Kahverengi Toplama Kaset

Kulak Maması'nı bir süre için tekrar amca ve yengesine emanet etmezden evvel 1990'ların sonlarında hayatımı değiştiren bir toplama kasetten bahsedeceğim tuttu sevgili mamacılar...
000a46c0_medium

90'ların bitip milenyuma girdiğimiz günlerdi. Mevsim genelde kıştı. Ülkenin en kalabalık iki şehri arasında mekik dokuyup her ikisinde de ayrı tuhaf er-genetik buhranlara sürükleniyordum. Günlük hayat açmazlarının çözümünün ruhani bir yerlerde aranmasının mantıksız olmadığı zamanlardan biriydi. Tabi henüz ortalıkta mp3'ler , iPod'lar , genişbant internet bağlantıları , fena halde ağır külliyatları cebinizde taşımanıza olanak veren sabit diskler filan yoktu tabi. Radyo çok daha yaygındı. Radyo hayatın pek önemli bir parçasıydı. Bu parçanın "o ana özel"liğini kırmak için eskiden beri kasete kayıt alırdım. Soğuk bir gece, bulanık bir görüntüye sahip olarak eve geldiğimde radyoda tesadüflerin en güzellerinden olduğunu daha sonra idrak edeceğim bir set ile karşılaştım. Şu anda esamesi okunmayan radyo kanallarından birinde , gecenin bir yarısı , saat farkını filan hiç gözetmeksizin Londra'daki bir klüpten canlı bir DJ Set'i yayınlanıyordu. 1990'ların ortalarından itibaren ortalığı kasıp kavuran Asian Underground , hala ismini cismini bilmediğim bir DJ'in plaklarından "anında" eve doluyordu. Hemen kimbilir içinde ne olan bir kasete kaydetmeye başladım çalanları ve kendimi bütün bir set boyunca (yanlış olmasın, set 2 saatin üzerindeydi. 90'lık kasetlerin iki yüzüne iki albüm çekenlere selam) büyülenmiş bir vaziyette setin karşısında ağzım açık otururken hatırlıyorum. Ağzına kadar dolan o kaset yıllar boyu defalarca üzerimize heryerimize boşaldıktan sonra, yine masal gibi bir biçimde ortadan kayboluverdi. Çoğunu takip edip yakalasam da , içerisindeki bazı parçaları bir daha asla bulamadım.

90'ların ortalarında İngiltere'yi iyiden iyiye sallayan bu müziğin geniş olmasa da "kafi" bir özeti tam da millet Y2K'i konuşmaya başladığı zamanlarda beni de benden almayı başarmıştı. Buradan öncelikle işi salt oryantalist bir turizm DJ'liği kisvesinden çıkarıp, altı üzeri "doldurulmuş" işlere imza atan State Of Bengal, Badmarsh&Shri, Nitin Sawhney, ve Transglobal Underground olmak üzere janrın bütün temsilcilerine teşekkürlerimi bir borç bilirim aslında. Sayelerinde ben 1990'ları bitirip 2000'lere geçebildim, o iki şehirden birindeki hayatımı seçip , orada "devam etmeye" karar verebildim , yalnızkenki sükunetimi tekrar alttan alta elde edebildim.

Sükunet.
Şu an burada olduğunuz için teşekkürler , ben de tekrar burada olmaya çalışacağım.Tekrar hoşçakalın.



Sükunet.

o taraflar

şivan perwer'in perwari'de doğmuş olduğunu düşünmüştüm, öyle değilmiş, urfalıymış kendileri. "peki perwari nereden çıktı?" diye soracak olursanız, 4-5 gün siirt'te bulundum da.. perwari de siirt'in bir kazası. başka kazalarından batman, petrolün tespitinden sonra almış yürümüş, siirt'ten büyük bir beton yığını olmuş. batman, duymuşsunuzdur, bir kaç yıl önce kadın intiharlarıyla gündeme gelmişti. siirt'in bir köyü olan eruh da, 1980'lerin ortasında tarihteki ilk pkk baskını ile gündeme gelmişti. güneydoğu, o gün bugündür gündemden asla çıkmadı, daha da çıkmaz.

netcafe01
(bu internet cafe'ye işaret eden ve aşağıda bahsi geçecek düğünü yakalamamızı, ona yakalanmamızı sağlayan r.ye selam)


siirt'in mahalli idaresi dtp'li selim sadak'ın eline geçti. bir önceki belediye başkanı mervan gül, istifa edip şehrin eniştesi rte'ye milletvekilliği ve tabii ki başbakanlık yolunu açan kişiydi, anımsarsınız (emine hanım siirt'in tillo köyünden). eh tabi bu fedakarlığın karşılığı da büyük olmuş: gelen parayı indhirragandhi etmiş allahın arabı.

evet, siirt halkı arap, kürt ve türklerden oluşuyor. türkler dışındaki herkes 3 dili de konuşuyor. türkler bir tek kendi dillerini konuşuyorlar. memur hepsi :)

bıttım denen bir meyveden çerez yapıyorlar, biraz daha ileri gidip sabununu da yapıyorlar. sabahın köründe oğlakları pişiriyorlar, 5ten 11e kadar yedin yedin, yemedin bayatlıyor büryan, kimse önermiyor.


