metruk gezegen


1990'ların sonu 2000'lerin başlarında bulaşmaya başladığımız WARP kafası yani, Autechre, Squarepusher, Aphex Twin, Plaid, Luke Vibert, Boards of Canada gibi belli başlı I.D.M (Intelligent Dance Music: janr isimlerinin hala en tuhafıdır) dehaları ve sözkonusu WARP kafasının bizi o tarihlerde kafa yormaya ittiği makineleşme, fütürizm, cyberpunk, steampunk, sibernetik gibi hususlar ilk gençlik yıllarımızın sohbet muhteviyatını oluşturur hale gelmişti. Bu "kafa" başka uyarıcıların da desteği ile edebiyatı, nadiren şiiri, sinemayı, görsel tasarımı, psikolojiyi, siyaseti, mimariyi, kaos ve "oyun" teorilerini de içine alan bir "limiti görme" interdisipilini halini aldıktan bir süre sonra da kendiliğinden geri çekilmeye başladı. Belirli bir yerden sonra suyu ısındı ve ara sıra yad edilen bir estetik halini aldı.

Başlı başına kulağa bir kurgu bilim öyküsü tarihi gibi gelen 2010 yılında, Londra sokaklarının altında (evet evet arkasında değil, düpedüz "altında") adeta ikinci bir Burial hadisesi, Vex'd vuku bulmakta; ve yukarıdaki paragrafta üstünkörü betimlemeye çalıştığımız o IDM soslu "limiti görme" çabasından payını aldığını belli eden uzunçaları Cloud Seed ile ilgiyi ve takdiri hak etmekte. Son 4-5 yılın modası Dubstep çatısı altına rahatlıkla sokabileceğimiz prodüktör, IDM'in o elit ve karanlık atmosferi üzerine daha evvel anlatılmamış hikayeler anlatmaya en azından meyilli olduğunu apaçık ortaya koyuyor. Kulağında ısınması, tabiri caiz ise "açılması" gereken bazı teknik tıkanıklıklar olduğu akla gelen ilk eleştiri ancak, malum, ne Dubstep ne IDM "akla ilk gelen şeyler" yerleri. Yolu bir şekilde en heyecan verici olduğu o tarihlerde IDM'den geçen ve 2000'lerin sonlarına yaklaştıkça dümeni Dubstep'e, Grime'a kıran her "music nerd" için Vex'd karşınızda. Siz de o senelerde en az bir kere "ama bu müzik...çok....soğuk?" klişesini duyduysanız, doğru yerdesiniz. O estetiğin işbu "soğukluk"tan geçtiğini düşünenler için Vex'd mama'da. Bahsedilen herşeyle dirsek temas aralığında.

iyilik dağıtıcıları

Dünyaya karanlık indiğinde, Arimatealı Joseph çam ağacından bir meşale yakıp tepeden vadiye indi. Çünkü kendi evinde görülecek işleri vardı.
Keder Vadisi'nin çakmaktaşları üzerine diz çökmüş ağlayan, çıplak bir genç gördü.Saçları bal rengi, vücudu beyaz bir çiçek gibiydi, ama dikenler vücudunu yaralamış, saçına taç yerine kül serpmişti.
Zengin adam, ağlayan gence, "Bu kadar üzülmene şaşırmadım," dedi, "çünkü O, gerçekten adaletliydi."
Delikanlı cevap verdi : "Ben O'nun için değil, kendim için ağlıyorum. Ben de suyu şaraba çevirdim, cüzamlıları iyileştirip körlerin gözünü açtım. Ben de suyun üzerinde yürüdüm, mezarlarda oturanların içinden şeytanı kovdum. Yiyecek olmayan çölde açları doyurdum; ölüleri daracık mezarlarından kaldrıdım; ben buyurdum, koca bir kalabalığın karşısında, meyvesiz bir incir ağacı kuruyuverdi. O adamın yaptığı herşeyi ben de yaptım. Yine de beni çarmıha germediler..."


