gözün garip hayali



"...İnsanın hakikati, sana gösterdiğinde değil, gösteremediğindedir.
Bundan ötürü, onu tanımak istersen dediklerine degil, demediklerine kulak ver. "


Mısır doğumlu ud üstadı Joseph Tawadros, Lübnan'lı bir "deli" Halil Cibran'a (kendisine doğunun Oscar Wilde'ı demek geliyor içimizden) adadığı The Prophet kaydı ile pazar kahvaltısının ertesindeki öğle saatlerinde içilen bir fincan kahve niyetine huzurlarınızda sevgili mamacılar. Telveniz bol olsun.


"Bir gün göz dedi ki: Bu vadilerin ötesinde mavi sisle örtülü bir dağ görüyorum... Ne güzel değil mi?... Kulak dinledi ve dedi ki: Fakat dağ nerede onu işitemiyorum... Sonra el dedi ki: Ona dokunmak için uğraşıp duruyorum ama dağ yok ki... Burun dedi ki: Dağ yok, kokusunu alamıyorum... Sonra göz başka tarafa döndü, diğerleri gözün garip hayali hakkında konuştular ve şöyle dediler: Gözün bir sorunu olmalı... "

Halil Cibran.

taze olgun


1999 yılından beri aktif olmasına rağmen, 2003 yılında yayımlanan "Tasty" albümü ile geniş mi geniş tüm kitlelerce gönül tahtına oturtulan, aynı yıllarda kalburüstü birkaç DJ ve prodüktör ile ortak çalışmaları ile de başka bir takım çevrelerle dirsek teması da kurmuş, sözkonusu uzunçalar Tasty ile adı Brit Awards'larla, Grammy'lerle bile anılmış lakin aynı sükseyi onu takip eden 2006 tarihli "Kelis Was Here" ile pek de yakalayamamış Kelis, 2010 yaz mevsimini kariyerinin bizce en "doyurucu", en "olgun" , en ........ albümü Flesh Tone ile kutluyor.





Sözü açtığımız "Tasty" albümü ile modern R&B ve Soul'a hayli taze bir soluk üfleyen Kelis, "Flesh Tone" ile o "kök"lerini geri plana atıp dümeni iyiden iyiye Electronica, House, Electro-House gibi derin sulara kırıyor. Çoğunluğun "Trick Me" , "Milkshake" ve Alman tekno superstarı Timo Maas ile kaydettiği sarsıcı "Help Me" gibi single'ları ile hatırladığı güzel Kelis'i, yüzdüğü bu yeni sularda tabi ki mühim prodüktörler de yalnız bırakmıyor. Ammo, Jean Baptiste, Benny Benassi, Burns, Diplo, David Guetta, Boys Noize, Free School, DJ Switch ve will.i.am. gibi isimler Flesh Tone plağının arka planında görünenlerden sadece birkaçı. Ufku olabilidiğince açık, manalı lirikleri yüksek dozda "profesyonel" vokal teknikleri ve gediksiz bir prodüksiyonla soframıza sunan Kelis'i, tekrar Tasty günlerindeki gibi yakinen takibe almamızın şart olduğunu hissediyoruz. Hem Kelis "beni takip et" der de, hangi mamacı burun kıvırır ki?

geçici bir heves

"Dave Brubeck, Avrupa ve Asya ülkelerindeki konser gezisinden döndüğünde, her ülkeden edindiği intibalarla birer parça hazırlamış. Bu ara Türk Halk Musikisi iyice izlenmiş olacak ki, bizi anmak için bir değil iki parça yazmış. Birinin adı "Blue Rondo a la Turk", öbürününki de "Golden Horn" yani Haliç. Biliyorum, Türk Müsikisi gönüllüleri de kaş çatacaklar bunlara, salt cazı tutanlar da. Birinciler, Türk Halk Musikisinin ritm ve melodi özelliklerinin ilim yoluyla ele alınması gerektiğini ve ancak bu yolla halk musikisiyle birleşmeye gidileceğini söyleyecekler, öbürleri de cazın kendine has tempo ve ritim unsurlarının dışardan, hele Türk Musikisinin aksak ritimlerinden hiçbir şey almayacağını, cazın bünyesinin buna uygun olmadığını söyleyecekler.





