Belli ki çok sevmiş!

İnsan kendine ait şeylerin bile sahibi olamıyor şu hayatta değil ki bir adama sahip olacak! Harflerin, kelimelerin, cümlelerin, söylediklerinin, yazdıklarının ve dahası gördüğü rüyaların bile sahibi olamayan, nasıl bir adamın sahibi olsun ki? Tuhaflık bu ya; yine de ister bunu, kim bilir belki de bir rüyada görüp aklına düşmüştür. Öyle ya da böyle aklına düşmüş, kafasına takılmıştır. Kanımca bunu aklından bile geçiren iyi bok yemiştir!

Billie Holiday’in dimdik omuzlarında gizlediği ama gözlerinden saklayamadığı kağıt kesiği gibi görünmeden içimizi yakan feminen hüznü bunu doğrulamıyor mu? Çok sevdim, çok sevdi. Belli ki çok sevmiş! Görünmeyen tüm sızılar için gelsin, Billie Holiday’den My Man.

bir enstrümanın iki farklı yorumu

Davul, kulağa çok yakınken de hoş gelebilen bir enstürman. Yirminci asırda jazz ve pop grupları sayesinde diğer vurmalı kardeşlerinden çok daha yaygın bir repütasyone kavuşan davulu, sesinin yüksekliğinden ziyade, kullanım amacına göre hoş karşılamak lazım :

Kariyerine bir Jazz davulcusu olarak başlayan sevgili dostumuz Amon Tobin, 1998'de kursağında kalan tüm davul vuruşlarını kusursuz bir kombinasyonla Permutation uzunçalarına kustu. Maksimize edilen davulun ne zor yenilir yutulur birşey olduğunu bilen Amon, davul sehpasından plakların başına geçtiğinde işi öyle güzel "fabl"laştırmış ki, insan fütüristik bir fabl tezahüründe, bu sefer "ademoğlu"nun konuşacağını düşünüyor! Hem de en ufak bir vokal sample'ı bile yokken. Bir masal anca bu kadar sert ve anca bu kadar yuvarlanan bir davul gibi sürükleyici olabilirdi. Permutation, tüm kaotik yapısıyla, distopik bir ters-fabl gibi bir albüm. Bir düşünün hele! "Sordid" ve "Nightlife" a bir kulak atın, ayrıntılara taklımadan masalın bütününü siz de göreceksiniz.


Mama'nın özbeöz amcası ile geçen zamanlarda yorumladığımız bir reggae tanımı olan "en iyi davul, trampete en az vurulanıdır be..." düsturundan yola çıkarak buzdolabının en narin yerlerine koyduğumuz janr bünyesinde canımızın içi Agustus Pablo'yu es geçmek ölümcül bir hata olur. Melodikayı dub ve reggae içine kanyaklı pastanın içindeki kanyak gibi emdiren Jamaika'lı üstad Dub, Reggae And Roots From The Melodica King albümü ile her tarafımıza püfür püfür estiriyor. Albümü dinlerken kulağınıza birçok tanıdık melodinin çarpması sizi şaşırtmasın. Baba, hoşuna giden herşeyi ya öyle ya böyle, bir şekilde yedirivermiş leziz dub'ının içine. Sadece bas davulu ve kelebek zili ile bu kadar groove nasıl çıkartılabilir şaşıyoruz. Plağı ilk dinlediğimde dudaklarımdan istemsizce çıkan laf, her dinleyişte hala gereğinden fazla köpüren diş macunu gibi taşıyor ağzımdan : "Bu müziği dinleyince insan istemsiz bir gülümsemeye, hatta fütursuz bir mutluluğa gark oluyor."