4677_buyuk



"bırak turizmi (!!), müziğe gel" diyenler çıkacaksa, hemen başa döneceğim: şivan'ın kardeş türküler'le el ele yaptığı bir albüm vardı: roj u heyv. müthişti, tüm kardeş türküler ve tüm şivan perwer albümleri gibi müthişti, hepsinin toplamı kadar müthişti (burada işler karışıyor işte: matematik, evet müzikte mühim ama, ölçmeye yeltenince fıss..). insan o ülkenin o yanına gidince ister istemez bu güzelliğin kaynağını arıyor. üniversitelerde, ilokullarda, bol heykelli meydanlarda, taburlarda bulamıyor tabii ki.. eski siirt'in kurulu olduğu yamaçtan aşağı salınırken akşamın bir vakti, evlerinin birbirine yaslı durduğu dar sokakların bir kaçının birleştiği küçücük bir kesişimde, birden bir kürt düğünü sesleniveriyor: eski amfiler, bir bağlama, bir "synth", elinde mikrofonla o karmaşık halaya durmuş kardeşlerin ortasında şivan gırtlaklı bir adam söylüyor. bize de düğün sahibinden destur alıp yanlarına çökmek kalıyor..

siirt'ten dönerken yolu saran yemyeşil tepelerden birinin güneşe bakan yamacına kurulmuş bir asker gördüm: eşofmanları (aşortmen) üzerinde, birlikten bir hayli açılmış, özgürlük sınırına dek gelip dayanmış, kitap okuyordu boşluğun ortasında.. sabahtı.. sputnik geldi, geçti aklımızdan..

(bunu annesine anlattım, o uyuyordu.. kendi, denk gelirse, burada okur...)

Uzun ince bir yol

Birkaç gün evvel bir gölün kıyısında kulak mamasının naçizane amcası ve yengesiyle sessiz sakin oturup , sessiz sakin müzikler dinleyip , müziğin kişisel tarihimizi tutarkenki baskın rehberliğinden bir kez daha dem vururken, kişisel tarihimden mümkün mertebe "kırpıp atacağım" şu son 5-6 ayın belki de en güzel anının , yanımdakilerle birlikte , şu şarkının hüznünü duyduğum anlar olduğunu fark ettim. Hem iş o kadar "sıcak"ki , dinlerken insanın elleri ısınıyor, mütemadi olarak o ilk dinlediği kış akşamına dönme nostaljisi yaşatıyor. Amcalara , yengelere ve tabi ki Tony Gatlif 'e selamımızı çakmakta gecikmiyoruz , sizleri Naci En Alamo 'nun ateşi ile başbaşa bırakıyoruz.




Hiç değişmiyoruz değil mi?

2000'li yılların en başarılı debut'larından bahis açıp , ilk birkaç albüm içerisinde bu albümü sayacak her kişi ile sessiz sakin bir akşamüzeri (neden bahar aylarının akşamüstlerinin ışığı bi başka olur? Albümün kapağındaki renk olur güneş) oturup hiç konuşmadan birşeyler içerim.

1239f
Topluluğun bundan sonraki işleri ve popülaritesi ile çok haşır neşir ol(a)madık ama bu samimi albüm, dünyanın hiç akla hayale gelmeyecek köşelerinde bile kendisini söyletip, albümü ilk dinlediğimiz 2000'li yılların ilk birkaç ayını hatırlacaksa varsın kötü albümler yapıp köşeler dönsünler; hiç mühim değil.

Muhtemelen bu sitenin gediklileri oldukça aşinadır bu şarkılara ama , bizden rica , bir kez daha bir akşamüzeri susup hüzünlü bir Londra huzuru ile bir kez daha döndürsünler bu albümü. Hem bu müzik insana ne kaybettirebilir ki? Hem ben de 9 sene evvel böyle bir albüm kaydetmiş olsam Gwyneth Paltrow'dan bir kızım olur , adını da utanmadan "Apple" koyarım , ne var ki?
gpaltrow

Birini, birşeyleri mütemadi özlemek gibi. 9 sene evvel de hissyatı bu idi , hala bu. "We Never Change" özlenenin olsun.