Oscar Wilde



2000 tarihli debutu "Animal Magic"ten bu yana imzasını taşıyan tüm albümler, anlattığı hikayeler ile sadece gönül telimizi titrekmekle kalmayıp, hayatımızı baştan aşağı alaşağı eden Simon Green (Bonobo) , beklediği tepkileri almadığını , içine çok da sinmediğini itiraf ettiği (dört başı mamur bir kayıt olmasına rağmen, itiraf ediyoruz: naçizane kulaklarımızda da hep ilk iki plağın gölgesinde kalacak) Ekim 2006 tarihli Days To Come'dan 3,5 yıl sonra yeni albümü "Black Sands" ile yuvaya (gönlümüze) geri dönüyor sevgili mamaseverler.





Birkaç ay evvel piyasaya sürülen ve bir nevi haberci niyeliği taşıyan The Keeper EP'si ile heyecanlanmaya başlayan bünyemiz, albümün tamamını gördükten sonra, bir itiraf daha edelim, o single'dan çok daha derin hikayeler ile karşılaştı. Bonobo müziğine olan "yüksek sadakat"imizden mütevellit, albümü bir Oscar Wilde öyküsü tadında okumaya meyilli kulaklarımız, ilk etapta Green'in, 2006 senesinden itibaren Britanya başta olmak üzere tüm dünyayı "titretip kendine getiren" janr Dupstep'ten ve bilhassa akımın şahı, karanlık Burial'dan ne derece "etkilendiği" oldu. Yaklaşık 55 dakika süren yeni Bonobo yolculuğunun özellikle ilk yarısı boyunca Burial'in o patikadan geçtiğini ve onun izlerini saygı ile takip ettiğimizi sık sık dile getiriyor Simon Green. Lakin albümün ikinci yarısına ve bilhassa da son üş parçasına girildiğinde Bonobo, kasti hareketlerle, ilk kez kulaklarımıza temas ettiği o soğuk kış akşamından beri, şimdiden efsaneleşen debut Animal Magic'in bizi aylarca sessiz sedasız bir kukumava döndürdüğü zamanları, tam dilimiz çözülecekken bu sefer de 2003 yılında masaya bırakılan "Dial M For Monkey" ile tekrar sessizliğe düştüğümüz anları bir bir, an be an bize tekrar yaşatmakta hiçbir sakınca görmüyor. Bonobo'nun verdiği o "hissiyat" hakkında ne söylesek, hep bir eksik kalıyor.

Masalı başlatan "Kiara Prelude"ün Oscar Wilde'lığından mı bahsedelim, "Eyesdown" , "Stay The Same" gibi güzellikleri ahşap kokulu vokali ile daha da bir ısıtan Andreya Triana'nın varlığından mı dem vuralım yoksa, albümü kapatan "Animals" ve "Black Sands"in nefasteniden mi konuyu açıp tüm gün mırıldanalım bilemedik. Bilemedik Simon.

free fil



Huzurlarınızda bir kara kalem illüstrasyonu ile Hint Tanrısı Ganesha. (kimi kaynaklardaki ismi ile Ganuptai) Kendisi yüce Shiva (Şiva) ve Parvati'nin oğlu. Bir gün, banyo yaparken onu koruması için annesi Parvati tarafından yaratılır. Lakin oğlunun kimliğinden habersiz olan Shiva, Parvati'nin konutuna girmesine izin vermediği için kılıcıyla onun başını gövdesinden ayırır. Parvati'nin durumu öğrendiğindeki kederi, Shiva'yı önlerinden geçen ilk canlının başı ile Ganesha'yı hayata döndürmeye söz verdirtir. Bu canlı, tahmin edebileceğiniz gibi, sürmeli bir fildir.



