilem', 'rast zeybek' gibi parçalar zaten ritmlerinden açık ediyor herşeyi. ağırdan kolları kaldırıp ritmin bir yerinde sekerek kendi etrafımızda dönmezsek parçayı bitiremeyeceğimizi biliyoruz.

k_r_ka


rebet kokusunu sadece ritmlerde, ezgilerde değil aldatılma, özlem ve favorimiz karafaki dolusu rakı gibi temalarda tespit ettiğimiz yetmezmiş gibi; 'dokumacı örümcek' gibi şarkılarda saykodelik bir iz de kokluyoruz; tabii ki soruyoruz: "hacım, ne kafası bu?"

izmir tutkunu olduklarını "istanbul yere batsın/ döneceğim izmir'e / izmir güzel istanbul boktan / yıkar seni hiç yoktan" tadında güftelerinden hatırladığımız istanbul blues kumpanyası'nın bazı eski üyelerinden müteşekkil kırıka.. albümün adı 'kaba saz'da da incesaz'a bir gönderme mevcut muhtemelen.

düşünsenize, bir yakın arkadaşı ege'nin kenarında üstü sazla kaplı bir 'gazino'da öğleden sonrası rakısı eşliğinde evlendirsek, kırıka'yı çağırmış olsak; onlar çalsa, biz oynasak, güzel olmaz mı?

esbjörn'den post mortem: leucocyte

merhumun son kayıtları, arada bir meylettiği elektrikli nağmeleri de içeriyor...

carton-front


'gani gani rahmet' dilenir ya, artık bizim lügatımızdaki karşılığı neyse...

Akşam yemeği hazırlanırken içilen şarabın başkalığı.

Madem Jazz'ın minimal ve sakin olanını seviyoruz, madem french touch akımı bizi bizden alıyor taa başından beri...İşte o akımın başı sayabileceğimiz bi ismin Serge Gainsbourg'un kıyıda köşede kalmış jazz kayıtları ile karşı karşıyasınız mamacılar. Albüm, Serge abimiz ve ufak bi jazz grubu tarafından 60'ların sonları ila 70'lerin başlarında kaydedilmiş eserlerin bir toplaması niteliğinde.

Bazı insanlar vardır , aç karnına yemek hazırlanırken içilen şarabın kişiye ayrı bir katkı sağladığını düşünür. İçki dediğin , şarap dediğin kesinlikle yemek hazırlanırken içilmeye başlanır. Şarabı yemekle beraber içmek ona sakil bir meşrubat havası verir. Halbuki ocak, tezgah ve lavabo başında kah havuç rendelerken , kah çorba karıştırırken içilen şarap her zaman makbuldür. Bir evde şarap , akşam aç karnına içilmeye başlanıyorsa bilin ki o evde kısık sesle yapılan düzgün diksiyonlu "elegan" espirilerin , sanat eleştirilerinin vakti gelmiş demektir.

Bu albümü soğuk bir kış akşamı sıcak bir mutfakta yemeği hazırlama esnasında, bir yandan da mutfağa girer girmez açtığı kırmızı şarabını yudumlayan tüm dünya hanımlarına hediye ediyoruz.
Serge Gainsbourg geliyor , Du Jazz Dans Le Ravin diyor.

folder

savaşma, söğüş!

yani, ne kadar militer olabiliriz ki? değil mi? hı?

aylar önce pek kıymetli mecmuamız express'te bahisleri geçtiydi ya, şimdi haklarında kitap da çıktı: içimizdeki maymun, metis'ten.. primatların hippie kuşağı olduğu zannedilen bonobolar, sorunlarını savaşarak değil, fotoğrafta görüleceği üzere, pek tabii ki sevişerek çözüyorlar.. hem de kadınlar arası sorunlarını bile..


bonobo_female_sex1


matthieu chedid nam kardeşimiz de hayli serin şarkısında onlara bir övgü düzüyor.. ne var ki videosuna bir michel gondry parmağı gerekiyor..

"güzün ektiğim ekinler dizimi aştı"

gün gelip bunu yapacağımı bal gibi biliyordum.. pişmanlık, vasatlığın güven vericiliğiyle dağılır umudundayım..

soviet_propaganda

benzer her durumda yaptığı gibi, esmeray yine utandırmıyor: ev sahibimiz sputnik için yıllar öncesinden pop-militer bir hayalet olarak sesleniyor: gel tezkere!

zeki, olgun ve ahlaklı.

Bir sene kadar evvel, "İçimizi deşen cover"lar kontenjanından (meraklılarının es geçmediğini tahmin ettiğimiz gibi 2008 Eylül'ünde Remembering The Tools DJ Set'inde de yer verdiğimiz "Everything In Its Right Place" cover'ı.) kucağımıza nur topu gibi düşüveren Osunlade bu girideki konumuz sevgili mamma mia mamacıları.

New York orijinli bu siyahi abimiz şaşırtıcı bir biçimde aslında taaaa Susam Sokağı zamanlarından beri profesyonel olarak müzik biznıs işinde yer almış , bu biznısı iyice dallandırıp budaklandırdıktan sonra da kendi plak şirketi Yoruba Records'ın da başına geçip yetenek avcılığı da yapmaya başlamış çok sevgili bi abimizdir. Oldukça uzun müddettir de New York entelijansiyasının içerisinde "çatı katı sergileri"ne layık DJ setler çıkartmakla meşgul. Hani dans müziğinin yaşının biraz 30'lara 40'lara kaydığı ama yine de yenilikçiliğe yer bırakmaya devam ettiği bölgelerin ustası gibi duruyor bu setleri ile Osunlade abi. Burada bugün sizinle paylaşacağım 2008 tarihli Passage , ve 2006 tarihli muhteşem kapaklı Cinco Anos Despue isimli toplama plaklarını deneyimlerken de aklımızda "ben dans müziğinin zeki , olgun ve ahlaklı olanını severim" lafı belirdi. Osunlade 'yı bizim gibi yukarda bahsedilen ter içindeki Radiohead cover'ı ile tanımış olanlardansanız ,ilk başta yadırgasanız da, aynı teri bu toplamada da akıtacağınızdan eminiz. Hem sağlam kulak sağlam dans etmiş vücutta bulunur bu bir , ben dans müziğinin zeki, olgun ve ahlaklısını severim bu da iki.

Passage (2008) 1 - 2
bbecd106d

Cinco Anos Despue (2006)
cs227702-01a-big

Komünistler Rapidshare'e!

Müziği paylaşmakla olacaksa bu iş , kulak maması mutfağı der ki : Download'a devam!
mp3

Recording Industry Association' a aldırmayın , bu siteden ekmek yerken arkanızda böyle birini bulursanız bizi arayın!

I.D.L.D.I.L.I.

