chopin'i aşkla sevmemizin -ve elbette ondan nefret etmemizin- nedenleri

"he was in a terrible state -that of consciousness."
martin amis, the information

gündelik yaşantımızın, hafızamızda yer etmiş geçmiş parçacıklarının; romanlardan, hikayelerden, şiirlerden hatırladığımız noktaların yekünle imtihanı malum: pek az şey hatırlıyoruz.. ve fakat, bir yandan da neyse ki, gayet yüklü hatırlıyoruz onları.. her birini.. şahane bir biçimde.. kendi kurduğumuz, kendimize malettiğimiz biçimde, çünkü.. ruhumuz nereye meylediyorsa hafızamızda ona ilişik olabilecek partiküller bir araya gelip devasa bir hissiyata tamamlanıyorlar...

hafıza, tuhaf organ.. aslında organ değil, malumunuz, tam bir eklenti, bir protez. hayatı çoğu zaman kolaylaştıran, kimi zaman zorlaştıran, rasgele kayıtları sistematikmiş gibi göstermede pek mahir, bir bilinmez kutu! düşünseniz e, hep bindiğiniz dolmuşun ücreti gibi bir bilgi var, bir de, misal, uzun zamandır uzağınızda olan birinin kasıklarına ilişkin bir his... nasıl bir arada olur bunlar? hangisi hayatı kolaylaştırır, hangisi zorlaştırır? hangisi güzelleştirir?

chopin ile deneyimimiz -pek çok başkasıyla olduğu gibi- öyle çok koşulla kuşatılmış durumda ki! müzik tarihine ilişkin genel kültürün sunduğu imgeden yorum çeşitliliğine, nerede kimden dinlediğimizden nasıl kimle dinlediğimize, gecesine, gündüzüne kadar herşey yeniden, yeniden inşa ediyor onu... bunlardan münezzeh, salt bir vals, noktürn, yahut balad dinlemek mümkün değil gibi, değil mi? kelimelerden münezzeh bir fikriyatın olmadığını, olamayacağını savunan feylezofların safına sokulmaya da direnmek lazım, öte yandan. zira, müzik var, değil mi?






sanırım müzikle ilgili temel paradoks da bu: bazen kişisel tarihimizden, hafızamızın bize sunduğu o hayli eksik oyundan bağımsız bir biçimde müziğin bize birşeyler yapması, daha derunumuza temas etmesi mümkünmüş gibi geliyor, sevgili mamacılar! bunu alkolle yahut başka bir takım sefahat nebatıyla ilişkilendirmemeli şıpınişi (işleri kolaylaştırdıklarını not edelim elbet bir kenara da)... bu kadar da basit değil, hani.

zihnimizde böyle bir kazıya girmek ne raddeye kadar mümkün, bilmiyorum. bir yandan riskli görünüyor -"evde denemeyin" denecek kadar- öte yandan "hah, zemine ulaştım, buradan itibaren tabula rasa" diyeceğimiz yerden emin olmak da imkansız. iyisi mi biz daha kierkegaardperver bir yol izleyelim, bunu sorgulamayı bırakıp inanalım: müzik belki de bize dokunuyordur! bize rağmen; tüm o ağırlığa, lahana misali hafıza katmanlarına -"katman" demek de basitleştirdi, hadi, "ne idüğü bilinmez ağlara" diyelim- rağmen. bir kısa devre marifetiyle, kendimizin dışına, belki de artık kendimiz olmayacak kadar içine; incecik, kendimiz dediğimiz şeyin geçemeyeceği denli incecik bir tünelle kısacık bir süreliğine bağlanmak gibi.

chopin'le bunun ne alakası var peki? bu fikriyat müsveddesi chopin eşliğinde (adıyla analım: alexandre tharaud'un dert görmeyesi parmaklarından waltz #7 in c sharp minor, op. 64/2; waltz #12 in f minor, op. 70/2; ve p.'nin gönderdiği muhteşem ballade #1 in g minor, op.23) zuhur etti. o kadar. o kadar da değil işte, demek ki...

4 comments:

seco dedi ki...

Hafızanın paradoksal yanı, kendisini üst mertebede işletmek için mümkün ol(a)mayacak mertebede (beyne) giriş yapılması gerekmesi ki bir avuç ömrümüze sığdırdığımız metinler, sesler, görüntüler, hayaller
(hafızanın işlenmiş hali mi desek) hava civa...
"Hafıza/mama eğrimizi çizelim ve görelim bakalım nerede tırmanmaya başlıyoruz zirveye doğru" demek mümkünse de (ama yemez...) biz hafif eğimli bir doğruda ufak tefek hoplamalarla zıplamalarla idare edeceğiz gibi gözüküyor.
Tek şart, bize dolmuş ücretinden, "apış arası"na olan his skalasına kadar depo hamallığı yapan hafızayı beslemek.
Çünkü kendileri, yeri gelince bütün bu alakasız gibileri birbirine bağlayan ağlarla örülü beynimizin tek yavrusu.
Mamamız bol olsun; değil dolmuş, çöllerdeki develer bile bize hatırlatacaktır
en mahrem yerlerini geçmişin...
Belki ta en başından!

sismanos dedi ki...

nasıl da hakkaniyetle işaret ediyorsunuz fakir girimizdeki boşluklara, sevgili dostum: sanki tutarlı bir güzergahmış gibi; mantık marifetiyle sökülebilecek, takip edilebilecek bir mekanizma gibi söz etmişiz hafızamızdan. halbuki, haklısınız, develerle kasıklar birbirini umulmadık biçimlerde çağırabilir. birine yahut bir şeye ait bildiğimiz, oraya çapaladığımız izler, bizi bambaşka bir imgenin kucağına savurabilir. beklenmediklik, rastlantısallık, bu alemi hem ağrılı hem de güzel kılan prosedürler değil mi?

besleyelim elbet, asacak değiliz ya...

domitilla dedi ki...

naçizane fikrim; tek bir dinleyiş algısından ziyade, çoklu dinleyiş algısının mevcut olduğu yönünde.. malum insan stabil bir varlık değil. kendini doğayla özdeş (doğala özdeş aroma) addetiği bir gün, notaların ruhuna üflediğinden maada bir etki bilmezken, ertesi gün kasık,dolmuş ve develerden mürekkep bir imge karmaşasında bulabilir kendini. chopin dinlerken müteveffanın bu denli ızdırap uyandırabilmek için ne denli muzdarip olduğunu düşünerek dertlendiğim günün ertesinde; sevdiceği hatırlatan muhtelif imgelerden başlayıp en nihayetinde bir nevi katharsis'e kadar giden apayrı bir dinleme sürecine maruz kalmışlığım çoktur. uzun lafın kısası; besle kargayı oysun gözünü sayın mamacılar.

sismanos dedi ki...

haklı, pek haklısınız! (öyle demiş ya bıyıklı amca: "bana haklısın diyorlar; hayır, ben çok haklıyım!") katılmakla birlikte o gerçeklik parçasıyla (burada chopin'in "hastalıklı ve narin" ciğeriyle) ilk karşılaşmanın indirgenemez belirleyiciliği gibi bir şeyden bahsetmek de gerek diye düşünüyor bu fakir. sanki sonraki deneyim üzerinde de mütehakkim ilk çarpışma. hani, tüm sonraki karşılaşmaları da koşullayabilir diyemem elbet.. ama.. işte..

Yorum Gönder