Kaçamak

Merkezine olan uzaklığı gün be gün azalan noktalar kümesinin üzerinde dolaşan bir hayatın anlamı neydi?

Ayakkabılarını kapı önünde bağlarken aklında böyle bir soru yoktu tabii ki. Sadece kendisiyle baş başa kalmak, içine sıkıştığı çemberin iki tarafından bastırıp kendini merkezden daha uzak noktalara taşımak istiyordu. Kulağındaki  41.47 dakikalık albümün son notasını, ilk notasına başladığı sokak kapısının önünde bitirmeyi planlıyordu. Bir "elips arası" olacaktı bu tur. Fakat bir yandan da merkezden uzaklaşan noktalar, başka noktaların merkeze yaklaşması demekti. Bu, tek başına vakit geçirmenin getirdiği suçluluk duygusuna tekabül ediyordu. Yani "no pain, no gain"di.
 
Yörünge aşağı yukarı aynı kalınca rota da pek değişmez. Bu yüzden kısa turun ara durağı, şehirli insanın ikinci evi, her türlü nanenin satıldığı süper marketlerden biriydi. Eve bahane ettiği süt, meyve, ekmek vs. için yürüme mesafesindeki en uzak olanı seçmişti. Yağmurlu havalarda yürümek özgürlük gösterisinin en fiyakalı örneği değil miydi? 

Marketin akıllı kapısı “buyrun bayım” diyerek açılınca, yerleri paspaslayan bir görevliyle karşılaştı. Çocuğun yüzü, temizlediği yerlerde birazdan bırakılacak ayak izleri için peşinen edilen küfrün ta kendisi gibiydi. Bu surat, marketin kapanmasına birkaç saat kala ona paspas işini veren “mağaza müdürü”ne ya da saat iki gibi izin alıp giden iş arkadaşına da olabilirdi. Duble basa ve piyanoya eşlik eden adımlarla küfürlü suratı geride bırakıp yerlerini ezbere bildiği reyonlara daldı. Ellerini bakmadan raflara uzatarak teker teker “bahanelerini” aldı ve biraların yanına geldi. Özgürlüğünün sembolleri olan tuborggoldların, efesdarkların, bomontilerin yanına… Kaptı iki kutu. Çünkü sokakta kutudan içilirdi, racon uydurulurdu…

Dışarı çıktığında yağmur biraz daha hızlanmıştı. Gökyüzü ağlıyordu. Ne malum, belki de işiyordu. Ama hem Dolores’in hatırına, hem de teşbihte hata olmasın diye düşen damlaları gözyaşı olarak düşündü. Kapüşonu kafasına geçirdi. Biraları içmeyi planladığı parka geldi. En kuru bankı aradı gözleri ama hepsi de gözyaşları ile yıkanmıştı. Ağacın altında vardı bir tane, ona oturdu. İşte tam o anda planlarına uymayan bir şey oldu: Ezan. Hem de kulağındaki müziğe rağmen çok net bir şekilde duyabildiği bir ezan. Yatsı ezanı olmalıydı. Etrafına bakındı. Kaydırakların yarıya kadar suya gömüldüğü, sağlam salıncağın olmadığı çocuk parkının hemen  yanında, her tarafından ışıklar saçan camiyi buldu gözleri. Nasıl unutmuştu bunu. Canı sıkıldı bu işe. Gerçi okunan ezana rağmen camiye pek giren çıkan yoktu ama caminin dibinde bira keyfi yapan birine hesap soracak "hassas" bitirimler çıkabilirdi ortaya. Müziğin sesini arkadan gelecek ayak seslerini duyabilmek için bayağı kıstı. Ama kafasındaki incecik kapüşona çarparak davulun serbest stiline tıpır tıpır diye eşlik eden yağmur damlaları sanki düşmanla iş birliği yapıyorlardı. Caz yaparken de dinlerken de özgürdünüz ama sokaklardaki özgürlük tehlikeli olabilirdi.

İlk kutunun son yudumlarını kafaya dikerken parkın diğer tarafındaki cami duvarının yanından bir karaltı hızlı   bir şekilde geçiyordu. Tam sokak lambasının altına geldiğinde aniden durdu, şemsiyesini kapattı ve şemsiyeyi parkın suyla kaplı çimlerine fırlattı. Uzun saçlarının fönlü olduğu belli oluyordu ama buna rağmen şakır şakır yağan yağmur altında yavaş yavaş uzaklaşırken sanki özgürlüğün resmini yapan ressama modellik yapıyordu.

Gözlerini modelden 2-3 metre ötedeki çöp sepetine kaydırdı. Boş bira kutusu üzerinde ihtiyatlı bir güç denemesinin ardından onu sepete fırlattı. Metaller çarpışınca nasıl ses çıkarsa öyle çıkan sesi duyunca kısık olan diskmenin sesini tekrar sonuna kadar açtı. Ayağa kalktı, torbaları eline aldı ve kızın attığı şemsiyenin yanından geçerek eve doğru yola koyuldu. Bu arada insanları şemsiye kullananlar ve kullanmayanlar diye ayıran zat-ı muhterem geldi aklına. Kimdi hatırlayamadı. Kafasında bu soru, kulağında müzik yarım saat önce üzerinden özenle atladığı su birikintilerine artık bata çıka yürüyordu. Bu arada içilmeyen ikinci kutu, torbada süt şişesine çarparak çıkardığı "tong" sesiyle "beni unuttun" demek ister gibiydi.

Apartmana birkaç on metre kala akşamın ikinci plan dışı şeyi gerçekleşti: "Low battery". Elips üzerindeki kuvvet geri çekildi. Anlaşılan tur, çember üzerinde tamamlanacaktı. Sokak kapısını açtı, içeri girdi. Otomat sensörünün altından geçerken ışık yandı, ardından cebindeki telefondan “bip bip” sesi geldi. “Işık sesten hızlıdır” diye bir espri yaptı. Yüzündeki gülümsemeyle merdivenlerden çıkarken cebinden telefonu çıkarıp “gelen kutusu”na baktı: “MILES&SMILES kredi kartıyla yaptığınız uçuşlarda, yol boyunca sınırsız kurabiye.” Ekte de şöyle bir fotoğraf.


Bazılarının espri anlayışı anlaşılan daha iyiydi. Kapı ziline bastı. Tur bir şekilde tamamlanmıştı.




gel-git!



gel-git: böyle birşey değil mi hayat nihayetinde?





Rheya


- Sessizlik bulaşıcı mıdır? Yer altından dahi duyulur mu? Ne yapmaya çalışır, neden saklanır bu kadar? Neden buradasınız?
- ...