istanbul pre-modern
Şef:
sputnick
on 6 Haziran 2009
/
Comments: (3)
hazır pek kıymetli dostumuz istanbul'dan ayrılıp yanımıza avdet etmeye hazırlanırken, onu istanbul ortaçağından hoş sedalarla uğurlayalım, sonra hızla kendi şehrimize gelip pür neş'e karşılayalım dedik ("minareden at beni, in aşağıya tut beni" hesabı).
dedik de nasıl? yıllar evvel elimize geçmiş, günlerimizi, gecelerimizi yemiş, sonra (kaset olmasından ötürü) yitip gitmiş, bu sabah karga kahvaltısı vaktinde nedense akşamdan kalma aklımıza düşmüş ve yaşamımıza kaldığı yerden duhul etmiş bir albüm var: bosphorus nam bir grup (ki gündoğarken'in rüzgar'ına nakşettiği greek touch'dan anımsayabileceğiniz vasiliki papageorgiou ve hasan esen çekiştirmiş bunları bir araya) bol taksimli, bol bizans soslu osmanlı tadında kırık türkçeli, tatlı rumcalı bir albüm yapmış, last boat from halki / heybeli'den son vapur.

her şey güzel, ama bazıları daha güzel. 11 ve 12 numaralı boşluklara yerleşmiş track'lere, i.e. 'gitar-kemençe taksimi'ne ve 'dalgalar' adlı şarkıya müstesna bir mim koymak isteriz. o nasıl yanık, nasıl içli kemençedir; o nasıl bir ilk dizedir "ah vre dunya!"
çello ve ney taksimleri de onlar kadar müthiş. her ikisi de yalnız takipçi parçanın değil, aynı zamanda enstrumanın sınırlarını tatlı tatlı teşhir ediyor, kimi yerde aşıp geçiyorlar. haddi zatında, bu taksim fikri külliyen müthiş! neden derseniz, taksim, aslında hayli mimari bir işlevi eda ediyor; tutup kendinden sonra icra edilecek eserin müzikal uzayını, içinde çalınacağı odayı inşa ve işaret ediyor; adeta diyor ki "bundan sonraki şarkının notaları, tonu, tadı; şimdi size ağır ağır açacağım, üzerinden geçeceğim, işaret edeceğim sınırların içinde varolacak; dışarı çıkmayacak hiç." bu hazırlık, bu taksimat, dinleyicinin o müzikal yapının içinde tökezlemeden yürümesini, sağına soluna bakınmasını, müzikten gereği gibi kam almasını sağlıyor. yaşasın taksim, yaşasın mimariyi müziğin vücuda gelmiş hali olarak kavrayan kadim kafalar!
yaşasın heybeli'den kalkan son vapurlar, haydarpaşa'dan kalkan öğle trenleri!
dedik de nasıl? yıllar evvel elimize geçmiş, günlerimizi, gecelerimizi yemiş, sonra (kaset olmasından ötürü) yitip gitmiş, bu sabah karga kahvaltısı vaktinde nedense akşamdan kalma aklımıza düşmüş ve yaşamımıza kaldığı yerden duhul etmiş bir albüm var: bosphorus nam bir grup (ki gündoğarken'in rüzgar'ına nakşettiği greek touch'dan anımsayabileceğiniz vasiliki papageorgiou ve hasan esen çekiştirmiş bunları bir araya) bol taksimli, bol bizans soslu osmanlı tadında kırık türkçeli, tatlı rumcalı bir albüm yapmış, last boat from halki / heybeli'den son vapur.

her şey güzel, ama bazıları daha güzel. 11 ve 12 numaralı boşluklara yerleşmiş track'lere, i.e. 'gitar-kemençe taksimi'ne ve 'dalgalar' adlı şarkıya müstesna bir mim koymak isteriz. o nasıl yanık, nasıl içli kemençedir; o nasıl bir ilk dizedir "ah vre dunya!"
çello ve ney taksimleri de onlar kadar müthiş. her ikisi de yalnız takipçi parçanın değil, aynı zamanda enstrumanın sınırlarını tatlı tatlı teşhir ediyor, kimi yerde aşıp geçiyorlar. haddi zatında, bu taksim fikri külliyen müthiş! neden derseniz, taksim, aslında hayli mimari bir işlevi eda ediyor; tutup kendinden sonra icra edilecek eserin müzikal uzayını, içinde çalınacağı odayı inşa ve işaret ediyor; adeta diyor ki "bundan sonraki şarkının notaları, tonu, tadı; şimdi size ağır ağır açacağım, üzerinden geçeceğim, işaret edeceğim sınırların içinde varolacak; dışarı çıkmayacak hiç." bu hazırlık, bu taksimat, dinleyicinin o müzikal yapının içinde tökezlemeden yürümesini, sağına soluna bakınmasını, müzikten gereği gibi kam almasını sağlıyor. yaşasın taksim, yaşasın mimariyi müziğin vücuda gelmiş hali olarak kavrayan kadim kafalar!
yaşasın heybeli'den kalkan son vapurlar, haydarpaşa'dan kalkan öğle trenleri!
istanbul modern
Şef:
sputnick
on 2 Haziran 2009
/
Comments: (2)

