a quite emotional terra-plane crash



başlıkta anılan parçalara dikiz. bu kez devletten beklemiyoruz, download linkimizi kısa bir googling marifetiyle kendimiz buluyoruz.

alibaba ve iki harami...



"yaz, yaz" dedik, yazdıramadık. n'apalım, küçük bir çapa atıp sükunet muskası yazarımızı mindere çekmek bize düştü: alibaba, iki arkadaşıyla birlikte geçen cumartesi ada'nın başkentinde the workshop nam mekanda makinelerin başındaydılar. tahmin etmek zor değil: güzel geceydi, billahi! elmanın kızarmasından da belli değil mi?



belki oradaki setleri değil ama başka setleri buradan ve bir de şuradan dinleyebilirsiniz, muhterem mamaperverler. joyce'un müthiş cümlesini ("sev beni, sev şemsiyemi") bozalım: "blogunu seviyorsun da yazarını niyçun sevmeyesin!"

itiraf ediyoruz

İki ademoğlunun birbirlerini görmeden, lakin az çok nerelerde dolaştıklarını tahminleyerek, bir "merhaba" demeden evvel şu diyalogu nakşettikleri dünyanın bir tazahürü bu blog :

O1:
"bu arada bu burial namlı orospu evladı "wounder" parçasının 3:20 sinde acayip bir hareket yapıyor, yankısız bırakıyor bir ölçülük, o denizaltı sinyal sesini. hasta ediyor beni...sonra da toparlıyor iyi mi..."

O2:
"yağmurlu havada normalinden az süratli yürürken, bu süratin verdiği ufak dikkatsizlikle, bir anda içi suyla dolu bir kaldırıma yandan basmak gibi lan orası...fışkırtıyor paçaya suyu. sonradan tüm yürüyüşten akılda sadece "o sahne" kalıyor."

Karşınızda (pardon, altınızda) bir kez daha Burial.

mind the bass!

"...
And pushing his way through the gap, vibrating in his gut, ever-present, the foundation of music, the beginning and the end-point of Jungle, there came the bass.
...
Because the bass is too dark for this, thought Saul suddenly, with shocking clarity, the bass is too dark to suffer this, the insubordinate treble, fuck the treble, fuck the ephemera, fuck the high end, fuck the flute, and as he thought this the flutelines faded in his mind, became nothing more than thin, clashing cacophonies, fuck the treble, he thought, because when you dance to Jungle what you follow is the bass...
...
It was the bass that set the agenda. It was the bass that made the song. It was the bas that united the Junglists, that cemented their community, that built a room of dancers, something far stronger than this hive mind.
...
Saul came close enough to touch.
..."
King Rat, China Mieville

köklerin olgunluğu


Doğuşu Tariq "Black Thought" Trotter tarafından 1987 yılında vuku bulan hip hop kolektifi The Roots, kuruluşundan bu yana canlı enstrümanlarla jazzy bir groove içerisinde hip hop icra etmeye ve bunu yaparken de (olabildiğince) yeraltında kalarak ana akımı da yönlendirmeye devam ediyor. Yaygın repütasyonu 2002 yılından bu yana birçok filme de ses olmuş harikulade "The Seed 2.0" parçası ile gören topluluk, 2010 yılını yavaştan kapamaya meylettiğimiz şu aylarda How I Got Over ile öncelikle Kuzey Amerika'ya ardından okyanusun öbür yanına selamı çakıyor.

Hip Hop'un son zamanlarda her duyuşta şaşırtan interdisipliner gelişimi, sadece türler arasında basit bir dirsek teması niteliğindeki enstrüman seçimleriyle ve/veya sample'larla ibaret kalmıyor kuşkusuz. The Roots'un artık iyiden iyiye olgunlaşmış, mağrur groove'u, davulun zil tınısından tutun prodüksiyonun son aşaması mastering kısmında gerçekleşen ve kaydın genel ses rengini belirleyen son ekolayzır dokunuşlarına kadar her şeye sirayet etmiş. Hani soğuk oda veya salonlardaki estetik bilgisayarlar, kablolar ve pikaplardan ziyade, baslı davullu üflemeli ahşap sıcaklığında stüdyoların kayıt odalarındaki halılara basa basa albümün kaydedildiği belli. Hüzün, o sıcak ışıklı ahşap kayıt odalarındaki halıya nasıl hip hop ile bırakılır dersini The Roots'tan alın...Evet, tabi ki seçmeli.