New York'lu besteci ve alto saksofonist Rudresh Mahanthappa, Berklee'deki jazz çalışmaları esnasında hocası Kadri Gopalnath şöförlüğü ile modern jazz vitesinde Hindu topraklarına çıktığı yolculuğu, işi asla yalancı ve içi boş bir doğu-batı sentezine götürmeden, yenilikçi alto saksofon kullanımı ile gayet "kıvamında" tütsülenip terbiyelenmiş albümü Kinsmen ile sonlandırdı. 2008 tarihli Kinsmen kaydı ile Mahanthappa, neredeyse yarım asırdır ana-akım jazz'ın en seçkin kritiklerinin yer aldığı Down Beat eleştirmenleri tarafından da "yükselen yıldız" sıfatı ile karşılandı. Aynı yıl, en iyi jazz albümü kategorisinde Grammy'ye aday gösterilen (bu referansı ne kadar ciddiye alırsınız, onu bilemeyiz) Miles In India toplamasındaki Miles yorumlarıyla da adını duyuran Mahanthappa'yı, bilhassa düşük tempodaki hikayeleri ile bir ömür takip edeceğiz. Hastası olacağız.

odadaki sıcak çıtırtı


Son birkaç aydır dikkatler hip hop aleminde tek geçeceğimiz isimlerden olan Mos Def'in (the most beautiful boogieman, vre mashalah!)) son kaydı The Ecstatic'te yer alan Selda(Bağcan) sample'lı güzellik Supermagic'e çevrilmişken, mama siz sevgili okurlarına Tranqill'i , bir nevi Mos Def'in Mos Def olmadan evvel Londra sokaklarındaki halini anımsatan birini, sunmaktan onur duyuyor. 2000'lerin başlarında Londra ve çevre illerdeki ev partilerinde plak başına geçmeye başlayan Tranqill, nihayet 2010 senesinde uzunçalara çalan EP'si The Hidden Treasures 'ı bizlere armağan ediverdi. Yanına aldığı kendisinden görece daha "yırtık" bedroom DJ'lerinden Paul White'ın da küçümsenmeyecek katkılarıyla Birleşik Krallığın, Birleşik Devletlerden aldığı underground-abstract hip hop'ı kendine has, özel yapım sosunda pişirip ne harika bir menuye dönüştürdüğünün son kanıtı olan Tranqill'i bağrımızla birlikte kulaklarımıza da bastıkça basıyoruz. Groove'una da, sıcak çıtırtılı plak sounduna da, o soundu bize veren pikabın arkasındaki Muhammed Ali'ye de kurban oluyoruz.

klasikler


Hepimizin birkaç kilo vermeye ihtiyacımız olduğu şu günlerde, mama, ballı bademli bir "klasik" ile karşınızda sevgili "birbirinden fit" kulak maması takipçileri. 2001'de piyasaya sürülen albümü Discovery ile popüler elektronik dans müziği sahnesinde 1990'lar boyunca Fatboy Slim, Groove Armada gibi isimlerin yaptığı sarsıntıları 2000'lere "eviren" kilometre taşı Fransız ikili Daft Punk sofrada. Topluluğun 2000'lerin ortalarından itibaren iyice pişen stillerini ihtiva eden diğer çalışmalarından ziyade, bir nevi "2000'lere girizgah-101" niteliğindenki zorunlu dersi Discovery, çıkmasının üzerinden 9 sene geçmesine rağmen, okuması tam olarak bit(e)memiş bir kayıt. Ana akım içerisinde bu kadar çığırı bir anda açmak her müzisyene nasip olmuyor; Daft Punk, kendinden sonra gelecek ve 2000'lerin hepiciğini kasıp kavuracak o "French Electro" akımına da bir nevi sütünü esirgemeyen ana rolüne bürünüyor. Klasik, "çağdaş olan"ın tıkandığı anlarda imdada yetişen bir astım ilacı ise, bu albümü de her daim ceketin iç cebinde, olmadı çantanın bir yerlerinde bulundurmak elzem. Aramızdaki herkes Daft Punk'a çok şey borçlu, sıfır bedenler bile...

ne olacak bu işler?