"ahırkapı, aksak lisan"

ahırkapı roman orkestrası şehrimize uğradı. aslında, başka roman orkestraları (mesela taraf de haidouks) gibiler muhtemelen: üyelerin sayıları, isimleri filan belli olmuyor, mahallede kim varsa o geliyor. (grup yorum'un özel durumundan biraz farklı sanırım: onlar, o sırada içeride olmayanlarla çalıyorlar.)

yine kimi başka roman orkestraları gibi elektronize de olmuşlar -electrogypsy compilation'ları hatırlayalım: digital davul, bol synth, biraz club havasına uydurulmuş coşkunluk. kafalarında makedon romanlarının çokça işlenmiş artık yorgun düşmüş (bayılıyorum şu exhausted sıfatına) imajından apartma kısa kenarlı fötrler, neyi yeniden üretiklerini farketmeden güzel güzel çaldılar söylediler. kiremit fabrikasından bozma hangarvari klübün müdavimleri, taşra zengini ruhuna sahip anadolu kaplanları, konuk sanatçı kim olursa olsun yoklamada yok yazılmama midesizliğine sahip tuhaf genç kesim oradaydı (ne kadar sekterim, değil mi dostlar?). ahırkapı da kendini böyle bir şeye göre hazırlamış, inşa etmiş zaten, anladığımız kadarıyla: yukarıda bahsi geçen müzikal karma, en derin çingene ağıtlarını dahi delip sırıtıyor.

tutup authenticity arayışına girecek değilim; ne var ki taraf de haidouks'un, ekrem&gypsy groovz'un, trio bulgarka'nın, les yeux noirs'ın, bratsch'ın, daha sayamadığım pek çok grubun canlı yahut hücum kayıtlarındaki tadı, konserde bile ahırkapı'dan alamamak üzdü bizi. göbek atmadık demiyorum, buna dikkat edin! bilen bilir, asker ziyareti için trakya yollarına düştüğümüzde, bir sınırı geçince içimiz kaynayan insanlarız haddizatında.

koudelka1

artık kusturica'danınkilerdense gatlif'in ve koudelka'nın (bkz. üst satır) çingene imgelerine, "ne neşeliler, değil miiii?" muhabbetindense kentsel dönüşüm durumlarına, ve tabii synth destekli club gypsy havalarındansa akustik, orijinal kayıtlara meylimiz var.

velhasılı, olmadı. aslını arasak bulamayız tabii ki artık roman müziğinin, sadece doğallıkla sokakta söyleneninden, çalınanından dem vurabiliriz. o yüzden, çırılçıplak kayıtları içeren roman olsun albümü, pek kıymetli yapımcı kalan müzik'ten geliyor, derin bir roman mahallesi hissi bırakıyor, soldan çıkıyor.


2rxy6u1

ulrike haage

nick ve mark

nick cave, malum, kötü tohumlarla birlikte, dig lazarus dig adlı bir albüm yaptı yakınlarda.. son zamanlarda durulduğuna inandığımız emekli serseri, ihtiyar punk, yine sallıyor, yuvarlıyor. bir yandan da acayip bir hikayenin, tam bir şehir hikayesinin içinde dolanıp duruyor.


dig-lazarus


sapkın bir sükunet ve hüzünle sevdiği kadının başını ezme arzusunu hikaye ettiği, cinayeti normalleştiren, gündelik olan içine davet eden o meşhur albümün tadı ağzımızdan hiç gitmediydi; ama sonraki depresifliğinden de müteşekki değildik.

nick cave mani ile depresyon arasında salınıp duran, şımarık ve gösterişli, frapan bir şair.. karşısında bugün yürürken aklıma düşüveren -yaşı benzemesin- mark sandman var: morphine'in müzmin depresif kurucusu, 99'da aramızdan ayrılmıştı.

morphine20-20cure20for20pain


cure for pain'in en bilindik parçalarından candy'de nick cave'in sevgiliyi öldürme meylini ters köşeye yatırıyor: sevgilinin zaten ölü olduğunu, hatta onu da kumun altındaki aleme davet ettiğini hayli sakin bir biçimde mırıldanıyor. "Candy asked me if she died if I could go on / Of course I said I couldn't and of course we knew that's wrong". unutulur yanı var mı bu sözlerin, ha?
hayvanlar alemi, tanıdığım iki tanesi sükut müptelası dört arkadaşın tuhaf rüyalarından oluşuyor.