İki görüşe de saygı göstermek gerekir. Nitekim Brubeck'in söz konusu tecrübeleri ilgi çekici olmakla birlikte, caz yönünden de, Türk Halk Musikisi ile cazın birleştirilmesi yönünden de, başarılı değil. Acak bu başarısızlık, böyle bir birleşmenin imkansız olduğunu düşündürmez.
Temel unsurlarında hiçbir benzer yanı olmayan iki musikiyi birleştirme çabası, çılgınca bir serüven gibi gözüküyorsa da, unutmayalım ki bütün sanatlara ileri akımları getirenler hep çılgın serüvencilerdir. Brubeck'in girişkenliği şimdilik bir başarısızlığa uğramıştır. Ünlü cazcının bugünden sonra da aynı yolda çalışmalar yapacağını hiç zannetmiyorum. Bu onun için gelip geçici bir hevesti. Ama yurdumuzda hem cazı, hem Türk Halk Musikisini, hem Batı musikisini bilen birkaç musikişinas var. Bu çılgınca serüvene atılmayı biraz da onlardan bekleyelim. Bakalım sonuç ne oluyor?"


Cazdan elektronik müziğe, yerel musikiden klasik batı ruhuna, popüler olandan yerin yedi kat altında neler olduğuna kadar tüm mühim musiki hususlarında dimağımızı tam manasıyla "aydınlatan" İlhan K. Mimaroğlu'na Milliyet Gazetesi, 18 Aralık 1960 tarihli yazısını bahane ederek bir kez daha saygılarımızı sunuyoruz. 18 Aralık 1960.

kapıyı açmamla flaşlar patladı

Müziğin paylaşımının dijitalleşmesi ve işbu dijitalleşme ile bir bakıma da sanallaşmasından beri, tek dişi kalmış pek çok dev plak şirketinin dümenini kırdığı "albümden ziyade single satalım" mantığı, "tüketicilerin" (dinleyici değil) ekseriyetinin "zaten popüler albümlerin hemen hepsi one-hit-wonder; salt bir parça için koca albümü neden omuzlarıma yükleyeyim ki?" kolaycılığı (liberalliği de desek sanırız yamulmuş olmayız) ile birleşince ortalık bir anda singlelardan, EP'lerden geçilmez oldu sevgili mama-miacılar.

Biz yine de bırakalım bu klişe saptamaları da, EP'lerin her ciddi müzik dinleyicisi için oynadığı role, yani uzunçalardan evvel ve/veya hemen sonra, onda yer alan bir parçaya ayrıca dikkat çekmeye ve farklı yorumlar, okumalar ve remixler ile ne gibi yan manalara (paralel evrenlere) sebebiyet vereceğini duymaya dönelim. Uzun müddettir Berlin elektronik müzik sahnesinin (ve daha evvel yine burada konu ettiğimiz gibi son zamanlarda da moda tasarım camiasının) önde gelenlerinden Ellen Allien'in 2010 tarihli albümü Dust 'tan doğan single Flashy Flashy'e lafı bağlayalım.

Nedense doğduğu albümün tamamından daha fazla "okuduğumuz" Flashy Flashy single'ı, bünyesinde parçanın özünde var olan ama örtülü olan birçok hikayenin de üzerindeki tülü hafifçe aralayan iki dehşetengiz remixi de barındırıyor. Brooklyn'li tekno üstadı Alexi Delano ve bilhassa dikkatimizi çeken, kendi tabiriyle "deneysel house" prodüktörü Nicolas Jaar'a koca bir Ellen Allien albümünden ziyade bizi sadece iki remixe hapsettikleri için minnetlerimizi borç biliyoruz.