Aranıza dönmemi ve daha da mühimi mama'nın birinci yaşını Burial'dan başkası kutlayamazdı tabi ki. 2007'nin bizce en büyük olayı , O.'nun ağzı ile karanlık teenage'i yavaş yavaş büyüyüp serpiliyor. Serpildikçe yanına abileri yanaşıp racon ve cemiyet hayatı kaideleri hakkında ona malumat fısıldıyor. Aralarında Four Tet 'in de olduğu bu abileri onu hayata hazırlarken Burial kardeşimiz de büyüklerine saygıda kusur etmiyor ; bırakın salınmayı eni konu dans edebileceğimiz melodiler hazırlıyor. Bu gidişle çocuğu daha çoook abiler bekliyor. İlgiyle dans ediyoruz.
hoşgeldin!
Şef:
sputnick
on 27 Mayıs 2009
/
Comments: (1)

inatla çağırdığımız tezkere geldi. sonunda dostumuz aşkla ifa ettiği vatan hizmetini başarının daniskasıyla tamamlayıp tanıdık semalara geri döndü. artık kız alabilir, istediği kahvede oturabilir, yurt dışına çıkışlarda ve tekrar yurt içine duhullerde tedirginliğin gereksiz olduğunu idrak edebilir, kendini biraz daha özgür ama biraz daha katı hissedebilir. bu etkilerin tuhaf olanlarından sıyrılmak için biraz müzik ve biraz muhabbet faideli olabilir. eh, bundan iyisine şam'da kayısı dendiğini de suriye sınırında bulunmuş herkes bilir!
dostumuzu gönderirken 'piano piano' döndürdüğümüz plağı, bu defa allegro patlatıyoruz; onu, askerde kendisine ilham olunan posterin naçizane bir görünüşüyle kucaklıyoruz: haddi zatında hepimiz esmeray'ın askerleri değil miyiz?
p.s. zizek nam sakallının anlattığı fıkradır: adamın biri hayli isteksizce gitmiş askere, bir yol arıyor, illa yırtacak. obsesyon-paranoya karışımı bir tablo çizmiş: kışlada girdiği ofisteki kağıtları tek tek alıp bakıp 'bu değil!' diye bağırıp sağa sola savurmaya başlamış. yüzlerce kağıdı dağıtmış. adamlar bakmışlar bizimkinin duracağı yok, herif sağlam değil; hızlıca yazıvermişler çürük kağıdını, vermişler eline. o da, 'hah, bu!' demiş.
Who am I to you?
Şef:
sputnick
on 25 Mayıs 2009
/
Comments: (0)
2005 tarihinde İngiltere'nin yüzyıllardır karmakarışık arka sokaklarından ana caddelerine bir debut albüm daha fırlatıldı.
biberli barok
Şef:
sputnick
on 2 Mayıs 2009
/
Comments: (2)
Merhaba mamacılar, sitenin yengesinden taze ve biraz ürkek bir merhaba! Bir süredir klavsensever ve çalar arkadaşım b.nin bana tanıştırdığı Heinrich Ignaz Franz von Biber’in (1644-1704) keman sonatlarını dinliyorum.

Biber Barok Dönem’de Çek Cumhuriyeti’nde doğup çoğunlukla Avusturya’da yaşamış. Avusturya baroğunun temsilcisi ve 17. yüzyılın en önemli kemancılarından. Umarım kendimi TRT 3’e bağlamamışımdır diyor ve devam ediyorum: Avusturya baroğu İtalyan-Alman kırması bir gelenek, Alman’dan sıcak İtalyan’dan derin diyelim. Biber, kemanın kullanımını gerek virtüözitesiyle gerek de bestelerken telleri farklı akortlaması ya da çok daha sonra kullanılmaya başlayacak olan efektler keşfetmesiyle, genişletmiş- kemanı biraz yormuş, ama çokça sevmiş bir besteci. Bu efektlere örnek olabilecek “Sonata Representativa”(1669) adlı, basso continuo(sürekli bas) eşlikli bir keman sonatı var ki, kedisinden tavuğuna, kurbağasından örümceğine pek çok hayvanı duyabiliyoruz içinde.

Eğlenceli hale getirmeye çalıştığım bu girizgahtan sonra, sadede, beni en çok etkileyene geçmek isterim. Aynı albümde yer alan, ama sonatlardan olmayan “Solo Keman için Passacaglia”ya. Passacaglia 17. yüzyıl İspanyasının bir dansı- dans dediysek yanlış anlaşılmasın, hayli ağır ve kasvetli bir tür… Söz konusu parça 4 ses üzerine aslında. Bizi içine çeken, bir daha bir daha döndüren bu sade motif, bana batmakta olan birini çağrıştırıyor. O kadar yorgun ki yukarı çekemiyor kendini, karşı koyamıyor. Biber, diğer sonatlarında zaman zaman yaptığı gibi, hızla tekrarlanan notalardan oluşan uzun sololarla soluksuz bırakmıyor bizi. Söylemek istediği şeyi acımasız denecek kadar sade biçimde söylüyor. Kemanın sesi, zamanın bir yerinde asılı kalmış, duyulamayan bir müzik gibi yalnız başına akıp gidiyor.

Biber Barok Dönem’de Çek Cumhuriyeti’nde doğup çoğunlukla Avusturya’da yaşamış. Avusturya baroğunun temsilcisi ve 17. yüzyılın en önemli kemancılarından. Umarım kendimi TRT 3’e bağlamamışımdır diyor ve devam ediyorum: Avusturya baroğu İtalyan-Alman kırması bir gelenek, Alman’dan sıcak İtalyan’dan derin diyelim. Biber, kemanın kullanımını gerek virtüözitesiyle gerek de bestelerken telleri farklı akortlaması ya da çok daha sonra kullanılmaya başlayacak olan efektler keşfetmesiyle, genişletmiş- kemanı biraz yormuş, ama çokça sevmiş bir besteci. Bu efektlere örnek olabilecek “Sonata Representativa”(1669) adlı, basso continuo(sürekli bas) eşlikli bir keman sonatı var ki, kedisinden tavuğuna, kurbağasından örümceğine pek çok hayvanı duyabiliyoruz içinde.