“We love Ramadan”

İkisi  kıdemli biri çaylak üç mamacı ve iki güzel dost geçtiğimiz hafta Arkeoloji Müzesi’nde tadı damağımızda kalan Anouar Brahem konserindeydik. O gecenin gerçekliğine dair hala şüphelerim var. The Lover of Beirut ile başlayan The Eyes of Rita ile herhangi bir konserde şahit olabileceğiniz en naif ara*yı veren Brahem Quartet, Halfouine bisi ile “nereye?” dercesine bizi yerimize mıhladı. Udun birbiri içine geçen nağmeleri, Klaus’a dolanmaları, arada coşup taşıp sonra hiç kalmadıkları bir yerden hikayelerine devam etmeleri, Brahem’in kendine has mırıldanmaları, sürekli birbiri içine geçen ve geçtikçe çoğalan iki göz gibi, hep merak edeceğimiz Rita’nın muazzam gözleri gibiydi…

Aynı konser dizisi kapsamında katıldığım ikinci konser ise Dhafer Youssef  ve muazzam ekibinindi. Bir önceki konserden daha az seyircisi olmasına rağmen dokunamadığımız tarihi** kelimenin tam manasıyla inlettiler.  O.’nun deyimiyle “adam olacak çocuk” Tigran Hamasyan’ın enerjisi tüm gruba yayılmış. Şimdiye kadar vokalleriyle ön plana çıkan Youssef ‘in ud performansı da bundan nasibini ziyadesiyle almış. Bu birlikteliğe Mark Guiliana’nın çılgın dokunuşları da eklenince başından sonuna kadar tüylerimizi diken diken eden bir performans izlemiş olduk. Youssef’in ekibi Brahemgiller kadar naif bir duruş sergilemenin yerine, daha politik bir tavırla, konser arasını tam ezan sesine denk getirmeyi tercih etmiş.

Brahem’in uduyla ve müziğiyle hemhal oluşu ve Youssef’in yeni enerjisi bize içinden çıkılmak istenmeyecek güzellikte anlar yaşattılar. Kısacası, bu konser dizisinden sonra şöyle haykırmak istiyorum: “We love Ramadan”. Bu arada, vaktiniz varsa, gidin bir bakın derim; Arkeoloji Müzesi’nin bahçesinde oturup kalmış mamacılara rastlayabilirsiniz hala…

* Sultanahmet semalarında yükselen ezan sesiyle birlikte ustalıklı ama bir o kadar naif bir fade out manevrasıyla sahne sessizliğe gömüldü.

** Bkz. Arkeoloji Müzesi

tema ve faure'asyonlar

the bird does not sing because it has a reason. it sings because it has a song. (ö.s. vasıtasıyla, anonim)
the bird does not sing because it has a reason. it sings because the song has (haunted) it. (yazarınızın naçiz varyasyonu)

tema ve varyasyonlar mevzuuna takılalı çok oldu: tabiatta, giderek varlığın kendinde benzer örüntülerin ve tahmin edilemez tekrarların tespitine (yahut umulmasına) yönelik yaklaşımları bir zamanlar taradıydım -hala da yolum sıklıkla düşüyor oralara. fraktalden kaosa, oradan tasavvufa ve sonunda neyse ki leibniz'den spinoza'ya doğru tuhaf bir yay çizdiydi rotam. bugün yaz ortasında bir akşamüstü gitgide hızlanan bir yağmura, bir sağanağa tutulduğunda şehir, içinde şans eseri bulunduğum evde, ne hikmetse faure'nin c minor sharp tema ve varyasyonlar'ı çalıyordu.

fizikte ve felsefede varyasyon fikri öngörülebilirliğe, hesaplanabilirliğe meylediyor. neyse ki edebiyatta, resimde, müzikte durumlar bu kadar keskin değil. çevremizde olup bitene nispeten kolay açıklanabilecek bir nitelik atfetmekte kınanacak bir şey yok; binlerce yıldır yapıcısı sökümcüsü bunun peşinde, biz de iki satır yazarken onların peşinde dolanmaktayız. kim dünyanın hazmedilebilir olmasını istemez ki?

neyse ki kimileri bu hazmedilebilirlik halini kuraldan, örüntüden, yapıdan, bozumdan münezzeh başka bir yerlerde yeniden kurmaya, kendi inşa ettikleri zeminin üzerine basmaya gayret ediyorlar. şimdiye kadar karşılaştıklarım içinde bunu en iyi yapanlar müzisyenler!




faure'nin tema ve varyasyonları'nın tema'sı, her şeyin nereye yerleştiğini (nedensiz de olsa -müziğin nedeni olur mu?) bildirecek denli sakin ve salim bir biçimde akıyor. belletme görevini hakkıyla yerine getiriyor. faure "ben bu taşlara basarak geçeceğim karşıya. ve her bir dönüşümde taşların arasına yenilerini döşeyerek, arada su sıçratarak, düşerek, kalkarak, bununla eğlenip bununla kederlenerek bir daha bir daha kat edeceğim aynı yolu" diyor.