Modern Jazz hususunda Birleşik Devletler'den son birkaç yıl içerisinde çıkan en heyecan verici yeteneklerden biri olan New Orleans'lı genç soprano tromboncu Christian Scott bu gece bizlerle beraber sevgili "TRT Radyo 3 Jazz Saati sunumunun ses tonu huzuru"ndaki mamaseverler. Yaşının oldukça genç olmasına rağmen, dimağının geleneksel jazz eğitiminden geçmiş ortalama bir "enstrümancı"dan çok daha açık olması ile kulağımıza çarpan Scott, selam çakmaktan ziyade saygı duruşu yaptığı birçok büyüğe layık bir albümle, kariyerinin üçüncü albümü "Yesterday You Said Tomorrow" ile sahnedeki yerini alıyor.

Ornette Coleman'dan Thom Yorke'a (The Eraser yorumuna diyecek laf bulamadık mesela, "bir daha çal"dan başka...) , Miles Davis'den Bob Dylan'a kadar gidip gelinen 62 dakikalık albüm boyunca salt Christian Scott'un değil kayda iştirak eden tüm müzisyenlerin "olgunluğu" , enstrümanlarından ziyade müziğin kendisiyle olan ilişkileri, hadisenin tam manasıyla "ne estetik,ne duygulu, ne ümit verici birşey bu" kıvamını açıklamamızda bir nebze olsun bize yardımcı oluyor. Kör gözümüze sokmadan, gayet dingin, yer yer heyecanlı, küçüklere şevkatte büyüklere hürmette hiç yanlış yapmayan Scott'a zaten 2007'deki Anthem kaydından beri (ki zat'ı muhterem o kaydı felakette zarar gören New Orleans halkına adamıştı) ve bilhassa da kuzeydoğu Amerika, İngiltere ve Fransa'daki prestijli jazz eleştirmenlerini, dergilerini ve kataloglarını yakinen takip edenler yabancı değiller; lakin son günlerde herhangi bir konuda "ne olacak bu işler?" diyen geri kalan herkes için gayet güzel bir cevap bu albüm. Başlıbaşına bu albüm olacak işte, ya ne olacağıdı?




teknonun lobotomisi


Kendi kurduğu Orphanear Plakçılık bünyesindeki ilk uzunçalarını 2010 Mart ayında raflara sürecek bir Alman'la, Pawel ile haşır neşiriz bugün kadirşinas mamacılar. Bir debuttan beklemediğimiz derecede olgun, ne yaptığını, ne dediğini, nerede nasıl oturup kalkılacağını, kısacası adabı muaşereti kusursuz; lakin kesinlikle muhafazakar-tekrarcı zihniyete yaklaşmadan (ki "bir duruş olarak minimalizm" bünyesinde yeni birşeyler söylemenin çok zor olduğu şu günlerde) yenilikçi, ilerici (!) bir minimal house örneği ile karşımıza çıkıyor Pawel. Övgüleri sadece kulunuzdan değil, Osunlade, Seth Troxler, M.A.N.D.Y. gibi mühim şahsiyetlerden de bir bir topluyor. Müzik yazarları ve eleştirmenler tarafından içine sokuşturulduğu janrın (Minimal House, Minimal Techno, Click House) tabiatı gereği "loop" kavramına olan yatkınlığını, hiçbir kulağı tırmalamadan, işi ucuzlaştırmadan, albümün başından sonuna dek steril ve stabil bir kalite seviyesini tutturarak devam ettirirken işin melodi kısmını da es geçmiyor. Sadece gece saatlerindeki dans salınımları için değil, günün her saati için "uygun" bir sükunette hikayesini anlatıp çekiliveriyor. Her daim duştan yeni çıkmış bir hisssiyat plağın her yerinden "damlıyor". Sıhhatler olsun, cidden çok güzel olmuş.