Daha önceki girilerden de mama takipçilerinin aşina oldukları 2000'li yılların bize en heyecan veren janrlarından dubstep'ten vurmaya devam ediyoruz. Aslında işin derinine indikçe yanından geçtiğimiz sulatı mağaralarında evvela drum'n'bass temellerini , yanında 90'lar idm'inin seyrek kalıntılarını , UK Garage'cı çocukların terk edilmiş sualtı gözlüklerini görebilmemiz mümkün..Ha bana o kadarı yetmez daha da derine inelim derseniz , tabi ki önce Dub sahnesini ardından da 30-35 senelik Reggae kalıntılarını bulmak içten bile değil....Son iki yılın "olay"ı , güzeller güzeli Burail'ı bir kenarda tutarsak (ki kendisine hemen Thom Yorke , Bloc Party , Björk gibi büyük isimler kancayı takmış , haberlerini aldık) çok fazla da "superstar" isim çıkmaması , işin genel olarak 80'lerde yaptığımız gibi elden ele çoğalan kayıtlardan ve remix plaklarından (bu kadar ilgiye rağmen) hala bir nebze underground yürümesi şaşırtıcı ve sevindirici. Bu bakımdan şu meşhur DoItYourself (DIY) düsturu ile WhatYouSeeIsWhatYouGet (WYSIWYG) tuhaflığı arasında içimize doğru gidip geliyor hala Dubstep. Ve bu gidip gelmeler arasında da en büyük payı bunun gibi toplamalarla işin "ağır" özetleri oluşturuyor. Hepberaber söylüyoruz : I Don't Like Dubstep , I Love It ! (hızlı hızlı : I.D.L.D.I.L.I!)
6578896x

Dubstep'çilere selam, gollere devam!

Daha önceki girilerden de mama takipçilerinin aşina oldukları 2000'li yılların bize en heyecan veren janrlarından dubstep'ten vurmaya devam ediyoruz. Aslında işin derinine indikçe yanından geçtiğimiz sulatı mağaralarında evvela drum'n'bass temellerini , yanında 90'lar idm'inin seyrek kalıntılarını , UK Garage'cı çocukların terk edilmiş sualtı gözlüklerini görebilmemiz mümkün..Ha bana o kadarı yetmez daha da derine inelim derseniz , tabi ki önce Dub sahnesini ardından da 30-35 senelik Reggae kalıntılarını bulmak içten bile değil....Son iki yılın "olay"ı , güzeller güzeli Burail'ı bir kenarda tutarsak (ki kendisine hemen Thom Yorke , Bloc Party , Björk gibi büyük isimler kancayı takmış , haberlerini aldık) çok fazla da "superstar" isim çıkmaması , işin genel olarak 80'lerde yaptığımız gibi elden ele çoğalan kayıtlardan ve remix plaklarından (bu kadar ilgiye rağmen) hala bir nebze underground yürümesi şaşırtıcı ve sevindirici. Bu bakımdan şu meşhur DoItYourself (DIY) düsturu ile WhatYouSeeIsWhatYouGet (WYSIWYG) tuhaflığı arasında içimize doğru gidip geliyor hala Dubstep. Ve bu gidip gelmeler arasında da en büyük payı bunun gibi toplamalarla işin "ağır" özetleri oluşturuyor. Hepberaber söylüyoruz : I Don't Like Dubstep , I Love It ! (hızlı hızlı : I.D.L.D.I.L.I!)

Ping Pong

Shawn Lee'nin Ping Pong Orkestra'sı bizi yine sıcak kollarına alıyor havaların yavaştan soğuduğu şu günlerde sevgili mamacılar. Londra menşeili bu güzel groovy-neo-funk badileri bu sefer yaklaşan noel için bir albüm kaydına girişmişler. Modern Funk 'ın Nu Jazz ile birleştiği o erojen bölgelerden dem vurmuşlar. Buyrun, yaklaşan yeni yıl partisinde neler çalalım derdinden kurtulun.

300x3001

Project adamları onlar hep...

Başka şehirlerde hatta başka ülkelerde -kısıtlı olacağını bildiğim bi süre dahi olsa- yaşamama rağmen , hayattaki bazı enstrümanlara geç kalınmışlığın verdiği bozuk süt tadı veren hissiyatlarla beraber , ilk defa ciddi bir sayfanın açılması eşiğinde hissettiğim şu son birkaç günün soundtrack'i : Gotan Project 'in gecikmeli canlı kaydıdır "adsız mamacı"lar. Debutları ile ana akım içerisinde de hatırı sayılır bir sarsıntı yaratan ve "abi bu albüm de hiç eskimedi be!" klasörüne giren bir işe imza atan Gotan Projecileri , geride bırakmaya can attığımız 2008 senesinde nihayet çift CD'den oluşan albümlerini raflara koydular; biz de mama kıvamına getirmeden duramadık tabi. Steril , pastörize günlük AOÇ sütü gibi bu nihayetinde : ister kahvenize katın , ister sek için , ister uykudan evvel ister uyanınca..Hiç fark etmez. Süt bu. Başka bir hayat söz konusu olan. Başlayacak olan. Gotan Project bu.
db0f9c735cbfce6ec758f61c0b7adb78_full

Cep'te.

Yaşadığım şehrin 1990’lı yılların başlarından itibaren oluşturulmaya başlanmış “çeper” uydu kentlernden birinde oturmam; ve toplu taşım araçlarında uzun müddetler seyahat etmek zorunda olmam sebebiyle “taşınabilir müzik” kavramını birinci elden deneyimlemek mümkün oldu.
Yolculuk esnasındaki müziğin, durağan “pasif” dinleyişten bazı farkları olduğu bir gerçek ama belki de hiçbiri o geceki “son otobüs”ün arka tarafında olanlar kadar belirleyici olmamıştır.
“son otobüs” genelde safi masküler ve saf alkol dolu. Yolun nispeten engebe ve virajsız oluşu , uzunluğundan kaynaklı kurtarmıyor mide bulantılarını. Onlardan biri; şarkı aralarında arka koltuktan gelen konuşmaya kulak misafiri olmamla başladı. Dış görünüşü ile Olabildiğine “tahmin edilebilir” bir adam, paltosunun sağ iç cebinde snickers , sol iç cebinde ise bir cep kanyağı ile yolculuk ediyor. Dinlediğim müziğe anca “insan konuşması sesi” sample’ı olabilecek derecede işitebildiğim bir muhabbet de var tabi yanındakiyle. Bir snickers’ın hışırtılı açılışını , ardından cep kanyağı kapağının dönüş sesini duyuyorum , bir kulağımdaki müziği. Hepsi karışıyor, hepsine karışıyoum. Yol bitmiyor.

Snickers ve cep kanyağı.