Eğlenceli hale getirmeye çalıştığım bu girizgahtan sonra, sadede, beni en çok etkileyene geçmek isterim. Aynı albümde yer alan, ama sonatlardan olmayan “Solo Keman için Passacaglia”ya. Passacaglia 17. yüzyıl İspanyasının bir dansı- dans dediysek yanlış anlaşılmasın, hayli ağır ve kasvetli bir tür… Söz konusu parça 4 ses üzerine aslında. Bizi içine çeken, bir daha bir daha döndüren bu sade motif, bana batmakta olan birini çağrıştırıyor. O kadar yorgun ki yukarı çekemiyor kendini, karşı koyamıyor. Biber, diğer sonatlarında zaman zaman yaptığı gibi, hızla tekrarlanan notalardan oluşan uzun sololarla soluksuz bırakmıyor bizi. Söylemek istediği şeyi acımasız denecek kadar sade biçimde söylüyor. Kemanın sesi, zamanın bir yerinde asılı kalmış, duyulamayan bir müzik gibi yalnız başına akıp gidiyor.
hakiki şalala: bandista!
Şef:
sputnick
/
Comments: (1)
dostların müthiş işi, dünkü hikayeyi çiçeklendiriyor: bandista, coşkusunu ancak alıntılayarak paylaşabileceğimiz bir kafayla, şarkılarını ve marşları yeniden yeniden, pek güzel pek neşeli söyleyip bize, hepimize armağan ettiler dün! marş dediğimize bakmayın: o bildik hallerinden dünyaya, bir sürü ritme, tarza fışkırmış hakiki enternasyonal bir şalaladan bahsediyoruz.
"kalplerimizde, kardeşlerimizde, kardeşlerimize..." notunu da aktararak..
buyrun, buradan yakın. ya da istediğiniz yerden yakın.. sadece bunu da değil, nasıl denk gelirse!
BANDİSTA - De te Fabula Narratur
Armağanımızdır!
Dünyayı değiştirmek mümkün; çığlıklarla, terle, mağlubiyetlerden süzülen demle, sözle, eylemle, müzikle; tezlikle elzem ve nikbin tebessümümüzle, dansımızla, devrimimizle, devasa MÜMKÜN!!!
Armanığımızdır yıldıza, mayısa, kara-kızıl bayraklara, yumruğa, doğacak güneşe, unutmadık inandık bulanmadık bilendik diyenlere, bilenlere ve bilmeyenlere, mor giyenlere, sarı sepya hüzünlere, kahrı çekenlere, tahtı devirenlere, işçilere, işsizlere, mülksüzlere, düşmüşlere, düş kuranlara, yek duranlara, pek çok, hem de pek çok olanlara, sizlere, kardeşlerimize.
Bandista - De Te Fabula Narratur albümü 1 Mayıs sabahı 1 Mayıs alanında, www.tayfabandista.org adresinde ve bir marşın söylenmesi gerektiği her an, her yerde.
çünkü anlatılan bizim hikâyemizdir...

De te fabula narratur, senin hikayeni anlatıyorlar*
Bandista bir aralık, bu darlık bu basmakalıp, bu ayık kafayla esrik taklitleri, bu aramızda yaşayan katilleri teşhir etmek gerek dedi evde uyuklarken. Uyanmak gerek dedi önce kendi kendine, evde bir gitar çaldı manuş, klarnet aktı meyanlı, kaydırmalı, akordeon zaten doldurmuştu köşe bucak, vurmalılar hazırdı "marş"a, başladı ev'in hikâyesi, varyetesi söküp söküp yapmanın.

Bandista evi şenlik kıyamet bir eylem bandosu şimdi ses vermekte ska, balkan, vertov, reggae, eşitlik, özgürlük, cango, votka, adalet, kökler sularından... Bandista evinde geceler gündüz gündüzler denktir geceye, bu evde güneş batsa da dinlenir ev hece heceye. Bu evin odaları geniş uzun dar hayal; bu evde mebzul miktar kapılar kilitsiz gıcırdar. Bu evde koridorlar, sokaklar ve meydanlar, sahneler salonlar dansla sesle hınçla çığlıklar... Bu ev bir dağ başında bir gettoda ya da down-town'da, bu ev dev bir karavan bu evi bulur arayan. Bu evin sakinleri kara kızıl mor renkleri, yeşil sarı turunç ve nar, bu ev binbir bedenle var. Bu ev döker alınteri, bu ev rahim yangın yeri; söndürür kandilleri nice esrik sever evi. Bu evde geçmiş hüzünle değil hüsnü kabulle, bu evde gelecek yokla değil beklenir telaşla. Bu ev tenha bu ev dar-maduman kanma yalan, gözyaşları ağıtlar destanlar epik tasalar, bu evde yasalar değil ses verir yoldaş maison'lar!
...Sollte jedoch der deutsche Leser pharisäisch die Achseln zucken über die Zustände der englischen Industrie und Ackerbauarbeiter, oder sich optimistisch dabei beruhigen, dass in Deutschland die Sachen noch lange nicht so schlimm stehn, so muss ich ihm zurufen: De te fabula narratur!
...ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde Almanya'da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: "De te fabula narratur!'
Karl Marx, Das Kapital, Vorwort / Önsöz, 1867
"De te fabula narratur, senin hikâyeni anlatıyorlar... bize söyleyeceği bir şey daha vardır: Warensprache'nin [meta dolaşımının dili], metaların dilinden telaffuz edilmiş anlatısını (biteviye kapitalizmin konuşması) tercümesi yeterli değildir: onun yerine başka bir anlatının, yepyeni bir anlamın konulması, kısacası "başka bir hikâyenin anlatılması" gerekir. Bu "yeni hikâyeyi dinlemek" için birçok kulağın dikilmiş olduğunu biliyoruz. Ama diller kendi kendilerine konuşamazlar. Farklı hikâyelerin –neredeyse sayısızca– nasıl olanaklı olduklarını anlamış olmak pek şaşırtıcı gelebilir."
Ulus Baker, Marx'ın Bir Çift Sözü Var, 1996
"kalplerimizde, kardeşlerimizde, kardeşlerimize..." notunu da aktararak..
buyrun, buradan yakın. ya da istediğiniz yerden yakın.. sadece bunu da değil, nasıl denk gelirse!
BANDİSTA - De te Fabula Narratur
Armağanımızdır!
Dünyayı değiştirmek mümkün; çığlıklarla, terle, mağlubiyetlerden süzülen demle, sözle, eylemle, müzikle; tezlikle elzem ve nikbin tebessümümüzle, dansımızla, devrimimizle, devasa MÜMKÜN!!!
Armanığımızdır yıldıza, mayısa, kara-kızıl bayraklara, yumruğa, doğacak güneşe, unutmadık inandık bulanmadık bilendik diyenlere, bilenlere ve bilmeyenlere, mor giyenlere, sarı sepya hüzünlere, kahrı çekenlere, tahtı devirenlere, işçilere, işsizlere, mülksüzlere, düşmüşlere, düş kuranlara, yek duranlara, pek çok, hem de pek çok olanlara, sizlere, kardeşlerimize.
Bandista - De Te Fabula Narratur albümü 1 Mayıs sabahı 1 Mayıs alanında, www.tayfabandista.org adresinde ve bir marşın söylenmesi gerektiği her an, her yerde.
çünkü anlatılan bizim hikâyemizdir...