raymond queneau'nun "biçem alıştırmaları/araştırmaları"nda olduğu gibi.

dahası, neden aklıma geldiyse, feyerabend'in otobiyografisine verdiği isimde olduğu gibi: "vakit öldürmek"

müzik, herhalde en iyi vakit öldürme yolu. dinleyicisiyim yıllardır, icracısının yaşadıklarını hayal ederken dahi tüylerim diken diken oluyor. "bir de composer'ı var bunun" kısmına benim processor yetmiyor.

bir kuklanın hayali de gerçek olmak işte...

1990'lardaki Drum'n'Bass fırtınasını anaakıma taşıya taşıya yönlendiren prodüktörlerden biri hiç kuşkusuz Photek idi. Öncelikle yeni akımlar için belirli bir "hazırlığın" her daim mevcut olduğu Büyük Britanya topraklarını kavuran Drum'n'Bass, her akımda olduğu gibi, zaman içerisinde kendi içinde bölünerek başka dallara, sokaklara da girdi. Tahmin edileceği üzere bu öncülerden bazıları, bu arasokaklara girme işininde de ön sıraları aldılar. Bağlı bulunduğu janrı dönüştürme estetiğine sahip olan bu "öncüler"in konumuzla alakalı örneği Photek sevgili bpm mamacıları.

2000 senesinin toplu histerisi esnasında, bizleri biraz olsun o kaostan çıkarmaya yemin etmiş Photek, sadece kendi kariyeri için değil, tüm modern müzik dünyası için bir kilometretaşı olan "Form&Function" ve bilhassa da "Modus Operandi" gibi albümlerden sonra, bunun kendisi için yeterli olmadığına karar verip dümeni Deep House durağında aktarma yaparak Leftfield'ın mahallesine kadar kırdı. Geçtiği duraklardan da yolcu alan Photek, vardığı noktada referanslarının Stanislaw Lem hocaya kadar vardığını Solaris kaydıyla kulaklarımızdan beynimize kaktı. Photek soförlüğünde, Leftfield durağından geçip Stanislaw durağına varan otobüse kim binmek istemez ki? Bilet ücretini dert etmeyin, Avrupa Topluluğu ödenekleri ve kültür başkenti kurulu karşılar.

Sormuşlar dupstepçilere Burial'a, baban kimdir diye; Photek'tir demiş.

maymun kokusu sinmiş her yerime


Londra'lı Andreya Triana, Nisan ayında yayınlanan ilk single'ı "Lost Where I Belong"dan sonra aynı adı taşıyan Ninja Tune etiketli debut albümünü damağımıza bastırıyor sevgili obsesif mamaperver fıkraları.

Gerek son Bonobo şaheseri Black Sands'in kayıtları sırasında aldığı mühim rol olsun, gerek gözlerimiz ve kulaklarımızla şahit olmaktan tarifsiz hazlar tattığımız, Bonobo'nun 2010 Avrupa turnesinde sahneye üflediği ekstra cool nefesler olsun, gerekse de bizatihi kendisinin cool'luğu olsun, Andreya Triana bizim olsun. Aralarından su sızmayışının doğal sonucu olarak debutun her parçasının enstrüman ses renklerine, kompozisyonlarına ve genel sounduna derinlemesine sirayet eden o kesif "maymun kokusu" gülümsemenize yetiyor emin olun. Bu işi bildiğine bizi ikna etmesinin üzerinden yaklaşık 10 sene geçen Simon Green, albümün prodüktör koltuğunda otururken de Bonobo'laşmaya devam ediyor; hepimizi o yola sokmakta kararlı görünüyor. Andreya Triana, sadece Avrupa'lı kaliteli dj'ler ve prodüktörlerin "featuring"leriyle sınırlı kalmayacak bir şarkı yazarı ve vokalist olduğunu "X" , "Daydreamers", "A Town Called Obsolate", "Far Closer" gibi güzelliklerle fısıldıyor. Sevinçten koşturup , en yakına ağaca çıkarak bir diğerine zıplıyoruz...

kalbim hep sizinle be! vallaha da billaha da...