Bazı müzikler cep kanyağının yanındaki snickers bu hayatta ; bazıları ise snickers’ın yanındaki cep kanyağı.

from wroclaw, with love and squalor

wroclaw güzel, rahat, hijyenik bir polonya kenti.. kenti vakt-i zamanında ardı ardına istila etmiş ruslardan ve almanlardan nefret eden insanlar, lüzumundan fazla sayıda katedral, saat gibi işleyen altyapı hizmetleri ve komünist dönem kalıntısı "kasvetli modernist mimari" örneği toplu konutlarla; şahane biralarla, manyana'daki zubrowka (jubrufka diye okunur bir votka çeşidi) + apple juice kafasıyla, deri ürünlerin bizdeki dösim muadili devlet teşebbüsü mağazalardaki ucuzluğuyla hatırladığımız kentten meğer bir nu-jazz ikilisi de çıkmış. hatta öyle bir çıkmış ki; kendilerini demodur, ep'dir bir iki işten sonra ninja tunes'un uzattığı bir sözleşmeyi kanlarıyla imzalarken bulmuşlar. biz gittiğimizde onları orada bulamamıştık, herhalde patron yemeğe filan çağırmıştı.


skalpel


skalpel, geçen yüzyılın ikinci yarısında polonya jazz klüplerinde olan bitenleri koklatan düzenlemeleri ile wroclaw'dan bildiriyor. biz de f.e.'ye teşekkürlerimizi iletiyoruz.

Harikalar Diyarı'nın Alice'i.

Alice Russell ile ilk olarak Tru-Thoughts etiketli bazı mühim kayıtlarda , mesela Quantic ve Quantic Soul Orchestra projelerinde konuk sanatçı olarak tanışmıştık 3-5 sene evvel. Klasik Jazz ve daha da mühimi Soul kökenli olduğu her türlü dokunuşundan belli olan bu "beyaz kadın"ın kendi ağzından söylediği etkilenimler de hatırı sayılır hani : Minnie Ripperton, Eva Cassidy, Stevie Wonder, Chaka Khan, Aretha Franklin ve Jill Scott.






Ana akımın ilgisini solo albümlerinden evvel Nostalgia 77 ile kaydettiği White Stripes güzelliği "Seven Nation Army" ile çeken Alice , 2004 yılında Under The Munka Moon , 2005'te My Favourite Letters , 2006'da ilk plaktan arta kalanlar ve remixlerden oluşmuş Under The Munka Moon II ile gönül raflarımızdaki yerini patır patır almıştı. Şimdi de sırada uzun müddettir beklenen yeni solo albümü Pot of Gold. Bu ay içerisinde çıkan albümün prodüktör koltuğunda da yakından tanıdığımız güçlü bir referans TM Juke oturmakta ki , bu da bize cuk oturmakta.
folder1
Her ne kadar her türlü müzikte masturbatif enstrümantalizm ( lö virtüözite) den şiddetle kaçınıp , olayın "sound"una ve daha da önemlisi "ruh"una bakmak seçimimizse, bu vokal performansları için de geçerli tabi ki. Açık söylemek gerekirse Russell 'ın bu tuzağa düşmediği zamanlar en keyifli zamanları. Ha burdan arada sırada bu tuzağa düştüğü sonucu da çıkar ki , bu da rastlarsak eğer , kendisine ileteceğimiz en samimi meram olur diyelim.

Alice Russell 'ı seviyoruz , arada kaçan kaybolan ama eninde sonunda geri gelen kediyi sever gibi.

kara panterler'in anası sizlere ömür!

miriam makeba.. geçende italya'da mafyanın tehdit ettiği bir gazeteciye destek konserinden sonra öte yana göçmüş.

mama_africa


1968'de (o sene gerçekleşen onca şenlikli olaya mum diker gibi) panterlerden stokely carmichael ile herşeye rağmen (o herşeye kısaca blaxploitation deniyor) izdivaç eylemiş olan mama africa'ya sonsuzlukta hoşça vakit diliyor; kara panterler'e haklı bir hürmeti olan ev sahibimiz sputnik'e taziyelerimizi sunuyoruz.

kübalı gonzales ve iki arkadaşı bir gün...

dün gece beş üyeli bir caz grubunu canlı dinlerken farkettim: trio en iyisi. solo için sıraya girme derdi yok, parçaların birinin üzerine kalması sıkıntısı yok; iletişim tam kararında sürdürülebiliyor, balans gayet sağlam yönetilebiliyor.. üç kişiden daha fazlası, bırakınız müziği, eş dost hasbıhalinde dahi oldum olası fazla gelir bana. neden bilmem, üç kişi iyidir - gerçi denemediğim biçimleri de var; yalancı çıkartır mı, bilinmez...

aslında işi biraz daha yokuşa sürüp tom waits'in asi minimalizmine de koşulabilir: "birden fazla kişinin yaptığı işlerden kuşku duyarım" diyordu usta; ben de ne zaman bu laf aklıma gelse, kaçınılamayacak eylemleri anarak "hadi olsun olsun, iki olsun en fazla" diyordum.. tamam işte, cazda üçü aşma...

trio deyince akıllara ziyan bir listeyle karşılaşılıyor bittabi. gönül telimize dokunanların sayısı da kabarık ya, bugün zirvedekilerden birini anıp kısa keseceğim, sabırsız mamaseverler. havana doğumlu piyanist gonzalo rubalcaba (susam sokağı kalitesindeki kelime esprilerinizi duyar gibiyim) önderliğindeki trio'da, davul dennis chambers'a, bas ise brian bromberg'e emanet edilmiş. çok isabetli emanetler olmuş.

2utkal3

1997 tarihli albümleri the trio'yu özellikle 'caravan' yorumuna dikiz uyarısıyla, görüşlerinize arz ediyorum.. saygılarımla.

İçimizi görenler var!

Bir alt girideki MR tecrübesinin akıllarda nasıl izler bıraktığını sözle,yazıyla anlatabilmek benim için oldukça güç. Yüzyıl başlarında bilhassa da kuzey ülkelerindeki fütüristlerin (sibernetik masturbasyon desek mi? sonuçta eller de bir nevi alet.) söz, görüntü ve seslerle anlatmak istediği pesimist (ve pesimizmin "default" hareket noktası halini almasıyla mazoşit) estetik; benim çağıma ve kanıma Autechre ile, insana o MR denilen alete girmeden evvel damarları genişlesin, ve böylelikle daha rahat bir görüntü alınabilsin diye kollarından enjekte ettikleri soğuk sıvı gibi enjetke oldu. Daha alete girmeden evvel başlayan o amonyak kokulu steril sessizlikle beraber hissedilen tuhaf radyasyon kokusu , alet çalışmaya başladıktan sonra gelen ve aşağıda etkileri anlatılan seslerle birleşince ortaya tarifi zor bir durum çıkmakta. Bu nesneyi sağlık sektöründe kullanmak gayet mantıklı gelmekte , çünkü takdir edersiniz ki "sağlıklı" bir insanın onun içinde işi ne olabiilir? sorusu bir tokat gibi.