Nicolas Jaar, ilk uzunçalarını 2010 senesinin sonbaharında bitirecek olan bir "yeni keşif". Çaylak muamelesi görmekten sıyrılalı epey bir süre olmuş, New York çevrelerinde "içi dolu" house, tech house, minimal raflarında yerlerini alan birkaç single ve ağızdan ağıza bulaşan kulağı ile toplaşkaların aranılan DJ'lerinden olmuş bile. Nereye doğru gideceğinden ziyade yola başlayış noktası ile takdirimizi toplayan Jaar'a bir ömür boyu dönen plaklar diliyoruz; 2010 yazı için : "Daha fazla tech house! hemen şimdi!" diyoruz...

yadigar






Mayıs'ın 1'inde.
Bir kez daha.
Jam sucka Jam! Groove sucka Groove! Dance sucka Dance! Move sucka Move!

bahar lotusları


Birçok dinleyici tarafından Britanya menşeili IDM'in önderi sayılan Warp Records, Birleşik Devletler'in (hemi de batı yakasının) son dönemde en çok göze batan prodüktörlerinden Flying Lotus'u (Steven Ellison) steril kollarına almış gidiyor. 2006 senesindeki debutu "1983" ten beri gözle görülür, kulakla duyulur bir gelişme (progresivite manasına gelmesin, genleşme diyelim iyisi mi) gösteren Flying Lotus, eleştirmenler tarafından sıkıştırılmaya çalışılan birkaç janra da (Dubstep, Drum'n'Bass, Enstrümental Hip Hop, IDM) bol geleceğini 2010 tarihli uzunçaları Cosmogramma ile ispatlamış bulunmakta.

Stüdyoya gelenin gidenin haddinin hesabının olmadığı, albümde çeşitli parçalara tuz biber katan birbirinden mühim şahsiyetlerden belli : Rebekah Raff harpı ile, Thundercat bası ile, Niki Randa,Laura Darlington ve Thom Yorke vokalleri ile, Ravi Coltrane tenor saksafonu ile, Todd Simon trompeti ile kaydı sadece kendi varlıkları ile bile dinlenebilir kılıyorlar. Enstrümanların ve vokallerin canlı (kulaklarımıza adeta hücum eden) kayıtları, yer yer genele çok daha "jazzy" bir hava katıyor. Üzerine bir de son birkaç yıldır Britanya ve Avrupa musiki entelijansiyasının en çok dikkat kesildiği isimlerden biri olan Flying Lotus tarzı eklenince, ortaya senenin üzerinde en çok konuşulacak albümlerinden biri çıkıyor. Naçizane kulaklarımız, işin pazarlamasından, popülaritesinden ve süsünden ziyade albümün geneline yayılan ve aşina olanların fevkelade azınlıkta olduğunu düşündüğümüz o "yeni sampling" tekniklerine, ve o tekniğin açtığı yeni kapılara kapılıyor. Şu ana kadar hiçbir gizli bahçede görülmemiş, bırakalım koleksiyonerlerini, biyologların bile yeni keşfettiği bir Lotus Çiçeği ile karşı karşıyaymış hissi veriyor. Güzelliğine ne kadar kapılırsınız bilemeyiz ama, bahçenizde bir yeri hak ettiği kesin.

yazıldığı gibi okunan booka


Gözümüzün nuru Get Physical plak şirketinin M.A.N.D.Y ile beraber diğer kurucu ikilisi Booka Shade, 2010 senesinde yine dans terimize gözünü dikmiş; dahiyane prodüksiyon fikirleri ile teknoyu evrime değil adeta devrime uğratmış gidiyor sevgili elektro-mamacılar. Dürüstçe itiraf edelim : bu yazıyı yazmadan ve, albümü mama takipçilerinin beğenisine sunmadan evvel geçen birkaç haftalık "sindirme" süremizde akan terin, sallanan ellerin kolların omuzların, gerek iPod'larda gerek ev sistemlerinde salt ritmi değil onun arkasında-yananda-yöresinde saf tutan melodilerin, vokallerin ve her seferinde bizi ters köşeye yatıran ses kombinasyonu ve kompozisyonların sayısını biz de unuttuk. Booka Shade kendinden beklediğimizi gayet iyi bilir çıktı, bizi yanıltmadığı tek nokta da bu oldu. Yoldaşları M.A.N.D.Y'den de bu albüme acil bir misilleme beklerken, naçizane kulaklarımızda çağdaş teknonun başatlarından biri olmaya devam eden tüm Get Physical elemanlarına bir kez daha minnetlerimizi sunuyoruz.