toulouse de bana



1985'te Toulouse'ta kurulan kolektif Zebda, gerek sola yaslanmalarıyla, gerek bünyesindeki Kuzey Afrika menşeili elemanların fazlalığıyla ( Fransa'ya Kuzey Afrika'dan geldiysen ya Zidane olursun ya hiç...) ana-akımın ilgisini anca 1998'deki albümleri "Essence Ordinaire" ile çekebildi. Muhteviyatında, neredeyse tüm albüme sirayet eden Rai ve Dub etkileşimleri ile, salt o yollardan onlardan sonra geçeceklere değil, Asian Dub Foundation, Manu Chao'lu Radio Bemba Sound System ve bilimum Avrupa menşeili yeraltı Dub, Reggae, Rai, Punk, Rap ve Hip Hop oluşumuna yol gösterdiler; kulaklarına "çalmak dinlemek yetmez, az da okuyun" diye fısıldadılar. Sağolsunlar.

Müsadenizle Mama, çıktığı seneden beri bunca şey olmasına rağmen playlistimizdeki yerini koruyan albümlerden biri olan "Essence Ordinaire" ile, memleketin başkentinin orta yerinde, yığının çoğunluğuna olmasa da en azından bir bölümüne bile "işçi"yi , "sınıf durumu"nu, "sol"u (fazla da gaza gelmeden) bir kez daha düşün-dürtenlere teşekkür ediyor.

Bir on sene farkla da olsa, Fransa'nın Bandista'sı geliyor; müzikaliteden hiç ödün vermeden, bilakis önümüze fener tuta tuta selamını çakıyor. Bize de bilhassa "Quinze ans" ile şalalaya iştirak düşüyor.

tutku



Ne Serge hakkında, ne Jane hakkında, ne siyah beyaz fotoğraflar hakkında, ne baş tacımız French Touch'un doğuşu hakkında, ne romantizm hakkında, ne vintage estetiği hakkında, ne beyaz gömlekler ve siyah kravatlar hakkında, ne "müzisyenin teknik kabiliyetlerinden ziyade, bizatihi müziğin ruhunun ehemmiyeti" hakkında, başlanılan şeyler hakkında, biten herşey hakkında...1971 tarihli başyapıt Histoire de Melody Nelson 'dan daha fazla şey söyleyebileceğimizi düşünemedik...





Sadece, albüme yıllar sonra ,kendi müzikal kariyerinin zirvesini yaptığından habersiz, erken dönem downtempo DJ'i Howie B'nin "Ballade De Melody Nelson" remix'ini iliştirmenizi rica edebiliyoruz. Zaten "mükemmel cover" ve/veya "kusursuz remix" düsturumuzun da dediği gibi şarkının orjinalinde olan, vefakat üzeri bir şekilde örtük olduğundan,görünmeyeni "uncover" etme durumunu bir kez daha vücuda getiriyor Howie B ve Serge'i mezarında bir sigara daha yakmaya teşvik ediyor. Bize neler yaptığını varın siz düşünün.

ala franga muhalefet olur mu?

buzkıracağı cinayetleri


Sessizlik.
Sonra, "Teşekkür ederim Matthew."