Albüm kulaklarıma bir kez daha değerken , yazılabilecek en mantıklı şey şu sanırım : Hani o kollarınıza enjekte olan soğuk sıvı var ya...İşte ben onun şişesinin üzerine " Tri Repetae ++ " yazarım. Linkini de koyarım.

tri

1996 yılında çıkan bu albümden sonra, 2000'lerin başlarında Autechre elemanlarından birisi bir plak dükkanına girer. O saatlerde kısmen boş olan dükkanın bir köşesinde bir adam heyecanla Autechre CD ve plaklarını incelemektedir. Yanına yaklaşır ve kendisini tanımadığını (haliyle) fark ettikten sonra adama şu soruyu sorar :
- Neden Autechre dinliyorsun?
- .....

Digresif yorum : Nedeni mi var ulan allahsız , damarlar şişsin de içimiz daha iyi görünsün diye işte. Piç.

url
Rob Brown ve Sean Booth...Nam-ı Diğer Autechre.

mr ve fütüristler

1900lerin ilk çeyreğinde bir kısım insan (bir kısım derken öyle az buz değil, kalabalıktılar da hani..) makineden hakkatten medet umdu. ondan çıkan sesleri, onun hareketlerini kutsadıkları manifestolar, filmler gırla gidiyordu. bolşevizm, konstrüktivizm, erken modernizm filan derken en ciddi ve hazmedilemez lafları fütüristler ettiler. bombaların düşmesiyle savaş alanında açan çiçeklerden, silahın, tankın, başka makinelerin kendine has ve fakat evrensel müziğinden dem vurdular.

"mazoşist bir estetik" dediğim zamanlar oldu, bu tuhaflıklar için; ama bugün birdenbire aydınlandım: MR makinesinin içine, üzerimde boxer'ım ve pembe bir önlükten başka hiçbir şey olmaksızın tıkıldıktan kısa süre sonra mükemmel bir müzik başladı. hem ambians açısından hem ritm, mükemmeldi diyebilirim. "makineler varken insana gerek yok" derse birileri bu aralar, eyvallah derim. squarepusher olsun, autechre olsun halt etmiş. olay MR'dadır. girin, görün. hem, akan ritmler arasına melodi yazmak için de geniş bir vaktiniz oluyor tabutun içinde. zihin açıcı.. deneyin.

mri

MR deneyimimin anısına siz kıymetli marmarseverlere mr projectile öneriyorum, sadece isim benzerliğinden.. o olmazsa da (yine de autechre iyidir) tri repatae. en hakiki mekanik hislerimle..

p.s. (hakkatten post scriptum; zira ertesi gün yazıyorum) bu mevzuua en uygun olan şarkıyı buldum: phonem'den syntax...

bu ses.. bu ses.. olamaz, git.. git buradan!

Tanrim öyle bedbahtız ki sizlere bugün Kalan Müzik etiketli Yeşilçam Şarkıları ile Belkıs Özener'i takdim ediyoruz saygıdeğer mamacılar. Bu albümü ne size anlatmaya , ne hissiyatını bir kez daha hatırlatmaya , ne de ehemmiyetini vurgulamaya lüzum var aslında : "bana yillar önce çılgıncasına sevdigim bir kadını hatırlattınız..." der ya , işte bu albüm de o düsturla derlenmiş olsa gerek. Gümüş Gerdanlık 'ın kalbimizde ilelebet müstesna bir yeri olacağı, gönül telimizi inceden titreteceği aşikar.

images

uluslararası durumcular, durumcu uluslararasıcılar, kebap durum ve yanında parizyen şalgam

merhaba pek kıymetli mamaseverler.
aşağıda sunduğum linkte yaklaşık bir hafta kadar önce yayın dünyamıza duhul eden bir yeniliği tatma fırsatı var: fransız entelijansiyasının gururu, mimarlık ve kent planlama ile ilgili yıkıcı fikirlerin membaı sitüasyonistler' le ilgili bir metinler toplamı, tuhaf yayınevlerimizden 6.45 tarafından basılı materyal olarak yayınlandı. ne var ki mevzu burada nihayete ermedi: sitüasyonistlerin (ruhları şaadolsun, hala hayatta kalanlar varsa tanrı onlara çok sevdikleri sanat sepet alemlerinde başarılar ihsan eylesin) fikirlerine uygun olarak kitap internet üzerinde de kullanıma sunuldu, üstelik bedava!

debordpsychogeo

evet, inanmak güç ama (jean genet gibi hırsız değilseniz, yahut "kütüphanede var, neden alayım"cılardan değilseniz) bu çağda deneyimlemenizin neredeyse imkansız olduğu bir "situation" ile karşı karşıyayız: beleş kitap. hem de misyonerlikle, islamla, budizmle falan da alakası yok: copyleft ile alakası var. dünyada zaten uygulanan "özgür metin", "mülkiyet bağlarından kurtulmuş düşünce" akımı bir yerlerden bize de sızıyor demek ki. (bunun erken örnekleri için bkz. internetteki körotonomedya arşivi) neyse; bu kadar teşrifat yeter. çok umutlanmaya da lüzum yok, zira umut, sanılanın aksine (sitüasyonistlerin de hak vereceği gibi) insanı uyuşturuyor (bir daha bkz. bob marley ) buyrun buradan yakın.

madem "iyi müzik neşriyatı", madem sırf yazılı materyal kuru gelecek, ve madem sübjektif, o halde aynı yıllardan bir başka yıkıcı adamı da konuk edelim, aklımıza ilk geleni: serge gainsbourg. belki leo ferre daha çok uyardı kitapta bahsi geçen abilere ama, jane birkin'le (ve kimbilir başka hangi hanımlarla) hasbıhali, serge efendiyi sıkı bir 'psychogeographist' yapmaya yeter sanırım.

"neden durumcularla serge? ne alaka?" sorusuna ikinci yanıt da sahneye çıktığı bir gazinoda bir gece işlediği vukuat: askerler gelip oturur, zira serge'nin her mevzuda, özellikle fransa hakkında atıp tutan bir serseri olduğunu duymuşlardır. serge efendi, bir elinde viskisi, diğerinin parmakları arasında galouise'ı, çıkıp fransız milli marşını reggea usulünde okuyuverir.

buna denmezse, başka neye 'detournament' denebilir ki?