yazıldığı gibi okunan booka


Gözümüzün nuru Get Physical plak şirketinin M.A.N.D.Y ile beraber diğer kurucu ikilisi Booka Shade, 2010 senesinde yine dans terimize gözünü dikmiş; dahiyane prodüksiyon fikirleri ile teknoyu evrime değil adeta devrime uğratmış gidiyor sevgili elektro-mamacılar. Dürüstçe itiraf edelim : bu yazıyı yazmadan ve More! isimli bu albümü mama takipçilerinin beğenisine sunmadan evvel geçen birkaç haftalık "sindirme" süremizde akan terin, sallanan ellerin kolların omuzların, gerek iPod'larda gerek ev sistemlerinde salt ritmi değil onun arkasında-yanında-yöresinde saf tutan melodilerin, vokallerin ve her seferinde bizi ters köşeye yatıran ses kombinasyonu ve kompozisyonların sayısını biz de unuttuk. Booka Shade kendinden beklediğimizi gayet iyi bilir çıktı; bizi yanıltmadığı tek nokta da bu oldu. Yoldaşları M.A.N.D.Y'den de bu albüme acil bir misilleme beklerken, naçizane kulaklarımızda çağdaş teknonun başatlarından biri olmaya devam eden tüm Get Physical elemanlarına bir kez daha minnetlerimizi sunuyoruz. Daha fazla Booka Shade!

tebdil


Kraliyet topraklarında muhtelif kod adları ile gerçekleştirdiği performanslar ve interdisipliner remix anlayışı ile hatırı sayılır bir popülarite kazanan Shem McCauley (a.k.a Slacker) , iki yıl evvel tüm bu popülarite ile beraber karanlık dans pistlerini de geride bırakıp bambaşka kıtalarda yaşamaya gider ve ortalama bir birinci dünya ülkesi mensubunun düşmesi muhtemel oryantalizm tuzaklarına hiç prim vermeden 2010 senesinde basılan uzunçaları "Start A New Life" ile Kulak Maması'na konuk olur. Salt geride bıraktığı Büyük Britanya'nın ana akım house sahnesinde edindiği tecrübelerden değil, ondan da mühimi, kariyerinin başlarından itibaren sürekli dirsek teması halinde olduğu Hip Hop ve Turntablism kültürünün gömleğinde bıraktığı "güzel sample"lama kabiliyetinden güç aldığı aşikardır bu yeni hayatında. Pek tabii eleştirilecek sürü sepet açığı vardır belki (evet var), kulağının pişmesi gereken bazı mühim noktalar vardır (henüz "ısınma" aşamasında. ne pişmiş, ne yanmış); pek mühim ayrıntılardaki tercihlerinde biraz daha hassas, daha sıcak bir estetik sahibi olacaktır eminiz, lakin...Dediği gibi artık o "başka" bir yerdedir. Başka bir şeylere başlamıştır. Bir şeyleri "geride" bırakmıştır. Albüme adını veren açılış parçasındaki spoken word sample'ının nefaseti bile bazen bir şeylere yeter de artar. Öyle değil mi?