De te fabula narratur, senin hikayeni anlatıyorlar*
Bandista bir aralık, bu darlık bu basmakalıp, bu ayık kafayla esrik taklitleri, bu aramızda yaşayan katilleri teşhir etmek gerek dedi evde uyuklarken. Uyanmak gerek dedi önce kendi kendine, evde bir gitar çaldı manuş, klarnet aktı meyanlı, kaydırmalı, akordeon zaten doldurmuştu köşe bucak, vurmalılar hazırdı "marş"a, başladı ev'in hikâyesi, varyetesi söküp söküp yapmanın.

Bandista evi şenlik kıyamet bir eylem bandosu şimdi ses vermekte ska, balkan, vertov, reggae, eşitlik, özgürlük, cango, votka, adalet, kökler sularından... Bandista evinde geceler gündüz gündüzler denktir geceye, bu evde güneş batsa da dinlenir ev hece heceye. Bu evin odaları geniş uzun dar hayal; bu evde mebzul miktar kapılar kilitsiz gıcırdar. Bu evde koridorlar, sokaklar ve meydanlar, sahneler salonlar dansla sesle hınçla çığlıklar... Bu ev bir dağ başında bir gettoda ya da down-town'da, bu ev dev bir karavan bu evi bulur arayan. Bu evin sakinleri kara kızıl mor renkleri, yeşil sarı turunç ve nar, bu ev binbir bedenle var. Bu ev döker alınteri, bu ev rahim yangın yeri; söndürür kandilleri nice esrik sever evi. Bu evde geçmiş hüzünle değil hüsnü kabulle, bu evde gelecek yokla değil beklenir telaşla. Bu ev tenha bu ev dar-maduman kanma yalan, gözyaşları ağıtlar destanlar epik tasalar, bu evde yasalar değil ses verir yoldaş maison'lar!
...Sollte jedoch der deutsche Leser pharisäisch die Achseln zucken über die Zustände der englischen Industrie und Ackerbauarbeiter, oder sich optimistisch dabei beruhigen, dass in Deutschland die Sachen noch lange nicht so schlimm stehn, so muss ich ihm zurufen: De te fabula narratur!
...ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde Almanya'da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: "De te fabula narratur!'
Karl Marx, Das Kapital, Vorwort / Önsöz, 1867
"De te fabula narratur, senin hikâyeni anlatıyorlar... bize söyleyeceği bir şey daha vardır: Warensprache'nin [meta dolaşımının dili], metaların dilinden telaffuz edilmiş anlatısını (biteviye kapitalizmin konuşması) tercümesi yeterli değildir: onun yerine başka bir anlatının, yepyeni bir anlamın konulması, kısacası "başka bir hikâyenin anlatılması" gerekir. Bu "yeni hikâyeyi dinlemek" için birçok kulağın dikilmiş olduğunu biliyoruz. Ama diller kendi kendilerine konuşamazlar. Farklı hikâyelerin –neredeyse sayısızca– nasıl olanaklı olduklarını anlamış olmak pek şaşırtıcı gelebilir."
Ulus Baker, Marx'ın Bir Çift Sözü Var, 1996
enternasyonal şalala
Şef:
sputnick
on 1 Mayıs 2009
/
Comments: (2)
sarasate imiş, kendi derdine gömülmüş birey müsveddeleriymiş derken, neredeyse 1 mayıs'ı es geçecektik! olacak iş mi? şimdi istanbul polisi mutat vazifesini yerine getirmeye başlamıştır, pangaltı'da toplanan disklilerle hasbıhal içindedirler. 'makul' sayıda olma koşulu getirmişti "güler-cerrah derin faşizm organizması" işçileri alana almak için. ne var ki sayıyı söylemediler: sanırım 1 (yazıyla bir) adet tulumlu, bıyıklı, eli çekiçli işçi mankeni bekliyor olsalar gerek.

neyse, her sene aynı hikaye. ankara'da sıhhiye'ye dayısıyla çıkan o.'ya, korteji felce uğratıp sonra koşarak yetişen anarşist gruplara, mayday romançesini yazan faulkner'e, babalarının omzunda meydanlara taşınan neşeli çocuklara, ağza buruna sürülen limona, marşlara ve tabii ki eylem güzellerine buradan selam edelim. enternasyonal şalala! (linkteki, nasyonel şalalalardan bir seçki gerçi!)

neyse, her sene aynı hikaye. ankara'da sıhhiye'ye dayısıyla çıkan o.'ya, korteji felce uğratıp sonra koşarak yetişen anarşist gruplara, mayday romançesini yazan faulkner'e, babalarının omzunda meydanlara taşınan neşeli çocuklara, ağza buruna sürülen limona, marşlara ve tabii ki eylem güzellerine buradan selam edelim. enternasyonal şalala! (linkteki, nasyonel şalalalardan bir seçki gerçi!)
sarasate'den çingene havaları
Şef:
sputnick
/
Comments: (1)
dora'nın masterclass'ında parlamış tuhaf (ve çok yetenekli) keman öğrencilerden biri olan ç. ile e. küçük bir konser verdiler. çaldıklarından biri çok acayipti: sarasate'den (uzun adı Pablo Martín Melitón de Sarasate y Navascués) "zigeunerweisen".. inanılır gibi değildi.