Lizzy

Tru Thoughts yine ne çok ağzımızı yakacak , ne de iyice buz olmuş bir akşamüzeri kahvesi tadında bir albümle karşımızda. Şirket bünyesindeki diğer cici prodükterlerin/dj'lerin albümlerinde son zamanlardaki featuring'leri ile ismini duymaya başladığımız Lizzy Parks , kendi naçizane plağını da nihayet yayınladı. Sürprizsiz şekilde albümün prodüktör koltuğunda Nostalgia 77 basçısı Riaan Vosloo oturmakta. Müzik market kolaycılığına kaçıp "Alice Russell' la aranız iyiyse , Lizzy'e de bir şans verin" demek geliyor içimizden. Nihayetinde şimdilik ana akım bir deprem yaratmayacağı belli olsa da, girizgah için oldukça yeterli, az şekerli bol telveli Lizzy Parks karşınızda : Raise The Roof .

folder

sonbaharın bitmek bilmezliği

" 'we love music'e döndü burası!" demeyin, kulakmaması'nın bu en 'oriental' giri'lerine kulak verin: erkan oğur'dan bahis açılınca ilk aklımıza gelen isim (ev sahibimiz sputnik'in de şaşıracağını pek sanmadığımız bir bilinç akışı bu) tunuslu udi enver ibrahim (kimileri hala onun anouar brahem olduğunu iddia ediyor).

bizimkilerden birileriyle de vakt-i zamanında kimi albümlerinde çalmış olan enver'in udundan yükselen hüzünlü, yüklü ambians, sonbahar serisine yakışacak diye umuyoruz, bıktırma pahasına.. bu arada, bizimkilerden kasıt, parisien mutasavvıf abilerimizden neyzen kudsi ergüner ve tenekeli mahalleden klarinet üstadı barbaros erköse. kudsi ile buluşmalarına şaşmıyorum; onu çingene yönetmen tony gatlif'in vengo adlı filminin bir sahnesinde flamenko dansçısı ispanyol ablalara tatlı tatlı bakarak ney üflerken görünce şaşıracağım kadarını şaşırdım.

anouarbrahem_contedelincroyableamou

ne var ki, hangi ara barbaros erköse ile enver bir araya geldiler, o müthiş conte de l'incroyable amour kayıdını (ve daha fazlasını) yaptılar, aklım almıyor.

bu pek duygulu akdeniz arabının gönül telimizi titreten başka bir albümünü daha paylaşmaktan 'hüzün' duyuyoruz: Thimar

anouarbrahem_thimar_front1

(işte yine bir ecm kapağı)

laf lafı açıyor

hem sonbahardan hem erkan oğur'dan bahsedince, onun ruh ikizi olarak algıladığımız bir telli saz üstadını daha davet edelim: biraz güneyimizden, tunuslu bir udi enver ibrahim (anouar brahem).

biri sonbahar mı dedi?-reprise

bach yorumları demişken belki bir noktayı daha hatırlatmakta faide var (hem sonbahar muhabbetine de uyacak yine): en çok yorumlanmış, farklı ellerde farklı biçimler almış, kimi zaman tanınmaz hale gelmiş, kimi zaman ortodoks klasik müzik kafasından uzaklığı oranında güzelleşmiş bach parçacıkları müzik uzayımızda dolanmakta ve kimi zaman kulakosferimize sürtünmesiz duhuller gerçekleştirmekte.. bir tanesi de memleketimizin dervişlerinden, peygamberlerinden birinin elinden geçmişti, bir kaç yıl önce bir film müziği münasebetiyle.

yaziturahc9

uğur yücel'in yazıp yönettiği filmi ayrı konuşuruz ya, madem mevzuumuz müzik (öyleyse gerisi tefferruat oluyor sanırım), yazı/tura'ya yaptığı müzikler arasındaki bach eseri 'matthias passion'a kulak kesildiğimiz erkan oğur'u mamaseverlere erinçle takdim edelim önce.

biri sonbahar mı dedi?

glenn gould tuhaf adam. herkesin dalga geçtiği cücük kadar sandalyesinin üzerine notre damme'ın kamburu gibi tünemiş, önünde nota olmaksızın mırıldana inleye -başka pek çok şeyin yanında- bach'ın goldberg varyasyonlarını kaydetmiş, iki kez! hem kulağa hem göze hitap eden 1981 kayıtları, sadece kulaklarımızı şenlendirebilecek 1955 kayıtlarından hayli farklı. eh, 26 sene az zaman değil; sindirim de sadece vücudun alt kısımlarında gerçekleşmiyor. 

glenn_gould_1974-7354531

peter de bolla, sanat ve estetik adlı kitabında, gould'un 81'deki yorumuyla goldberg varyasyonlarına ayırdığı bölümüne, "berraklık" başlığını uygun görmüş: ağır matematiksel strüktürü açıkça göstermeyi becerdiğini iddia ediyor çünkü. halbuki ciddi ve cür'etli (ortada mola vererek okunan arapça kelimeler, ahh..) bir müdahale var. neredeyse karikatürize edilmiş, parçalar... vals ritmine uydurulmuş yorumlar, değişen ritm, falan ve de filan. dinlettiğim biri samimi buldu, sanırım gould'un, bach'ın yazdıklarına müdahale edecek kadar samimi hissetmiş olma olasılığından bahsediyordu. sonunda de bolla'ya katılıyoruz: ne kadar müdahil olursa o kadar sadık kalmış ustasına, ama bir yandan da kendinin eylemiş bu muzip piyanist, çaldıklarını.

bir ilk 'giri' için uygun mu bilmiyorum, ama sonbahar için uygun. neyse, mamacıların kulaklarına layık değil ama, buyrun buradan yakın. merhaba!

Bunlar doğal şeyler, sakin...

Daha evvel de lanet bi soundtrack'te bir araya gelmişlerdi bu ikili. Sanırım tadı damaklarında kalmış. Bombalamaya devam etmeye karar vermişler. Bomba gibi. Naturel ama. Organik.

Eser miktarda Björk'ü yanında Thom Yorke ile servis etmekten gurur duyuyoruz : Náttúra

r-1503252-1224541879

sonbahar işleri.

Sonbaharın ve yaklaşan kışın en mühim emaresi olarak nedense ,görece olarak kısalan, gündüzü alıyor ruhumuz. Isı değşiminden ziyade (onun etkisi daha ciddi , daha derin) havanın yaz aylarına göre gittikçe daha da erken kararması tüm hissiyatımızı değiştiriyor inceden. Bugün iyice bir farkına vardırdı bana, ve nedense onca sonbahar arasından iki yıl önceki, 2006 sonbaharını ve o erken saatteki karanlık şehri getirdi gözüme. O zamanlardaki halet-i ruhiyemize ne kadar paralelmiş Belçika menşeili Zap Mama. 2004 tarihli albümleri Ancestry In Progress ile konuk edelim ve o garip zamanı orda bırakalım.

zap-mama-ancestry-in-progress-f

Orda olmak, Yerde.