topla plakları, böl saatlere


Disc Jokey nedir?
Salt önceden belirlenmiş seslerin, belirlenen kombinasyonda duyulmasını sağlayan bir "mavi gömlekli" midir, yoksa insanoğlunun kulağının duyduğu tüm sesleri kaydetmeyi akıl edip becerebilmesinden bu yana biriken kaotik boyutlardaki külliyatı bir sanat eserine dönüştüren "art"ist midir? DJ'leri bir kenara bırakalım, yıllar evvel bir akşamüzeri saati bir "küçük-kahverengi-yuvarlak-ahşap-masa" muhabbetinde (harikulade bir toplama dinlenirken bir yandan) zikredilen, aslında tüm "olay"ın "estetik bir toplama"dan ibaret olduğu, o estetiğin de ne olabileceğinin yukarda bahsettiğimiz kaotik boyutlardaki külliyat ile doğru orantıda seyrettiği fikri kulaklarımızda çınladı. Herşeyden ziyade, çok iyi bir kompozisyonun, "estetik bir toplama"nın nelere kadir olabileceğinin, nerelerden neler çıkararak kulaklarımızı nerelere götürebileceğinin hududu yok. Sadece bu özelliğini kullansa bile, kalburüstü bir DJ'in ömrümüzde ne kadar mühim bir yerde olduğunu sizlere bir kez daha anlatmanın lüzumu da yok.





DJ'in ne olduğu konusunda düşünmeye devam ediledursun, Los Angeles menşeili sanat kolektifi Dublab, birtakım kalburüstü DJ'lerin katılımı ile vücud buldurduğu toplamalarına tam gaz devam ediyor. Bu sefer huzurlarınıza Ras G, Daedelus, Flying Lotus, Andrew Pekler, Gonja Sufi gibi kalburüstleri çıkıyor; daha evvel hiçbir yerde yayınlanmamış parçaları da ihtiva eden toplama Dublab Presents Echo Expansion mamalananlar için geliyor.

Vücudumuz gibi kafamız için de kelimenin tam manasıyla "dünyanın öbür ucu" kadar uzak olan o kıtanın batı kıyılarından yakinen takibe aldığımız ender şeylerden olan Dublab ilhamı için kendilerine bir kez daha teşekkür ediyoruz.
Yıllardır yaptığımız herşey "iyi" bir toplama için değil miydi zaten? Aynen öyle. Eğer, söylendiği gibi, tanrı da bir DJ ise, iyi bir toplama karşısında neler hisseder bir düşünün. Aynen öyle...

metruk gezegen


1990'ların sonu 2000'lerin başlarında bulaşmaya başladığımız WARP kafası yani, Autechre, Squarepusher, Aphex Twin, Plaid, Luke Vibert, Boards of Canada gibi belli başlı I.D.M (Intelligent Dance Music: janr isimlerinin hala en tuhafıdır) dehaları ve sözkonusu WARP kafasının bizi o tarihlerde kafa yormaya ittiği makineleşme, fütürizm, cyberpunk, steampunk, sibernetik gibi hususlar ilk gençlik yıllarımızın sohbet muhteviyatını oluşturur hale gelmişti. Bu "kafa" başka uyarıcıların da desteği ile edebiyatı, nadiren şiiri, sinemayı, görsel tasarımı, psikolojiyi, siyaseti, mimariyi, kaos ve "oyun" teorilerini de içine alan bir "limiti görme" interdisipilini halini aldıktan bir süre sonra da kendiliğinden geri çekilmeye başladı. Belirli bir yerden sonra suyu ısındı ve ara sıra yad edilen bir estetik halini aldı.

Başlı başına kulağa bir kurgu bilim öyküsü tarihi gibi gelen 2010 yılında, Londra sokaklarının altında (evet evet arkasında değil, düpedüz "altında") adeta ikinci bir Burial hadisesi, Vex'd vuku bulmakta; ve yukarıdaki paragrafta üstünkörü betimlemeye çalıştığımız o IDM soslu "limiti görme" çabasından payını aldığını belli eden uzunçaları Cloud Seed ile ilgiyi ve takdiri hak etmekte. Son 4-5 yılın modası Dubstep çatısı altına rahatlıkla sokabileceğimiz prodüktör, IDM'in o elit ve karanlık atmosferi üzerine daha evvel anlatılmamış hikayeler anlatmaya en azından meyilli olduğunu apaçık ortaya koyuyor. Kulağında ısınması, tabiri caiz ise "açılması" gereken bazı teknik tıkanıklıklar olduğu akla gelen ilk eleştiri ancak, malum, ne Dubstep ne IDM "akla ilk gelen şeyler" yerleri. Yolu bir şekilde en heyecan verici olduğu o tarihlerde IDM'den geçen ve 2000'lerin sonlarına yaklaştıkça dümeni Dubstep'e, Grime'a kıran her "music nerd" için Vex'd karşınızda. Siz de o senelerde en az bir kere "ama bu müzik...çok....soğuk?" klişesini duyduysanız, doğru yerdesiniz. O estetiğin işbu "soğukluk"tan geçtiğini düşünenler için Vex'd mama'da. Bahsedilen herşeyle dirsek temas aralığında.