robot koch, the cinematic orchestra, zenzile; nihayet ulaşabildik menzile!

ada'nın bir köşesinde kızıllı kahveli kiremitlerden müteşekkil viktoryen evlerin akşamüstleri eni konu tekinsiz görüntüler veren çatılarına yabancılık çekmedik, şükür. zira, bir-iki önceki giride kanıtı mevcut, hazırlanıyorduk memlekette, naçizane. yine de mevsim normalleri ve coğrafi-demografik-urban manzara ada'dan çıkan babaların neden hep karanlık bir yan barındırdığına ilişkin hayli tatminkar telkinlerde bulunuyor.



eh, gelmişken boş durmadık, önce nicedir görüşmediğimiz dostlarımızla hasbıhali ilerlettik, kulak mamalarını değiş tokuş eyledik. henüz ada müziğine duhul edemesek de arşivlerimizin bir kıyısında unuttuğumuz şeyleri hatırlamaktan, yenilerine kıçın kıçın yer açmaktan epey hazzettik.



fransa'nın "saklı" gururu zenzile'nin 2005 yılında dünyayla paylaştığı şaheser modus vivendi, adıyla, edasıyla, sedasıyla hem politik hem estetik bir ders gibi... nasıl da unutmuşuz! sir jean'ın vokalleriyle war still a run'ı mutlaka bir yerlerden anımsayacaksınız. anımsamıyorsanız da bundan sonra unutmayacaksınız muhtemelen. loş ve yemyeşil kokan bir arka mahalle klubüne girince hemen zebda'nın yanına yanaşacak, birlikte salınmaya başlayacak, ama sükuneti ve hüznü elden bırakmayacak bir jamaika göçmeni gibi, değil mi, zenzile?

hazır manş ötesine geçmişken durmayalım, komşulardan birine uğrayalım. berlin'in tozunu attıran bir dj/producer robot koch, yine adıyla gönül telimizi titreten bir albümle karşımızda: songs for trees and cyborgs.





açılıştan itibaren bir dubstep karanlığı ve aksaklığı ile hemhal oluyoruz, nispeten net ve incelikli işlemelere maruz kalıyoruz, flying lotus'u filan anımsıyoruz kimi zaman. daha ayrıntılı tahlilleri işin erbabına bırakmayı yeğliyoruz. had-hudud mevzuu mühim, malumunuz.




tekrar ada'ya dönersek, burada da güzel haberler var: 14 kasım'da, pek kıymetlimiz, the cinematic orchestra kendilerine (barbican'dan sonra) pek yakıştığını düşündüğümüz royal albert hall'da patronu ninja tunes'un 20. yaşını kutlayacak. lou rhodes, grey reverend, heidi vogel, pc ve the 24-piece heritage orchestra'yı da misafir edecek meşkine. hayat memat mevzuu olmadıkça yoklamayı kaçırmayacağımızı düşünüyoruz. bunu bir davet olarak telakki etmeniz de mümkün, elbet. icabetin neredeyse kaçınılmaz olduğu bir davet, reddin zinhar imkansız olduğu bir teklif! belki üç sene evvel aynı mekanda yedikleri haltları gözden kulaktan geçirip hazırlanarak, ha?

ada'lardan bir hal gelir bizlere..

köksüzlüğümüzün bilmemkaçıncı ayında manş ötesine bir dal attık, sevgili mamaperverler, elbette akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan yarımadamızda türlü çeşit köksap bağlantılar bırakarak: kah sanal alemdeki aidiyetlerimizle kah "flesh and blood" münasebetlerimizle. bundan böyle aylarca "üstünde güneş batmayan" olduğunu iddia etse de görünen o ki "üstünde güneş doğmayan" ülkenin türlü çeşit musıkisiyle, muhabbetiyle hemhal olacağız.






o zaman oralarla buraları beklenmedik bir eşleştirmeyle bağlayalım ve ardı ardına suzan kardeş'ten "kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına" ve coldplay'den "we never change" dinleyelim. hoşçakalın ve merhabayın, bir arada.

p.s. bu arada, suzan abla'nın albümünün ismine dikiz. nasıl da uyuyor "kafamıza".