Uzun bir müddet kullanılıp sizinle beraber olan kişisel eşyalarla, belki de eşyanın tabiatı gereği, aranızda tuhaf bir bağ oluşmaya başlaması kaçınılmaz oluyor. Belirli zaman ve mekanlarda onsuz kendinizi bir eksik hissetmeniz, onu arayıp bulamazkenki tedirginliğiniz ve telaşınız, o sizinle birlikteyken varlığını unutacak kadar yalnız, sessiz ve huzur dolu oluşunuz hep bu bağlılığın emareleri diye düşünürüm. Özellikle de günlük hayattaki ufak dramlardan zaman zaman bu kadar etkilenmemize de başka bir emare dersek, iyice netleşir sanırım hadise. Ha, bu blogu takip eden okurların ekseriyetinin hayatlarında tüm kıtayı hatta gezegeni etkileyecek dramlar , trajediler ve tesadüfler olmadığını varsayarsak (olduğunu iddia edenler lütfen benimle temasa geçsinler...) bu tip kalp kırıklıklarının hayatımızdaki yerini paylaşmış oluruz demektir.

"Kalbimdeki yeri bambaşkaydı, hala da öyle. Sanırım insanın ten teması kurduğu ender cisimlerden biri olması , aradaki duygusal bağın daha da derinleşmesine ve yıllarca taze kalmasına sebep oluyor. İnsan hiçbir zaman ondan ayrılmayacağını düşünüyor. O kırıldığı zaman onun da tüm dünyası kırılıyor. Baktığı herşeyde, kısa bir süre sonra bir çatlak beliriveriyor. Başkaları da olsa yıllar içersinde, çok daha "yetili"leri de olsa gelip geçen, hep onu arıyor; o çatlak baki kalıyor, kendisine bile zor itiraf etse bile. Hem kendine edilen her itiraf hep hayatı daha da cızırtılı, pürüzlü hale getirme tehlikesi taşıyor kısa vadede."

O kırıldığı zaman onun da tüm dünyası kırılıyor... Baktığı herşeyde, kısa bir süre sonra bir çatlak beliriveriyor.Gözlük deyip geçemiyor, çatlamış cam elinde bunları düşünüyor... Tord Gustavsen Trio size tam bunları düşündüğünüz anda kuzeylerden sessiz sedasız fısıldıyor : Being There ve The Ground ...

tord8264063e2f34100e0379df19685fd2cb_full

jazz_club-1163158667_i_4450_full

Rubin'in Drum'ı.

685623003_l

Sırada Türkiye'de 2000'lerin başlarından ortalarına doğru geldikçe verdiği konserlerle şaşırtıcı derecede popülerleşen bir prodüktör var : Rubin Steiner. Fransa'dan mamalara katılan Steiner, Elektronik Jazz ile başladığı yolculuğu, sonraları sample canavarlığı haline getirip şu sıralarda da iyice dans pistlerine yönelik remix çalışmaları ile devam ettiriyor. Son bir iki senedir de Avrupa'nın önemli kulüplerinde aranılan DJ 'lerden olan Rubin 'i , 2005 tarihli albümü ile konuk etmekten mutluluk duyuyoruz : Drum Major!

rubinsteinerfront

Nu Jazz, Big Band...

Matthew Herbert, kişisel olarak hiçbir zaman aramın iyi olmadığı "Big Band" olayına girmiş lakin bu sefer beni de ters köşeye yatırmış sevgili mamacılar...Raflarda yerini henüz alan There's Me And There's You ile Modern Jazz'a olan aşkımızı her şeyi kararında vererek bir kez daha ateşliyor. Bildiğiniz üzere Herbert, bilhassa deneysel dans müziğinde yenilikçi "kes-yapıştır" loopları ile (diş fırçası reklamı gibi oldu) dikkatleri üzerinde topladıktan sonra, dans müziğinin tek başına karın doyurmadığına karar verip başka sulara da yelken açmış Birleşik Krallık menşeili bir prodüktör. Müzik prodüktörlerinde fazla alışık olmadığımız işlerden birine imza atıp , yaptığı işlerin teorik altyapısını da bir akademik tez havasında "Personal Contract for the Composition of Music (Incorporating the Manifest of Mistakes)" adı altında da yayınlamış sanatçının kariyeri boyunca prodüktörlüğünü üstlendiği isimler de birbirinden ilginç : Moloko, R.E.M., Perry Farrell, Serge Gainsbourg, Yoko Ono, John Cale, The Avalanches ve tabi ki Björk ve Roisin Murphy...(İyice pop saati kıvamına geldi bu giri.)

Kişisel olarak üzerine çok da konuşulmaya lüzum olmayan müzisyenlerden biri Herbert...Kendinizi Ninja Tune, Tru-Thoughts gibi klasik label'lara yakın hissediyor ve kararında bir modern jazz'la yoğrulmak istiyorsanız buradan buyurun efendim...

cover1

Atmaktan çok attırmayı seven sambacı : Amon Tobin!

Rio de Janeiro'nun bağrından gelen davulcu Amon Tobin, uzun müddettir kafamıza kafamıza vurmaya devam eden güzide şahsiyeterden biri. Her ne kadar bağlı bulunduğu İngiliz menşeili meşhur plak şirketi Ninja Tune 'da nedense hep üvey evlat muamelesi gördüğünü düşünsem de, yine de şirketin en ağır toplarından biri olduğu şüphesiz. Yıllardır dost meclislerinde bazılarının icra ettiği müziği "isimlendirme", "tanımlama" yoluyla anlama-kavrama çalışmaları yapılır ammavelakin öyle isimler öyle işler koyarlar ki masaya "Neydi o?" üstbaşlıklı kısa kısa sessizliklerle anca kavranabilir. Amon Tobin yıllardır bunun en iyi örneklerini vermiş güzide bir çağdaşımızdır. Çağdaş müzik denilince neler gelir akla Tobin?



Profesyonel kariyerine 1995 yılında başlayan Amon, Fas, Hollanda,Londra ve Portekiz'de bir süre ikame ettikten sonra Brihgton'a yerleşti ve bombalamaya başladı. 1996 yılında basılan "Adventures In Foam" ile başlayan serüven 90'ların sonlarında modern müzik çevrelerinde dehşet yankılar uyandıran "Bricolage" ve "Permutation" gibi albümlerle devam ettikten sonra 2000'li yıllarda "Supermodified" ve "Out from Out Where" gibi uzunçalarlarla doruğa çıktı. Ayrıca zat-ı muhteremin "Chaos Theory - Splinter Cell 3" isimli karanlık video oyununa da müzik yaptığını belirtelim meraklısına.

2006 yılında György Pálfi yönetmenliğinde "Taxidermia" adında Macaristan-Fransa-Avusturya ortak yapımı (bu ortak yapımlı filmlere de hastayız ,niye müzik albümlerinde böyle birşey olmaz?) hastalıklı bir film çekilir Macaristan'da. Hastalıklı tabiri dikkatinizi çektiyse şu soruyu da soralım : Filmin müzikleri bilim bakalım kimden...