iyilik dağıtıcıları

Dünyaya karanlık indiğinde, Arimatealı Joseph çam ağacından bir meşale yakıp tepeden vadiye indi. Çünkü kendi evinde görülecek işleri vardı.
Keder Vadisi'nin çakmaktaşları üzerine diz çökmüş ağlayan, çıplak bir genç gördü.Saçları bal rengi, vücudu beyaz bir çiçek gibiydi, ama dikenler vücudunu yaralamış, saçına taç yerine kül serpmişti.
Zengin adam, ağlayan gence, "Bu kadar üzülmene şaşırmadım," dedi, "çünkü O, gerçekten adaletliydi."
Delikanlı cevap verdi : "Ben O'nun için değil, kendim için ağlıyorum. Ben de suyu şaraba çevirdim, cüzamlıları iyileştirip körlerin gözünü açtım. Ben de suyun üzerinde yürüdüm, mezarlarda oturanların içinden şeytanı kovdum. Yiyecek olmayan çölde açları doyurdum; ölüleri daracık mezarlarından kaldrıdım; ben buyurdum, koca bir kalabalığın karşısında, meyvesiz bir incir ağacı kuruyuverdi. O adamın yaptığı herşeyi ben de yaptım. Yine de beni çarmıha germediler..."


Oscar Wilde



2000 tarihli debutu "Animal Magic"ten bu yana imzasını taşıyan tüm albümler, anlattığı hikayeler ile sadece gönül telimizi titrekmekle kalmayıp, hayatımızı baştan aşağı alaşağı eden Simon Green (Bonobo) , beklediği tepkileri almadığını , içine çok da sinmediğini itiraf ettiği (dört başı mamur bir kayıt olmasına rağmen, itiraf ediyoruz: naçizane kulaklarımızda da hep ilk iki plağın gölgesinde kalacak) Ekim 2006 tarihli Days To Come'dan 3,5 yıl sonra yeni albümü "Black Sands" ile yuvaya (gönlümüze) geri dönüyor sevgili mamaseverler.





Birkaç ay evvel piyasaya sürülen ve bir nevi haberci niyeliği taşıyan The Keeper EP'si ile heyecanlanmaya başlayan bünyemiz, albümün tamamını gördükten sonra, bir itiraf daha edelim, o single'dan çok daha derin hikayeler ile karşılaştı. Bonobo müziğine olan "yüksek sadakat"imizden mütevellit, albümü bir Oscar Wilde öyküsü tadında okumaya meyilli kulaklarımız, ilk etapta Green'in, 2006 senesinden itibaren Britanya başta olmak üzere tüm dünyayı "titretip kendine getiren" janr Dupstep'ten ve bilhassa akımın şahı, karanlık Burial'dan ne derece "etkilendiği" oldu. Yaklaşık 55 dakika süren yeni Bonobo yolculuğunun özellikle ilk yarısı boyunca Burial'in o patikadan geçtiğini ve onun izlerini saygı ile takip ettiğimizi sık sık dile getiriyor Simon Green. Lakin albümün ikinci yarısına ve bilhassa da son üş parçasına girildiğinde Bonobo, kasti hareketlerle, ilk kez kulaklarımıza temas ettiği o soğuk kış akşamından beri, şimdiden efsaneleşen debut Animal Magic'in bizi aylarca sessiz sedasız bir kukumava döndürdüğü zamanları, tam dilimiz çözülecekken bu sefer de 2003 yılında masaya bırakılan "Dial M For Monkey" ile tekrar sessizliğe düştüğümüz anları bir bir, an be an bize tekrar yaşatmakta hiçbir sakınca görmüyor. Bonobo'nun verdiği o "hissiyat" hakkında ne söylesek, hep bir eksik kalıyor.

