güneş daha ortalıkta yokken, kendimi hep bodur şarap ağaçlarının, c vitamini depolarının, salata kaselerinin, konsantre meyve sularının, reçel kavanozlarının ve dondurmanın en güzel yerinin yetiştiği, bu yunan frekanslı evimde hayal etmiştim. şerbetli zakkum kokusu midemi bulandırana kadar yanlarından yürüdüm.
güneş daha ortalıkta yokken, o zakkum yaprakları beni öldürsün bile istemiştim. aa! o sırada aklıma geldi. saksıya razı ya da rağmen yaşamaya çalışan ama kokmayı unutmuş, beceriksiz, kırılgan, -tam da benim gibi- bir zakkum, sakinliğiyle çok korkutan bir kediyi, salındığı rüzgarda tokatlamaya çalışmıştı. o kedinin tüyleri de hala üzerimdeydi. çıkardım giysilerimi, kan lekeleri, zımbalanmış ve zımbalanırken daha da acımış yaralarımla, bavul taşırken oldu sakarlıklarımla, kestiğim saçlarımla, öfkem ve korkum ve sararmış ve ısırılmış yapraklarımla karşılaştım son kez. tedirgin, heyecanlı yürüdüm sıcak tahtaların üzerinde. güneşe hellim peyniri gibi beni pişir diye bağırırken, 18 derecelik ritüelim karşımdaydı artık ve anahtar kelimelerim su, arınma, vaftiz, abdest ve mikveydi. çok bekledim bu sefer o gökyüzüne bakarak. çok dua vardı belki de.
en son, ekmeğimi banarken güvensiz bir florasan ışığının çarptığı sıcak duvarda, boktan bir çerçeve içinde görmüştüm kendimi. “bak, bu lilyum”, “bak ben buyum” dediğim çerçevenin içine girmeliydim artık. yetti bu "soğuk korkusu"yla attım kendimi 18 dereceye. bütün seslerden kurtuldum o anda. işte şimdi özgürdüm. ciğerimden üflediğim baloncuklar bitip tekrar nefes aldığımda, üşüdüğümden mi, sevincimden mi böyle tepindim bilmiyorum. ama ben artık, yineyineyeniyeniyineyeniyeniden -belki bir süreliğine- “ben” oluverdim.
lilo
0 comments:
Yorum Gönder