sarasate, nietszche ile aynı yıl doğmuş (1844), ondan 8 yıl fazla yaşamış (1908'e dek). nietzsche ile karşılaştırmamın nedenini belki dinleyince, yahut aşağıdaki paragrafları okuyunca sezersiniz.
buraya eklediğim kayıtta önce lalo'nun ispanyol konçertosunu çalıyor anne-sophie mutter, seiji ozawa yönetimindeki orkestra eşliğinde.. en son parça olarak da bizim ispanyol violinci ve bestecinin yazdığı müthiş, tutkulu, sarsak, dengesiz çingene havası geliyor.
"gene çingeneye sarmış baro!" diyecek olanlara, hemmen susup dosyayı indirmelerini, ve zigeunerweisen'i dinlemeden değerlendirme yapmamalarını salık vereceğim. orkestra versiyonu da pek kuvvetli, ama ne yalan söyleyeyim, tek piyano ve kemanla daha duygulu oluyor.
konserde dinlerken beni seneler öncesine götürdü zigeunerweisen.. neden derseniz, kemanın o kendi hikayesini anlatmadaki ısrarı, orkestrayı (yahut, işte, piyanoyu) neredeyse dinlemeyecek denli kendi derdine, tutkusuna gömülmüşlüğü, ancak hüznünün bencilleştirdiği haliyle ayakta kalacağını sezerek içine kapanmış acısına yaslanmış, sarhoş hali; bana seneler önceki beni ve arkadaşlarımı anımsattı. hepimiz, sanki sıraya konmuş gibi tuhaf dert bataklarına saplanır, alkolün inlemeye dönüştürdüğü seslerimizle derdimizi, yalnız kendi derdimizi tutkuyla anlatırdık. kimi zaman koro (orkestra, yahut piyano) derdini anlatana altlık oluşturacak, onun tutkusunu yüceltecek biçimde ezgiye eşlik eder; ama asla hikayeyi durdurmaya, kesmeye, değiştirmeye meyletmezdi. kendi derdine bu kadar saplanmış bu kadar insanı bir daha hiç bir arada görmedim. şimdi herkes kendi bokunda boğuluyor olsa gerek. kolay gelsin.

sarasate, nietszche ile aynı yıl doğmuş (1844), ondan 8 yıl fazla yaşamış (1908'e dek). nietzsche ile karşılaştırmamın nedenini belki dinleyince, yahut aşağıdaki paragrafları okuyunca sezersiniz.
buraya eklediğim kayıtta önce lalo'nun ispanyol konçertosunu çalıyor anne-sophie mutter, seiji ozawa yönetimindeki orkestra eşliğinde.. en son parça olarak da bizim ispanyol violinci ve bestecinin yazdığı müthiş, tutkulu, sarsak, dengesiz çingene havası geliyor.
"gene çingeneye sarmış baro!" diyecek olanlara, hemmen susup dosyayı indirmelerini, ve zigeunerweisen'i dinlemeden değerlendirme yapmamalarını salık vereceğim. orkestra versiyonu da pek kuvvetli, ama ne yalan söyleyeyim, tek piyano ve kemanla daha duygulu oluyor.
konserde dinlerken beni seneler öncesine götürdü zigeunerweisen.. neden derseniz, kemanın o kendi hikayesini anlatmadaki ısrarı, orkestrayı (yahut, işte, piyanoyu) neredeyse dinlemeyecek denli kendi derdine, tutkusuna gömülmüşlüğü, ancak hüznünün bencilleştirdiği haliyle ayakta kalacağını sezerek içine kapanmış acısına yaslanmış, sarhoş hali; bana seneler önceki beni ve arkadaşlarımı anımsattı. hepimiz, sanki sıraya konmuş gibi tuhaf dert bataklarına saplanır, alkolün inlemeye dönüştürdüğü seslerimizle derdimizi, yalnız kendi derdimizi tutkuyla anlatırdık. kimi zaman koro (orkestra, yahut piyano) derdini anlatana altlık oluşturacak, onun tutkusunu yüceltecek biçimde ezgiye eşlik eder; ama asla hikayeyi durdurmaya, kesmeye, değiştirmeye meyletmezdi. kendi derdine bu kadar saplanmış bu kadar insanı bir daha hiç bir arada görmedim. şimdi herkes kendi bokunda boğuluyor olsa gerek. kolay gelsin.
dora schwarzberg
Şef:
sputnick
on 29 Nisan 2009
/
Comments: (1)
dora teyze beş gündür şehrimizde.. e.nin eşlik ettiği kimi keman öğrencilerinin de aralarında bulunduğu şanslı (ama farkında olmayan) bir grupla masterclass yaptı. öğrencilere söyledikleri, benim bile zihnimi açtı... ki klasik müzik konusunda hayli seçiciyimdir ve belki çelişkili gelebilir; çokça da cahilimdir. belki bunlar birbirlerine neden oluyor olabilir. daha önce caz triolarına ilişkin sayıklamamda belirttiğim klasik müzik için de geçerli: solo, duo, hadi trio tamam.. ama ne zaman quartettir, sextettir oluyor, ben orada yokum arkadaş. hele ki orkestra tarafından icra edilenine kesinlikle tahammül edemiyorum.

(ışık ters taraftan gelse de yüzünün bu tarafından çekmemde diretti.)
dünyasını keman kutusunun kapağına tutturmuş bu müthiş teyze, geçen akşam bize bir konser hediye etti. schumann'ın fantasiestücke'ünü çalarken çok eğlendi. rachmaninoff çalmadan önce "ağlamak serbest" dedi.
burada kadim dostu piyanist marta argerich ile yaptıklarından bir demet var, linklerin içinde dolanırken dora'nın adına rastladığınız yerde soluklanınız.