Sevgili Damian,

Hava burada da en az Jamaika'da olduğunu tahmin ettiğim kadar sıcak. Tek fark, ne kadar rüzgar eserse essin, bu sıcakta dalgalanan bayraklar oradakiler kadar "havalı" olmuyor. Bırak bir yere oturup tüttürerek düşünmeyi, bir yerden bir yere giderken nefes bile almak inan çok zor. Ama özlenen o akşamüzeri saatlerinde inan, ne seni ne de sevgili babanı unutuyoruz. Burada oraları, Kingston Town'ı, Jamaika'yı, New York'un gri arka sokaklarını, duruşunuzu, ritminizi, spoken word'ünüzü, hip hop'unuzu, rastanızın tek bir halatını dahi göz ardı etmek hayli zor.

Geçen günlerde mamanın amcasıyla konuştuk bak: reggae içine daha dolgun, baslı baslı hip hop'u yedirin abi siz. Bu işi yapsanız yapsanız sen ve kardeşlerin yaparsınız, eminiz. Şu "peder bey" hususunu da fazla büyütmeyin bizce. Nihayetinde bizim de babamız dünyayı değiştirse, reggae'nin içine istediğimiz sosu katar, "aha oldu" diye de herkese yuttururduk.

Damian, inan hava gittikçe daha da ısınıyor. Jah bile bu kadarına isyan ederdi. Ailecek içimize buz gibisiniz. Yolu bu ritimden geçen herkesle birgün Zion yollarında buluşacağız, eminiz.

bas candır, alp ersönmez canandır!

mevsim normallerini çoktan sollamış olan sıcağın zihnimizin mantıklı kısımlarına bir pus gibi çöktüğü şu günlerde, her insan evladı gibi (hatta cümle hayvanat, haşerat ve pek tabii ki nebat gibi) düşük alkollü serin içkilerin (ve hepimizin pek iyi bildiği bazı diğer kadim keyiflerin) mübah olduğu (ve mümkün olabildiği) akşam serinliklerini iple çekiyoruz.

cennet yurdun harikulade koylarına sadece bu cehennem zamanları için konuşlanmış tanıdık işletmeler, neyse ki bahsi geçen saatleri, imbatla vuslatımızı fon müziksiz komuyorlar. yıllar evvel bir vesileyle ankara'da kuğulu park'ta yağmura direnerek dinlediğimiz kangroove, dün gece babylon aya yorgi'de arz-ı endam eylediler, sağolsunlar. kuğulu park akşamı mebzul miktarda alkolle yıkanmış idi, ne alp ersönmez görmüştü gözümüz ne de başka bir şey. ne ki dün gece, son yıllardaki tüm karşılaşmalarımızda olduğu gibi -trio mrio, quartet muartet gibi projeler, pek çok pop albümüne yapılmış katkılar, ve elbette sürü sepet caz performansı- bir kez daha, bir kez daha hayranlığımız erinç mertebesine ulaştı; alp beyi pek çok sevdik.




bir kaç ay evvel ankara if'te ilhan erşahin istanbul sessions sahne aldığında koşarak gittiydik de alp bey bizi turgut alp bekoğlu'nun mütecaviz davullarından ve ilhan erşahin'in artık yeni hiç bir şey içermeyen, içeremeyen kısa fragmantatif üflentilerinin gürültüsünden çekip çıkarmıştı. keza dikkatle dinlenirse (gerçi dikkate de gerek yok, bariz her şey) albümü toparlayan da alp beyin bizzatihi kendisidir.

kangroove'da da bora uzer'in samimiyet, rahatlık ve ego patlaması çizgisinde dolaşan personasını -diğer müzisyenlerle birlikte- makbul seviyelere çeken, bu arada da grubun adındaki groove'u an be an musıkiye tevazuyla ve ölçülü bir kendinden geçişle nakşeden, alp beyefendi oldular.

hasılı, son yıllarda dinlediğimiz en iyi bas sedalarının müsebbibidir kendileri. şaşkınlıkla süslü bir saygıyı kendilerine sunmak boynumuzun borcu.