Masalı başlatan "Kiara Prelude"ün Oscar Wilde'lığından mı bahsedelim, "Eyesdown" , "Stay The Same" gibi güzellikleri ahşap kokulu vokali ile daha da bir ısıtan Andreya Triana'nın varlığından mı dem vuralım yoksa, albümü kapatan "Animals" ve "Black Sands"in nefasteniden mi konuyu açıp tüm gün mırıldanalım bilemedik. Bilemedik Simon.

free fil



Huzurlarınızda bir kara kalem illüstrasyonu ile Hint Tanrısı Ganesha. (kimi kaynaklardaki ismi ile Ganuptai) Kendisi yüce Shiva (Şiva) ve Parvati'nin oğlu. Bir gün, banyo yaparken onu koruması için annesi Parvati tarafından yaratılır. Lakin oğlunun kimliğinden habersiz olan Shiva, Parvati'nin konutuna girmesine izin vermediği için kılıcıyla onun başını gövdesinden ayırır. Parvati'nin durumu öğrendiğindeki kederi, Shiva'yı önlerinden geçen ilk canlının başı ile Ganesha'yı hayata döndürmeye söz verdirtir. Bu canlı, tahmin edebileceğiniz gibi, sürmeli bir fildir.



New York'lu besteci ve alto saksofonist Rudresh Mahanthappa, Berklee'deki jazz çalışmaları esnasında hocası Kadri Gopalnath şöförlüğü ile modern jazz vitesinde Hindu topraklarına çıktığı yolculuğu, işi asla yalancı ve içi boş bir doğu-batı sentezine götürmeden, yenilikçi alto saksofon kullanımı ile gayet "kıvamında" tütsülenip terbiyelenmiş albümü Kinsmen ile sonlandırdı. 2008 tarihli Kinsmen kaydı ile Mahanthappa, neredeyse yarım asırdır ana-akım jazz'ın en seçkin kritiklerinin yer aldığı Down Beat eleştirmenleri tarafından da "yükselen yıldız" sıfatı ile karşılandı. Aynı yıl, en iyi jazz albümü kategorisinde Grammy'ye aday gösterilen (bu referansı ne kadar ciddiye alırsınız, onu bilemeyiz) Miles In India toplamasındaki Miles yorumlarıyla da adını duyuran Mahanthappa'yı, bilhassa düşük tempodaki hikayeleri ile bir ömür takip edeceğiz. Hastası olacağız.

odadaki sıcak çıtırtı


Son birkaç aydır dikkatler hip hop aleminde tek geçeceğimiz isimlerden olan Mos Def'in (the most beautiful boogieman, vre mashalah!)) son kaydı The Ecstatic'te yer alan Selda(Bağcan) sample'lı güzellik Supermagic'e çevrilmişken, mama siz sevgili okurlarına Tranqill'i , bir nevi Mos Def'in Mos Def olmadan evvel Londra sokaklarındaki halini anımsatan birini, sunmaktan onur duyuyor. 2000'lerin başlarında Londra ve çevre illerdeki ev partilerinde plak başına geçmeye başlayan Tranqill, nihayet 2010 senesinde uzunçalara çalan EP'si The Hidden Treasures 'ı bizlere armağan ediverdi. Yanına aldığı kendisinden görece daha "yırtık" bedroom DJ'lerinden Paul White'ın da küçümsenmeyecek katkılarıyla Birleşik Krallığın, Birleşik Devletlerden aldığı underground-abstract hip hop'ı kendine has, özel yapım sosunda pişirip ne harika bir menuye dönüştürdüğünün son kanıtı olan Tranqill'i bağrımızla birlikte kulaklarımıza da bastıkça basıyoruz. Groove'una da, sıcak çıtırtılı plak sounduna da, o soundu bize veren pikabın arkasındaki Muhammed Ali'ye de kurban oluyoruz.