(ışık ters taraftan gelse de yüzünün bu tarafından çekmemde diretti.)
dünyasını keman kutusunun kapağına tutturmuş bu müthiş teyze, geçen akşam bize bir konser hediye etti. schumann'ın fantasiestücke'ünü çalarken çok eğlendi. rachmaninoff çalmadan önce "ağlamak serbest" dedi.
burada kadim dostu piyanist marta argerich ile yaptıklarından bir demet var, linklerin içinde dolanırken dora'nın adına rastladığınız yerde soluklanınız.
bağlama
Şef:
sputnick
on 19 Nisan 2009
/
Comments: (1)
bağlamayla, halk müziği denen şeyle yapılanları düşününce hayli geniş bir müzikal topografyayı tarıyor buluyoruz kendimizi... erken cumhuriyet döneminde benimsenen, hala kimi trt programarında karşımıza çıkan 'modernleştirmeci' kafa, aslında hayli teksesli, çizgisel olan bağlama odaklı halk müziğini opera partisyonlarına, kanon katmanlarına dönüştürmüştü. tabii, bunun biraz dönüşmüş ve 'devrimci' halini, aksansız söyleyiş ve bas bariton sesle icra halinde ruhi su'da bulmuşluğumuz var. yorum'un, ezgi'nin ilk zamanlarının, çoğalarak ve synth etkisiyle çirkinleşerek beğeni sahnemizden çıkan başka 'sol' icraların aslında bu ekolün öğrencileri olduğunu kabul etmek gerek: duygu yüklü ve kuvvetliydiler ama müzikal zenginlikten gelmiyordu bu kuvvet, hepimiz kabul ederiz, değil mi?
bir zamanlar bir de çetin akdeniz vardı, onun yaptığını ancak gitarda yngwe (böyle mi yazılıyordu?) malmsteen'in yaptıklarıyla örneklemek lazım. arif sağ, muhlis akarsu, bir türlü susmayan mihriban'ıyla angara garında ikidebir karşılaştığımız musa eroğlu, işte, o bilindik 'muhabbet' tayfası, güzel işler çıkardılar çıkarmasına; ama gönül telimizi titretmek, başkalarına düştü: kardeş türküler'den daha zengin bir hali yok 'halk müziği' denen şeyin bu aralar..
tabii ki erkan oğur ve ismail hakkı demircioğlu'yu, cengiz özkan'ı; ve bilhassa eski roll ve express yazarı ulaş özdemir'i de not edelim: tatlı ve olgunlaşmamışlığıyla etkileyen sesi, tınlaması şahane dede sazıyla o da güzel işler yapıyor hakikatten..
erdal erzincan nam bir bağlama üstadımız var. kulağa daha çok kemane gibi duyulan kemençesiyle kayhan kalhor ve bağlamasıyla erdal erzincan 2006'da oturup bir kayıt yapmışlar: the wind.. müthiş bir ecm kapağı daha, tanıdık bir fotoğraftan..

özellikle son parçada, "mevlam birçok dert vermiş"e girmeden önce yaptıklarını dinlerseniz, erdal erzincan'ın bambaşka bir zihne sahip olduğunu anlayacaksınız.. ilk dinlediğimde "neler oluyor yahu?" dediydim, ritmi koparana dek uğraştıydım baya.. geçende konserde yaptıklarını izleyip dinleyince kesin kanaat getirdim: sessizliği de iyi kullanıyorsa bir müzisyen, tamamdır o.. müthiş, müthiş...
bir zamanlar bir de çetin akdeniz vardı, onun yaptığını ancak gitarda yngwe (böyle mi yazılıyordu?) malmsteen'in yaptıklarıyla örneklemek lazım. arif sağ, muhlis akarsu, bir türlü susmayan mihriban'ıyla angara garında ikidebir karşılaştığımız musa eroğlu, işte, o bilindik 'muhabbet' tayfası, güzel işler çıkardılar çıkarmasına; ama gönül telimizi titretmek, başkalarına düştü: kardeş türküler'den daha zengin bir hali yok 'halk müziği' denen şeyin bu aralar..
tabii ki erkan oğur ve ismail hakkı demircioğlu'yu, cengiz özkan'ı; ve bilhassa eski roll ve express yazarı ulaş özdemir'i de not edelim: tatlı ve olgunlaşmamışlığıyla etkileyen sesi, tınlaması şahane dede sazıyla o da güzel işler yapıyor hakikatten..
erdal erzincan nam bir bağlama üstadımız var. kulağa daha çok kemane gibi duyulan kemençesiyle kayhan kalhor ve bağlamasıyla erdal erzincan 2006'da oturup bir kayıt yapmışlar: the wind.. müthiş bir ecm kapağı daha, tanıdık bir fotoğraftan..

özellikle son parçada, "mevlam birçok dert vermiş"e girmeden önce yaptıklarını dinlerseniz, erdal erzincan'ın bambaşka bir zihne sahip olduğunu anlayacaksınız.. ilk dinlediğimde "neler oluyor yahu?" dediydim, ritmi koparana dek uğraştıydım baya.. geçende konserde yaptıklarını izleyip dinleyince kesin kanaat getirdim: sessizliği de iyi kullanıyorsa bir müzisyen, tamamdır o.. müthiş, müthiş...
Kahverengi Toplama Kaset
Şef:
sputnick
on 15 Nisan 2009
/
Comments: (1)
Kulak Maması'nı bir süre için tekrar amca ve yengesine emanet etmezden evvel 1990'ların sonlarında hayatımı değiştiren bir toplama kasetten bahsedeceğim tuttu sevgili mamacılar...

