Bir masadayım. Karşımda Behzat Ç var; ona içimi döküyor, efkar
dağıtıyorum. Su gibi akan rakıyı gözyaşlarımla beyazlatıyor, sek içip
içmediğini sormadan abinin eline tutuşturuveriyorum kadehleri. O hiç konuşmuyor, sadece dinliyor. Belki de ellinci
kez “Abi, ben hep yanlış anlıyorum, herkesi ve her şeyi” dediğim zaman istihzalı bir gülümsemeyle “belli belli...” diyor, pikapta yavaş yavaş dönmekte
olan Coltrane plağına bakarak.
Çok içerliyorum tavrına. ”Ha siktir oradan yavşak!” diye
bağırıyorum. “Benimle taşak geçeceğine kendi haline bak” diyorum. Gülmeye devam
ediyor. “Oğlum, süt ve elma suyu içmekten içki içmeyi unuttum, dayanıklılığım
azaldı bu merete, sırıtışım bundan olmalı, takma kafana” diye güya gönül almaya
çalışıyor. Ama Coltrane, sopranosunu en keskin bilediği yerden üflemesini (12:09-12:13) bitirir bitirmez “sen de masaya oturduğundan beri salya sümük takılıyorsun, ben bir şey diyor muyum?”
diye çakıyor lafı. Gözleri yine dönen plakta.
Çılgına dönüyorum, yerimden doğruluyorum, göbeğimle önümdeki
kadehleri devirerek yapışıyorum yakasına. “Bana bak, herkesin muhalifi” diyorum,
“mavi boncuklarını al, sok bir tarafına; sonra dön bak aynaya, götünle dalga
geç” der demez önce müzik gidiyor sonra da ışıklar. Etraf kapkaranlık oluyor.
Meğerse uyanmışım.
Hayatımda bir kere bile izlemediğim “Behzat Ç” rüyama
girmişti. Kalkıyorum bir bardak su içmeye. Elimde su bardağı ile kütüphaneye doğru
seyirtiyorum. Odanın ışığını açıyorum. Işıktan kamaşmış gözlerim daha kendine gelmeden
aradığım plağı alıyorum elime. Üzerinde, başka bir plak için elimle yaptığım kartonetin mürekkep izlerinin bulunduğu “tracklist”e bakar bakmaz “hay ben böyle çağrışıma sokayım!”
diye sövüyorum.
0 comments:
Yorum Gönder