Pazar maması Amon Tobin'den geliyor : Taxidermia (Rural Soldiers isimli esere ayrı bir ihtimam lütfen...)

İstikbal Yonderboi'de!

TC sınırlarında son birkaç senedir hızla popülerleşip (ve hızla popülerleşen herşey gibi hızla boşalıp) en muhafazakar rock(bar) dinleyicisini bile anında kıvrım kıvrım oynatmaya başlayan bu garip gypsy-punk rüzgarından ne kadar muzdaripsek, yekten tüm Doğu Avrupa estetiğinden de o kadar ümitliyiz. Müzik estetiği bir "seçim" se , ve haritada Avrupa'nın doğusuna bakıyorsak bizim gözümüze ilk takılacak isimlerden biri Macar Yonderboi olur şüphesiz. 1996'da başlayan ve sadece üç albümle geçen kısa kariyerindeki son parça olan 2005 tarihli Splendid Isolation ile mamalara devam ediyoruz bu sefer.İlk iki albümden hiçbir eksiği yok , bilakis "olgun" bir iki fazlası bile var denilebilir. Kişisel favorim "Even If You're Victorious" a ayrıca dikkatinizi çekerim.

Ta Amerikalardan iki "oi oi!" yaparak primitif ska ritimleri ile para toplayanları geçince ; hala Kusturica , Bregovic samimiyetsizliklerinden devam edin..Baya bi ilerde. Macaristan'dan kankamız aramızda. Oi Oi! değil Yonderboi!

New Leftfield Review

Leftfield, ilk tanıştığımız zamanlarda modern elektronik müziğin ne olması gerektiği , nereden gelip nereye gideceği, kalbimizin nerelerine dokunacağı gibi mühim meseleleri sadece iki albümün sığdığı kısa kariyerlerinde gayet güzel özetlemiş bir topluluk sevgili mama severler.

1995 tarihli debut "Leftism" in açtığı çığırlar şöyle dursun , bendenizin kişisel tarihinde 1999 tarihli ikinci ve son plakları Rhythm and Stealth in apayrı bir yeri var. Hani belirli eserler için, bağlı bulundukları yerde kendinden sonra gelecek olanları etkilediğini, dönüştürdüğünü ve temellendirdiğini anlatmak için bir tabir vardır ya "kilometre taşı" diye...İşte sizlere bu nitelikte bir kayıt olduğu kaçınılmaz bir kilometre taşı.

Leftfield 'ın 2002'den bu yana aramızda olmaması ne kadar büyük kayıpsa, bu albüm de modern müzik için o kadar büyük kazanç. Böyle albümlere de böyle büyük laflar işte. Böyle biline.

Kara Panter!

Neden böyle düşünüyorum bilemiyorum ama, 70'lerde çekilmiş benim hatırladığım ilk ghetto-gangster (blaxploitation diyorlar harika bir şekilde) filmlerinden bu yana , hayatta en "cool" bulduğum şeylerden birisidir bu "Kara Panter" ler (pembe olanına beslediğimiz bitmez tükenmez tutku tamamiyle ayrı bi yazının konusu olsun). Oldum olası o onurlu duruşlarına , berelerine , 60'lar sonu ve 70'ler başları kokularına , fotokopi el ilanlarına , havalarına , tüfeklerine , şehir gerillası karizmalarına tav olmuşumdur. Bunların yanında duruşlarının nedense hep bi estetik yanının da olduğuna inanmak istemişim sanırım , birşeyler karalayıp çiziktirip , o meşhur DIY olayıyla etrafa dağıtmaları , sonra o yazılanların köhne bi jazz kulübünde "spoken word" emprovizasyonlara dönüşmesi..hele ki o afro saçlarla..tam manası ile cool değil de nedir?

İşte o hikayeyin bir özeti var bu toplama plakta.O emprovize sonucu spoken word'ler de sizi bekliyor. Listeye bakıyorum , sadece bir Syl Johnson klasiği "Is It Because I'm Black?" eksik sanki. Helal be diyiniz , buradan buyurunuz.

Güzel kokan mecmua.

2004 ile 2006 yılları arasında çok kısa bir süre için cafelerde, barlarda , yatakta , tuvalette , odada , salonda , toplu taşım araçlarında , parklarda ve daha birçok yerde bizlerle beraber olan güzel dergi Basatap , ölmese de koma halinde net üzerinde yaşamaya devam ediyor; bilenler bilmeyenlere aktarsın. 2000'li yılların -olabildiğince steril- "Çalıntı"sı demiştik kendileri için , keşke hala etrafta olsalar. Web'in bu kadar yaygınlaştığı bir ortamda piyasadaki mecmuaların çok çok yüksek bir kısmının varlıklarının manasızlaşması kaçınılmaz olmuşken , Basatap eksikliği iyicene hissediliyor. Orjinal dizaynı ve güzel kokusuyla hatırlıyoruz. Selamı çakıyoruz.

Superman'im.

Pop müzik sahnesinin belirli bir süredir takipçisi olduğumuz "kaliteli" örnekleri arasına ,sıradaki diğer isimleri itip kakarak giren bir isim karşınızda bu sefer : Santogold ! Son birkaç senedir New York underground sahnelerinin tozunu epeyce yuttuktan sonra bu sene içerisinde çıkardığı kendi adını taşıyan debut plağı ile bizlere bir kez daha "popüler" müziğin hala yeni birşeyler söyleyebileceğini; ne ana akımın kucağına oturarak , ne de "Kelebek Eki Arka Sayfası Çılgını" şişirilmiş Amy Winehouse kolaycılığına kaçarak gösteriyor. İçerisinde kendisini uzun müddet ağızlarda kulaklarda tutacak kadar fazla hit adayını barındıran albüm , tahmin edileceği üzere hem ABD'de , hem de Birleşik Krallık'ta baya bi ses getirdi bile. Hatta hanımkızın her iki ülkedeki kalbürüstü DJ'lerle dirsek teması halinde olduğunu da , doymadığına veriyoruz. Santogold'a ve tabi ki Superman parçasına bir şans verin. İyi. Gerçekten iyi.



Birinci Kısım
İkinci Kısım

Herşey yerli yerinde.

2000'li yıllar başlamıştı ve insanların olacağını söylediği (kehanetlediği) bütün hadiselerin,felaketlerin bir bir
gerçekleşmelerine rağmen , şoför mahalinde oturduğum park halindeki beyaz arabanın höperlörlerinden
gelen ses "everything in its right place.." diyordu.

O sabah yapılabilecek en iyi şey o gibi gelmişti.Hem kehanetler de tutmaktaydı.Birşeyler oluyordu.Herşey yerli yerinde diyordu ses.Park halindeki beyaz arabanın şoför mahalinde.