90'ların bitip milenyuma girdiğimiz günlerdi. Mevsim genelde kıştı. Ülkenin en kalabalık iki şehri arasında mekik dokuyup her ikisinde de ayrı tuhaf er-genetik buhranlara sürükleniyordum. Günlük hayat açmazlarının çözümünün ruhani bir yerlerde aranmasının mantıksız olmadığı zamanlardan biriydi. Tabi henüz ortalıkta mp3'ler , iPod'lar , genişbant internet bağlantıları , fena halde ağır külliyatları cebinizde taşımanıza olanak veren sabit diskler filan yoktu tabi. Radyo çok daha yaygındı. Radyo hayatın pek önemli bir parçasıydı. Bu parçanın "o ana özel"liğini kırmak için eskiden beri kasete kayıt alırdım. Soğuk bir gece, bulanık bir görüntüye sahip olarak eve geldiğimde radyoda tesadüflerin en güzellerinden olduğunu daha sonra idrak edeceğim bir set ile karşılaştım. Şu anda esamesi okunmayan radyo kanallarından birinde , gecenin bir yarısı , saat farkını filan hiç gözetmeksizin Londra'daki bir klüpten canlı bir DJ Set'i yayınlanıyordu. 1990'ların ortalarından itibaren ortalığı kasıp kavuran Asian Underground , hala ismini cismini bilmediğim bir DJ'in plaklarından "anında" eve doluyordu. Hemen kimbilir içinde ne olan bir kasete kaydetmeye başladım çalanları ve kendimi bütün bir set boyunca (yanlış olmasın, set 2 saatin üzerindeydi. 90'lık kasetlerin iki yüzüne iki albüm çekenlere selam) büyülenmiş bir vaziyette setin karşısında ağzım açık otururken hatırlıyorum. Ağzına kadar dolan o kaset yıllar boyu defalarca üzerimize heryerimize boşaldıktan sonra, yine masal gibi bir biçimde ortadan kayboluverdi. Çoğunu takip edip yakalasam da , içerisindeki bazı parçaları bir daha asla bulamadım.
90'ların ortalarında İngiltere'yi iyiden iyiye sallayan bu müziğin geniş olmasa da "kafi" bir özeti tam da millet Y2K'i konuşmaya başladığı zamanlarda beni de benden almayı başarmıştı. Buradan öncelikle işi salt oryantalist bir turizm DJ'liği kisvesinden çıkarıp, altı üzeri "doldurulmuş" işlere imza atan State Of Bengal, Badmarsh&Shri, Nitin Sawhney, ve Transglobal Underground olmak üzere janrın bütün temsilcilerine teşekkürlerimi bir borç bilirim aslında. Sayelerinde ben 1990'ları bitirip 2000'lere geçebildim, o iki şehirden birindeki hayatımı seçip , orada "devam etmeye" karar verebildim , yalnızkenki sükunetimi tekrar alttan alta elde edebildim.
Sükunet.
Şu an burada olduğunuz için teşekkürler , ben de tekrar burada olmaya çalışacağım.Tekrar hoşçakalın.
Sükunet.

90'ların bitip milenyuma girdiğimiz günlerdi. Mevsim genelde kıştı. Ülkenin en kalabalık iki şehri arasında mekik dokuyup her ikisinde de ayrı tuhaf er-genetik buhranlara sürükleniyordum. Günlük hayat açmazlarının çözümünün ruhani bir yerlerde aranmasının mantıksız olmadığı zamanlardan biriydi. Tabi henüz ortalıkta mp3'ler , iPod'lar , genişbant internet bağlantıları , fena halde ağır külliyatları cebinizde taşımanıza olanak veren sabit diskler filan yoktu tabi. Radyo çok daha yaygındı. Radyo hayatın pek önemli bir parçasıydı. Bu parçanın "o ana özel"liğini kırmak için eskiden beri kasete kayıt alırdım. Soğuk bir gece, bulanık bir görüntüye sahip olarak eve geldiğimde radyoda tesadüflerin en güzellerinden olduğunu daha sonra idrak edeceğim bir set ile karşılaştım. Şu anda esamesi okunmayan radyo kanallarından birinde , gecenin bir yarısı , saat farkını filan hiç gözetmeksizin Londra'daki bir klüpten canlı bir DJ Set'i yayınlanıyordu. 1990'ların ortalarından itibaren ortalığı kasıp kavuran Asian Underground , hala ismini cismini bilmediğim bir DJ'in plaklarından "anında" eve doluyordu. Hemen kimbilir içinde ne olan bir kasete kaydetmeye başladım çalanları ve kendimi bütün bir set boyunca (yanlış olmasın, set 2 saatin üzerindeydi. 90'lık kasetlerin iki yüzüne iki albüm çekenlere selam) büyülenmiş bir vaziyette setin karşısında ağzım açık otururken hatırlıyorum. Ağzına kadar dolan o kaset yıllar boyu defalarca üzerimize heryerimize boşaldıktan sonra, yine masal gibi bir biçimde ortadan kayboluverdi. Çoğunu takip edip yakalasam da , içerisindeki bazı parçaları bir daha asla bulamadım.
90'ların ortalarında İngiltere'yi iyiden iyiye sallayan bu müziğin geniş olmasa da "kafi" bir özeti tam da millet Y2K'i konuşmaya başladığı zamanlarda beni de benden almayı başarmıştı. Buradan öncelikle işi salt oryantalist bir turizm DJ'liği kisvesinden çıkarıp, altı üzeri "doldurulmuş" işlere imza atan State Of Bengal, Badmarsh&Shri, Nitin Sawhney, ve Transglobal Underground olmak üzere janrın bütün temsilcilerine teşekkürlerimi bir borç bilirim aslında. Sayelerinde ben 1990'ları bitirip 2000'lere geçebildim, o iki şehirden birindeki hayatımı seçip , orada "devam etmeye" karar verebildim , yalnızkenki sükunetimi tekrar alttan alta elde edebildim.
Sükunet.
Şu an burada olduğunuz için teşekkürler , ben de tekrar burada olmaya çalışacağım.Tekrar hoşçakalın.
Sükunet.
o taraflar
Şef:
sputnick
on 14 Nisan 2009
/
Comments: (0)
şivan perwer'in perwari'de doğmuş olduğunu düşünmüştüm, öyle değilmiş, urfalıymış kendileri. "peki perwari nereden çıktı?" diye soracak olursanız, 4-5 gün siirt'te bulundum da.. perwari de siirt'in bir kazası. başka kazalarından batman, petrolün tespitinden sonra almış yürümüş, siirt'ten büyük bir beton yığını olmuş. batman, duymuşsunuzdur, bir kaç yıl önce kadın intiharlarıyla gündeme gelmişti. siirt'in bir köyü olan eruh da, 1980'lerin ortasında tarihteki ilk pkk baskını ile gündeme gelmişti. güneydoğu, o gün bugündür gündemden asla çıkmadı, daha da çıkmaz.