Ne için? Kulübeden çıkıp yukarı, odama gittim. Temiz bir gömlek giydim, uygun bir kravat taktım ve Slate'te kendime nefis bir biftek ziyafeti çektim. John Jay Koleji ve Midtown South'tan polislerin takıldıkları bir yerdi. Ama tanıdık birine rastlamadım şükür ki. Mükellef bir yemek yedim kendi başıma. Önden martini sonradan da brendi içtim.
Dokuzuncu Cadde'ye yürüdüm. St.Paul'ün önünden geçtim. Kilise kısmı kapalıydı bu saate. Dar merdivenlerden zemin katına indim. Birkaç gece evvel Bingo oynadıkları ön taraftaki odaya değil de toplantıları yaptıkları yandaki daha küçük odaya indim.
Bir mahallede oturuyorsanız, girdisini çıktısını bilirsiniz. İlginiz olsun olmasın.
Birkaç dakika kapıda durdum. Başımın dönüp göğsümün sıkıştığını hissettim. Brendiden olmalı diye düşündüm. Güçlü bir uyarıcı. Brendiye alışkın değilim, çok sık içmem.
Kapıyı açıp içeri baktım. Bir düzine insan katlanır sandalyelerde oturuyordu. Bir masada kahve makinesi ve iç içe geçmiş plastik bardaklar vardı. Duvarlara bazı sloganlar yapıştırılmıştı. YALINLIK İŞİ KOLAYLAŞTIRIR. Yılların canına yandığımın bilgeliği.
O da muhtemelen şehrin merkezinde bunun gibi bir odaydı. Belki de SoHo'daki bir kilisenin bodrum katında.
Şansın bol olsun hanımefendi.
Bir adım geriye gittim, kapıyı kapayıp merdivenlerden yukarı çıktım. Kapının arkamdan açıldığını, peşimden insanların koşup beni çekerek geri götürdüklerini hayal ettim. Böyle bir şey olmadı.
Göğsümdeki sıkıntı geçmemişti.
Brendidendir dedim kendi kendime. Brendiden uzak dursam iyi olacaktı. Hep içtiğin şeyden şaşmayacaksın. Burbondan şaşmayacaksın.
Armstrong'un Yeri'ne gittim. Azıcık burbon, brendinin ağızda bıraktığı tadı yumuşatır. Azıcık burbon hemen herşeyi yumuşatır.

Lawrence Block, Buzkıracağı Cinayetleri (1977)


1962'de Crane Junior College Chicago'da bir öğrenci projesi olarak kurulan topluluk The Pharaohs, 1973'e kadar süren ömrü boyunca sadece üç plak yayımlayabilmesine rağmen underground jazz ve bilhassa soul çevrelerinde eyalet efsanesi haline gelmişti. Kahverengi kadife ceketler ve bol paça pantolonların kol gezdiği Chicago'dan, The Pharaohs'tan geliyor sıradaki mamamız, kolektifin 1972 tarihli ikinci plağı "In The Basement" , nakletmeye çalıştığımız "atmosferin" tamamını bünyesinde barındıran kayıtlardan. Gerektiği kadar voodoo, had safhada cool bir soul, yeterli hüzün, vintage ses renkleri,hardal-sosis gibi conga ve bass, saman kağıda basılı 30 yaş üzeri kitap kokusu, yan flütün soul ve jazz dünyasındaki özlenen tahtı, mama'da daha evvel de değindiğimiz Alice Coltrane tütsüsü kokulu; sadece onun için aylarca bu plağın zevkle aranabileceği kusursuz balad "The African Roots"...Daha ne olsun...

1972 yılından gezegene bırakılan en güzel "canlı" kayıt...

duyumsamanın mantığı


Berlin teknosunun 2000'lerin sonlarındaki duayenlerinden M.A.N.D.Y ve Booka Shade'in kanatlarının altındaki plak şirketi Get Physical bünyesinde, son zamanlarda tuhaf şeyler oluyor. Indie'ye çok uzaktan da olsa göz kırparak alışıla(aşıkoluna)gelmiş o kırılgan tekno çizgisinden biraz uzaklaşıp bambaşka sulara doğru kulaç atan Raz Ohara And The Odd Orchestra 2009 senesinde Get Physical etiketi ile raflardaki yerini alan uzunçaları "II" ile mamalandırıyor bizi. Müziğe ulaşımın artık sadece plak dükkanları ile sınırlı kalmamasından ve hemen herkesin kaydedilen eserlere bir şekilde dijital olarak ulaşabilmeye başlamasından mütevellit, iyiden iyiye genelleşerek giderek sıradanlaşan birçok indie sanatçısından, "bana arkadaşını söyle, en fazla nereye kadar gidebileceğini söyleyeyim" durumundan (bir nevi "eş durumundan") ayrıksılaşan Raz Ohara orkestrası, girişte de dediğimiz o dehşetengiz Get Physical DJ'leri ile olan münasebetini çok iyi yerlere yormuş. Ortaya deneyimleme (duyumsama) şansımızın çok az olduğu bir "blend" çıkmış. Yanlış anlaşılmasın, akustik tavırlı indie'nin içine minimal Berlin teknosu mu olur demeyin , Raz'ın ayağı öyle değil, ikisinin sentezi gibi değil de, bir nevi çiftleşmesi gibi. Et ile kemikse bunlar (ki bence değil, olmamalı. Kurtulalım artık şu sentez kafasından n'olur) daha çok Deleuze eti ve kemiği gibi : "Et tenin ölmüş olanı değildir, tüm acıları taşımış ve yaşayan tenin tüm renklerini üzerine almıştır. Tüm o çırpınmalı acılar ve kırılganlık, ama aynı zamanda rengin ve cambazlığın çekici icadı. Bacon, "hayvanlara acıyın" demez, daha ziyade, acı çeken tüm insanlar birer et parçasıdır, der."