gonca bıyıka

mi nina lola, "mi ninya lola" diye okunuyor. n'nin üzerinde bir tilda işareti (~) var, çünkü... ne demek peki? bilmiyorum. internetten bakasım da yok açıkçası.. isteyen baksın. mallorka'dan seslenen "çukulata renkli" bu müthiş kadın "kadife" sesiyle ne söylese dinlenir. anlam peşinde koşacak değiliz.


concha-buika-lola-cover


"ruhumuzun mührünü kıran kadınlar" serisine mi dönüştürsek yahu şu "yıkıcılıkta sınır tanımayan kadınlar" serimizin adını?

peyk

peyk, 'uydu' demekmiş. peki neyin uydusu? ilk şarkıdan itibaren vokalde bono havası seziliyor, değil mi? ama o riyakar pezewengle alakaları yok peykçilerin. uzun zamandır hafif ateşte piştiği belli, helmelenmiş, yoğun, oturmuş bir karakter var sözlerde, müziklerde.. bir buçuk iki senedir ara ara dinliyorum (ki bu, albümün benim bünyem tarafından 'iyi albüm' kategorisine yerleştirilmiş olduğu anlamına geliyor), seviyorum billahi..


270155_2



"ben bu aşkın ızdırabını..." küfründen tutun, "düşünme, kaybolursun" nasihatine dek; bunalımının lüzumundan fazla uzun sürdüğünü düşünsek de bir biçimde hayranlık duyduğumuz, uzaktan uzaktan sevdiğimiz bir arkadaş gibi, peyk.

müslüm'ün halleri

şimdi müslüm gürses tartışmasına herhangi bir yakadan dahil olacak değilim. pragmatik bakacağım biraz, her iki durumdan kazancımıza işaret edip geçeceğim. çünkü söylenenlerin her birinde hakkaniyet payı var: "asıl müslüm bu değil; eskiden geniş kitlelerce hazmedilmesi mümkün olmayan halidir" argümanı - essentialist ve kısmen muhafazakar olmasını bir yana bırakırsak- yüz yüze olduğumuz müslüm gürses'in "Müslüm" fikriyle mesafesini işaret ettiğinden işlevsel addedilebilir. hem kılığından kıyafetinden başka zamanların çocuğu olduğu gerçeği şapır şapır damlayan karakterlerin "baba ne süper adam yea" yollu yaklaşımlarını da savuşturma şansı veriyor. öte yandan, fena mı oldu yani? müslüm istanbul'un bir yakasının karanlık köşelerindeki kanlı ayinlerden karşı tarafa, rumelihisarı'na, babylon dolaylarına, ancak başkalarının pop şarkıları marifetiyle ışınlanabiliyorsa, buradan sanat sosyolojisi dersi çıkar; bu biiiir.. kimi tıfılların şarkılarını kendilerinden çok daha iyi okudu kimi örneklerde; bu da kültür hayatımıza bir katkıdır; bu ikiiii.. murathan mungan-müslüm gürses buluşmasını da mümkün kılan bu koşullar, her iki figürün popüler kültür haritasındaki müthiş konumlarını daha net tespit etmemizi de sağladı; bu üüüüç... tüm bunlardan sonra, aslında belki de en önemlisi, müslüm'ün ne'liği sorusuna daha sarih yaklaşımlar sergilememiz mümkün; tam da bu manevra, slalom, yerdeğiştirme, takiyye, işte ne derseniz o, gerçekleştikten sonra; tam da bunun gerçekleşmesi sayesinde.

mc3bcslc3bcmgc3bcrsessandc4b1k


bakınız bana bunları ne söyletiyor: üstad yeni bir albüm çıkardı, biliyorsunuzdur. sandık adlı albümde formül şaşmamış. sözgelimi, kenan doğulu'dan ziyade büyük biraderi ozan doğulu'nun kaktırmasıyla, ancak jazzy versiyonuyla dinlenir hale gelen "tutamıyorum zamanı", müslüm'ün elinde müthiş bir şeye dönüşmüş. sezen aksu'nun "vazgeçtim"i zaten kıyıcıdır, burada da biraz daha ağırbaşlılıkla, sıkıcılığın sınırına dek gelen ve o hatta cambazlık yapan bir hal almış. ama asıl geleceğim nokta, müslüm'ün iki hali ve bu iki hal arasındaki farkın bende bıraktığı saygı hissi: üstad kendi şarkılarından "itirazım var"ın iki versiyonunu albüme yerleştirmiş. lütfedip dinleyiniz: ceza ile düet (!) halinde olduğu versiyonla solo takıldığı arasındaki okuma tarzlarına, farklılıklara, ruh ayrılığına kulak kesiliniz! nasıl bir hoşgörünün, adaptasyonun, tevazuun sahne almakta olduğunu görünüz.