(bu internet cafe'ye işaret eden ve aşağıda bahsi geçecek düğünü yakalamamızı, ona yakalanmamızı sağlayan r.ye selam)
siirt'in mahalli idaresi dtp'li selim sadak'ın eline geçti. bir önceki belediye başkanı mervan gül, istifa edip şehrin eniştesi rte'ye milletvekilliği ve tabii ki başbakanlık yolunu açan kişiydi, anımsarsınız (emine hanım siirt'in tillo köyünden). eh tabi bu fedakarlığın karşılığı da büyük olmuş: gelen parayı indhirragandhi etmiş allahın arabı.
evet, siirt halkı arap, kürt ve türklerden oluşuyor. türkler dışındaki herkes 3 dili de konuşuyor. türkler bir tek kendi dillerini konuşuyorlar. memur hepsi :)
bıttım denen bir meyveden çerez yapıyorlar, biraz daha ileri gidip sabununu da yapıyorlar. sabahın köründe oğlakları pişiriyorlar, 5ten 11e kadar yedin yedin, yemedin bayatlıyor büryan, kimse önermiyor.

"bırak turizmi (!!), müziğe gel" diyenler çıkacaksa, hemen başa döneceğim: şivan'ın kardeş türküler'le el ele yaptığı bir albüm vardı: roj u heyv. müthişti, tüm kardeş türküler ve tüm şivan perwer albümleri gibi müthişti, hepsinin toplamı kadar müthişti (burada işler karışıyor işte: matematik, evet müzikte mühim ama, ölçmeye yeltenince fıss..). insan o ülkenin o yanına gidince ister istemez bu güzelliğin kaynağını arıyor. üniversitelerde, ilokullarda, bol heykelli meydanlarda, taburlarda bulamıyor tabii ki.. eski siirt'in kurulu olduğu yamaçtan aşağı salınırken akşamın bir vakti, evlerinin birbirine yaslı durduğu dar sokakların bir kaçının birleştiği küçücük bir kesişimde, birden bir kürt düğünü sesleniveriyor: eski amfiler, bir bağlama, bir "synth", elinde mikrofonla o karmaşık halaya durmuş kardeşlerin ortasında şivan gırtlaklı bir adam söylüyor. bize de düğün sahibinden destur alıp yanlarına çökmek kalıyor..
siirt'ten dönerken yolu saran yemyeşil tepelerden birinin güneşe bakan yamacına kurulmuş bir asker gördüm: eşofmanları (aşortmen) üzerinde, birlikten bir hayli açılmış, özgürlük sınırına dek gelip dayanmış, kitap okuyordu boşluğun ortasında.. sabahtı.. sputnik geldi, geçti aklımızdan..
(bunu annesine anlattım, o uyuyordu.. kendi, denk gelirse, burada okur...)

(bu internet cafe'ye işaret eden ve aşağıda bahsi geçecek düğünü yakalamamızı, ona yakalanmamızı sağlayan r.ye selam)
siirt'in mahalli idaresi dtp'li selim sadak'ın eline geçti. bir önceki belediye başkanı mervan gül, istifa edip şehrin eniştesi rte'ye milletvekilliği ve tabii ki başbakanlık yolunu açan kişiydi, anımsarsınız (emine hanım siirt'in tillo köyünden). eh tabi bu fedakarlığın karşılığı da büyük olmuş: gelen parayı indhirragandhi etmiş allahın arabı.
evet, siirt halkı arap, kürt ve türklerden oluşuyor. türkler dışındaki herkes 3 dili de konuşuyor. türkler bir tek kendi dillerini konuşuyorlar. memur hepsi :)
bıttım denen bir meyveden çerez yapıyorlar, biraz daha ileri gidip sabununu da yapıyorlar. sabahın köründe oğlakları pişiriyorlar, 5ten 11e kadar yedin yedin, yemedin bayatlıyor büryan, kimse önermiyor.

"bırak turizmi (!!), müziğe gel" diyenler çıkacaksa, hemen başa döneceğim: şivan'ın kardeş türküler'le el ele yaptığı bir albüm vardı: roj u heyv. müthişti, tüm kardeş türküler ve tüm şivan perwer albümleri gibi müthişti, hepsinin toplamı kadar müthişti (burada işler karışıyor işte: matematik, evet müzikte mühim ama, ölçmeye yeltenince fıss..). insan o ülkenin o yanına gidince ister istemez bu güzelliğin kaynağını arıyor. üniversitelerde, ilokullarda, bol heykelli meydanlarda, taburlarda bulamıyor tabii ki.. eski siirt'in kurulu olduğu yamaçtan aşağı salınırken akşamın bir vakti, evlerinin birbirine yaslı durduğu dar sokakların bir kaçının birleştiği küçücük bir kesişimde, birden bir kürt düğünü sesleniveriyor: eski amfiler, bir bağlama, bir "synth", elinde mikrofonla o karmaşık halaya durmuş kardeşlerin ortasında şivan gırtlaklı bir adam söylüyor. bize de düğün sahibinden destur alıp yanlarına çökmek kalıyor..
siirt'ten dönerken yolu saran yemyeşil tepelerden birinin güneşe bakan yamacına kurulmuş bir asker gördüm: eşofmanları (aşortmen) üzerinde, birlikten bir hayli açılmış, özgürlük sınırına dek gelip dayanmış, kitap okuyordu boşluğun ortasında.. sabahtı.. sputnik geldi, geçti aklımızdan..
(bunu annesine anlattım, o uyuyordu.. kendi, denk gelirse, burada okur...)