O çarpışma testi kuklalarının kullandığı arabaların, hepimizin "gayet normal" karşılayacağı hızlarda bile bir duvara çarptırıldıklarında ortaya çıkan dehşet verici "slow motion" görüntüleri gibi bir albüm bu.

gezegende başka kimseler yokmuş gibi.



Bu gece aşağı yukarı 23:00 sularında evin önüne arabayı park ederken , tekrar bastım gaza.

Şehirde dolaştım sessiz sessiz , anısı olan hatırladığım yerlerin önünden geçip bazılarında durup birkaç dakika düşündüm ; aradım belki. O saatlerde hava serinlemiş olmasına rağmen, bazı yerlerde son içkilerini isteyen bazı tanıdıkların oturduğu masaları gördüm...Demini almışların masasına taze üzüm olmak ne kötüdür deyip geçtim. İçlerini bildiğim bazı evlerin önünden geçip , içlerindeki halimi düşündüm. Bazılarında aynı benim onlara baktığım gibi hiçbir hareket, belirti göremedim. Şaşırdım. Bazılarında ışıklar gördüm.Giremeyeceklerime girip bakmak istedim.
Yanlarından geçerken yavaşladığım insanlar, sanki şehirdeki bütün arabalar tam da bekledikleri arabaymış gibi beni görüp tanımaya çalıştılar. Polisler birbirlerine el şakaları yaptılar.

Şehirde dolaştım sessiz sessiz , anısı olan hatırladığım yerlerin önünden geçip bazılarında durup birkaç dakika düşündüm ; aradım belki. Bulamadım hissine kapılınca bıraktım. Tüm bunlar olurken bu albümün bilhassa da açılış şarkısı hep bana dedi : This Is Hardcore

Hey Jimi, naber adamım?

Kuzey cazının -ECM etiketli daha elegans örnekleri ile beraber- uzun süredir takip ettiğimiz ismi Jimi Tenor , arkasında tam kararında bir "siyah" orkestra ile kaydettiği 2007 tarihli albümü Joystone ile karşımızda sevgili mama severler...



Esasında Tenor ile olan ilişkimi araya binlerce başka isim girmesinden mütevellit 3-5 sene askıya almıştım ama bu albümle tekrar kuzeyin "future jazz" ının güneyin siyah Afrika'sı ile nasıl birleştirdiğini duyunca , heyecanımı yenemeyerek kendilerini buraya konuk etmek istedim. Albümün en güçlü özelliklerinden birisi , bırakın sadece müzik albümlerini insanlarda bile çok zor rastladığımız (hay yesinler benim sosyo-duyarlılığımı) "herşeyin kararında" olma hali. Baştan sonra hikayesini gayet sakin , soğukkanlı , hiçbir konuda aşırıya kaçmadan hatta yer yer mütevazı bir biçimde anlatıp çekiliyor. Ama bu hikayenin bilinen, monoton bir akışı olduğuna delalet değil pektabi. Dediğimiz gibi İskandinavya ile Afrika'yı , tam da ortalarda bir yerde, Akdeniz kıyılarında birleştiriyor, Modern Jazz'ın neden modern olduğunu hoperlörlerimizden odaya enjekte ediyor.

Hani bunca zaman sonra tekrar Jimi Tenor jazz'ı ile karşılaşınca, kendimi birden bi kulübe girdiğimde karşılaştığım ve iki çift laf ettikten sonra "vay anasına , böyle bi adam vardı gerçekten ya..." diye düşünüp çağrıştırdığı dosyaları açarmış gibi hissettim. Size de olmaz mı bu neye gebe olduğu belli olmayan karşılaşmalar arada sırada?

Hey Jimi , naber adamım?

Taboo!

Evet bugünkü mamamız Santana'dan... Ama lütfen onun 80'ler, 90'lar ve 2000'lerdeki hali (vakti) ve müziğini gözünüzün önüne getirmeyiniz , konumuz aşağıdaki gruptur :


Meşhur Woodstock'un gerçekleştiği 1969 ile 1975 yılları arasındaki kayıtları bendeniz için hem bir çocukluk anısı , hem de -her ne kadar latin müziğine yıllar yılı belirli bir temkinle yaklaşsak da- bir groove tanımı olagelmiştir. Sizlere bugün takdim edeceğim topluluğun 1971 tarihli 3. plağı "III" , o zamanın cool'luğunu , groove 'unu , kalitesini , havasını tamamiyle yansıtan müstesna bir çalışma. Hem içerisinde güzeller güzeli Taboo 'nun yanında , her parçasına bir latin-blaxploitation filmi çekilecek sürü sepet parça ihtiva ediyor. Çekici melodiler , retro latin tempolarıyla birleşiyor , karakteristik cool vokaller 1970'lerin ilk yarısında latin kökenli doğu yakası mahallelerinde olduğumuzu hissettiriyor. Bir kez daha hatırlatmakta fayda var : Taboo isimli şahesere dikkat! Kısacası mihenk taşı bir kayıt : Santana III.

düşene vuran adam : tom jenkinson

Bir 10 sene olmuş bendeniz bu adamla tanışalı. İlk başlarda (90'ların son demlerinde) adama da müziğine de köşede oturmuş bir iki arkadaşla konuşup etrafa bakınırken, birden sokağın karşısına inen bir gemiden inen ve beraberindeki garip yaratıklara bas gitarı ile beraber yüzlerce kabloyu ve sintızayzır'ı , drum machine'i taşıttırdıktan sonra kurup çalmaya başlayan biri olarak görmüştük. Aradan geçen bunca zamana bunca sese ve kayda rağmen değişen çok da bişey olmadı.

Ben bu tip adamların (yapmacık Yekta Kopan diksiyonu ile) "müzikal kariyerlerindeki gelişimleri ,değişimleri" klişelerine pek inanmıyorum. Bu adam neyse o senelerdir , sadece gezegen her turunda değişiyor o kadar. Yani bu süre içinde "Tundra" , "Fat Controller" , "Lambic 5 Poetry", "Tetra Sync" , "U.F.O.'s over Laytenstone" gibi yapıtlarını klasikleştirirken , dünyaların lanetlisi "Love Will Tear Us Apart" ı da Squarepusher'laştırmış ; hele ki Tundra'nın 13 dakikalara varan canlı yorumlarıyla düşene bir tekme daha atan bir adamdan bahsediyoruz. Bu piçin kariyerinde daha ne değişebilir ki Yekta? Ha söyle ne?



Ha hazır burada toplanmışken muhteremin raflardaki yerini geçtiğimiz günlerde alan 12. uzun çalarına da bakmakta fayda var dedim : Bir hediye olarak kabul ediniz.

bize hergün...

kulak likörü, tüm musiki aleminin bayramını oturduğu yerden belly dance atarak kutlar.

Estafurullah demez ise , Natacha Atlas ablamın elini öpmeye gideceğim. Hem kalkar oynarız belki.