bu durumu tespit eden ve benim de idrak etmemi sağlayan ş.d.'ye de buradan sevgi, selam..

alif tree'nin mutfağından..

işte mutfağında yemek öncesi şarabı içen bir abimiz: alexandre alif, fransız mutfağı konseptiyle akşamüstlerine küçük müdahalelerde bulunmaya azmetmiş.

alif-tree


ilk dinleyişte "yani..." hissiyle "iyi kotarılmış bir downtempo, ama daha fazlası değil" fikrine varmanız işten değil. hakikatten de sofistike ve serin halini tam da karmaşadan kaçınmasından almış, evcil bir hali var albümün. hayli tanıdık ezgilerin kesilip yapıştırıldığı, rahatsız etmeyecek küçük müdahalelerle dönüştürüldüğü açılış, iyi güzel.. ama hikaye yalnızca modern döşenmiş bir mutfakta geçmiyor. kimi zaman altyapıdan ötürü portisheadvari bir karanlığa, apartman boşluğuna bakan kasvetli odalara girip çıkıyoruz, kimi zaman ise daha güncel ve önemli bir referans kulaklarımızı okşayıp geçiyor: burial'ın mevzuya yaklaşımının kokusunu alabiliyoruz. burial, bilgisayar oyunlarına yatırdığı zaman sermayesiyle bunalımından harikalar yaratmış bir ergense, alif tree de ondan bir beş yaş büyük ağabeyi: daha sosyal, gezmiş görmüş, kadınlarla arası iyi, iyi para kazanan bir sonradan olma parisli.. "les 4 vents", bana böyle bir karakter ilham ediyor.

pek kıymetli sputnik'in yere göre sığdıramadığı french touch'un rafine örneklerinden biri ile karşı karşıyayız. alif tree: french cuisine

individual üzerine çeşitlemeler ve björk'ün death yorumu

doğmamakta ısrar eden günün köründe, çamur içindeki paçalarıyla sümerbank mamülü gri pantolonlarımızla, ve pek tabii ki o pantolonların kritik bir yerinde barındırdığımız bezlerin etkisiyle coşmuş hormonlarımızla okula giden otobüste karamsarlaşan zamanlar.. metal, ama özellikle death metal beni hep o zamanlara çağırıyor.. bir çok okurumuz hak verecektir: death'in yeri ayrı.. ritmik ve melodik yapısıyla, inceliğiyle.. ne bileyim, ayrı işte. nasıl bir albüm ismidir yahu o: individual thought patterns!

'individual' kelimesi, bireysel diye çevrildiğinden midir, özel, öznel, 'personal' olana işaret etse de aslında daha ontolojik bir anlamı var: individum, çaktınız köfteyi, bölünemeyen anlamına geliyor. taa antik yunan atomcularından, herhalde demokritos'tan, yahut empedokles'ten beridir -zaman ne çabuk geçiyor: 2500 yıl göz açıp kapayana dek geçmiş- "bölelim, bölelim ama, sonunda daha fazla bölünemeyecek bir yapıtaşına ulaşacaz s.ke s.ke" fikri yaygın. eh, bu atomculuğu alır topluma uygularsanız da karşınıza atom yerine birey çıkıyor, nedense.. bence bir kaç adım daha atılabilir. aynı bireyin (yani aynı birey sanılan fikirler ve hissiyatlar toplaşmasının) aslında bölünebildiğini kabul etmek lazım artık. yani, atomcuları heraklitos'la paslaştıracağız bu dar alanda kaçınılmaz olarak..

içinde birden fazla divide barındırdığına emin olduğumuz bir tuhaf kadının, muhtemelen death'ten ilhamla nakşettiği bir parçayı görüşlerinize sunmaktı aslında amacım: nerelerden dolaştım gereksizcesine, değil mi?

nattura3001


björk'den geliyor: nattura.

bjork_nattura_lewis_org_5516361

(björk yengenin natural bir pozunu koymasam çatlardım -"björk yenge" mevzuunu bilahare aktaracağım)

bjork-thom-yorke1

arkadaki inlemeler de başka bir kıymetli şizo olan thom yorke'dan. şimdi, sizce bu bireyler bölünemez mi? kendiliğinden çok parçalılar zaten bence!

Kimin kellesi hangi koltukta lan?

death_individual_thought_patterns_front1
"Do you feel what I feel, see what I see, hear what I hear
There is a line you must draw between your dream world and reality
Do you live my life or share the breath I breathe
Lies feed your judgment of others
Behold how the blind lead each other."


Individual Thought Patterns (1993 , 2009)