Biliyorum,işi "Deleuze Et ve Kemik Kurumu'na (DEKK)" dek getirdik;mesele karıştı ve saçmaladı. E kulak maması da o yüzden var. Okumayı bir yerde bırakıp dinlemeye geçmek için. "Varsha" ve artçılı "Wildbirds" bu saçmalığı durultacaktır. Teşekkürler Get Physical.

Elenaor?



Am I your possession?
Am I in demand?


Ben Langmaid ve bambaşka bir sayfa, hatta defter açmak istediğimiz Eleanor "Elly" Jackson'dan oluşan La Roux, öncellikle Britanya'dan sonra bizi de yaktı kavurdu. Hanif Kureishi'nin bir kez daha kulaklarını çınlatalım, ne demişti yakışıklı : "Asıl mücadele alanı popüler kültürdür..." ve La Roux'a bağlayalım : Uzun müddettir bu kadar dolu, bu kadar taze, bu kadar çaylak olduğu kadar olgun bir pop duymamıştık. Henüz yolun çok çok başlarında olsalar da kendi isimlerini taşıyan debut albümleri ile bir çok underground prodüktör ve DJ'in "yatak odalarına" , "mahremlerine" hemencecik giriveren La Roux için, yepyeni bir senenin açılışı mı demeli, leş gibi bir senenin kapanışı mı?

Elenaor? Bize hep böyle şarkı söyle. Yalvarırız. Ağlayarak inelim dans pistlerinden. Lütfen. Elenaor?




aşk


Kieran Hebden, çok daha aşina olduğumuz ismi ile Four Tet, 2010'u hepimizden daha güzel karşıladı ve yepyeni uzunçaları There Is Love In You 'yu (manidar isimmiş) bizlere armağan etti. 1999 senesindeki debutu Dialog ile (hepsi manidarmış yahu) kolları sıvayan ve o tarihten beri yakamızı bırakmayan Hebden, kanımızca yaptığı en "olgun" en dört başı mağrur kaydı ile karşımızda bu sefer. Hani bir müzisyen mülakatı klişesi vardır ya "içime en çok sinen, en iyi albümüm son albümümdür" diye; işte o klişe resmen There Is Love In You'da vücut bulmuş desek yeridir güzide mamacılar. Son zamanlarda kıymetlinin haspihal içerisinde bulunduğu Burial gibi karanlık aksakçılar, Monolake gibi minimal techno ustaları kendisine oyun alanını epeyce genişletme fikrini vermiş, sonuçta ortaya 12 futbol sahası büyüklüğünde bir kompozisyon çıkmış. Hani neredeyse albümün tamamına yayılan o "alt metni okuma" heyecanı , o kadar kendiliğinden, o kadar akışkan bir rahatlık içerisinde ki, yapabileceğimiz en iyi şey, bitince yeniden başlatmak oluyor. Sonra yeniden.