dance me to the end of love!

cover
Dans müziğini yine yeni yeniden hatırlamak başlığı altında başvurduğumuz ilk isimlerden biri de kuşkusuz Fransız üstat Etienne De Crécy. Malumunuz, dans işini ince eleyip sık dokuma düsturu ile ele aldığımızda zaten oldukça seçici geçirgen bir tavır sergilememiz gerekiyor. Birçok tuzağın bulunduğu ana akım dans müziği janrı içerisinde (yerlere göklere sığdıramadığımız french touch hissi ile beraber) apayrı bir yer edinen Etienne , her Lp'si her EP 'sinde bizi sandalyelerden koltuklardan kaldırmayı başarıyor. Canlı performanslarında profesyonel "görüntücü"lerle hazırladığı görsel şovlar da bizim "görüntücü"lerin dillerine düşmüştü zaten çoktandır.Müziğindeki insani dokunuşlar (bilhassa “Scratched” e pür dikkat) da en azından bir robotla karşılıklı tuhaf bir elektiriklenme değil de kanlı canlı birileriyle “dans” ediyormuşuz hissiyatı veriyor. Hatta ellerimiz kollarımız bacaklarımız omuzlarımız uyuşup üşüyene kadar salınıyoruz , funk’ın punk’ın , bigbeat’in electro’nun her yerine kadehlerce su kaçırıyoruz. Gelenlerin gidenlerin ardından dans, herşeyin sonuna ünlem! Touch bize French Etienne De Crécy!

dance me to the end of love

Dans müziğini yine yeni yeniden hatırlamak başlığı altında başvurduğumuz ilk isimlerden biri de kuşkusuz Fransız üstat Etienne De Crécy. Malumunuz, işi ince eleyip sık dokuma düsturu ile ele aldığımızda zaten oldukça seçici geçirgen bir tavır sergilememiz gerekiyor

Kulak Masası!

istanbul pre-modern

hazır pek kıymetli dostumuz istanbul'dan ayrılıp yanımıza avdet etmeye hazırlanırken, onu istanbul ortaçağından hoş sedalarla uğurlayalım, sonra hızla kendi şehrimize gelip pür neş'e karşılayalım dedik ("minareden at beni, in aşağıya tut beni" hesabı).

dedik de nasıl? yıllar evvel elimize geçmiş, günlerimizi, gecelerimizi yemiş, sonra (kaset olmasından ötürü) yitip gitmiş, bu sabah karga kahvaltısı vaktinde nedense akşamdan kalma aklımıza düşmüş ve yaşamımıza kaldığı yerden duhul etmiş bir albüm var: bosphorus nam bir grup (ki gündoğarken'in rüzgar'ına nakşettiği greek touch'dan anımsayabileceğiniz vasiliki papageorgiou ve hasan esen çekiştirmiş bunları bir araya) bol taksimli, bol bizans soslu osmanlı tadında kırık türkçeli, tatlı rumcalı bir albüm yapmış, last boat from halki / heybeli'den son vapur.


HEYBELIADA-OSMANLI-NADIR-KARTPOSTAL__8945162_0



her şey güzel, ama bazıları daha güzel. 11 ve 12 numaralı boşluklara yerleşmiş track'lere, i.e. 'gitar-kemençe taksimi'ne ve 'dalgalar' adlı şarkıya müstesna bir mim koymak isteriz. o nasıl yanık, nasıl içli kemençedir; o nasıl bir ilk dizedir "ah vre dunya!"

çello ve ney taksimleri de onlar kadar müthiş. her ikisi de yalnız takipçi parçanın değil, aynı zamanda enstrumanın sınırlarını tatlı tatlı teşhir ediyor, kimi yerde aşıp geçiyorlar. haddi zatında, bu taksim fikri külliyen müthiş! neden derseniz, taksim, aslında hayli mimari bir işlevi eda ediyor; tutup kendinden sonra icra edilecek eserin müzikal uzayını, içinde çalınacağı odayı inşa ve işaret ediyor; adeta diyor ki "bundan sonraki şarkının notaları, tonu, tadı; şimdi size ağır ağır açacağım, üzerinden geçeceğim, işaret edeceğim sınırların içinde varolacak; dışarı çıkmayacak hiç." bu hazırlık, bu taksimat, dinleyicinin o müzikal yapının içinde tökezlemeden yürümesini, sağına soluna bakınmasını, müzikten gereği gibi kam almasını sağlıyor. yaşasın taksim, yaşasın mimariyi müziğin vücuda gelmiş hali olarak kavrayan kadim kafalar!

yaşasın heybeli'den kalkan son vapurlar, haydarpaşa'dan kalkan öğle trenleri!

istanbul modern

burial
Aranıza dönmemi ve daha da mühimi mama'nın birinci yaşını Burial'dan başkası kutlayamazdı tabi ki. 2007'nin bizce en büyük olayı , O.'nun ağzı ile karanlık teenage'i yavaş yavaş büyüyüp serpiliyor. Serpildikçe yanına abileri yanaşıp racon ve cemiyet hayatı kaideleri hakkında ona malumat fısıldıyor. Aralarında Four Tet 'in de olduğu bu abileri onu hayata hazırlarken Burial kardeşimiz de büyüklerine saygıda kusur etmiyor ; bırakın salınmayı eni konu dans edebileceğimiz melodiler hazırlıyor. Bu gidişle çocuğu daha çoook abiler bekliyor. İlgiyle dans ediyoruz.

hoşgeldin!

esmeray

inatla çağırdığımız tezkere geldi. sonunda dostumuz aşkla ifa ettiği vatan hizmetini başarının daniskasıyla tamamlayıp tanıdık semalara geri döndü. artık kız alabilir, istediği kahvede oturabilir, yurt dışına çıkışlarda ve tekrar yurt içine duhullerde tedirginliğin gereksiz olduğunu idrak edebilir, kendini biraz daha özgür ama biraz daha katı hissedebilir. bu etkilerin tuhaf olanlarından sıyrılmak için biraz müzik ve biraz muhabbet faideli olabilir. eh, bundan iyisine şam'da kayısı dendiğini de suriye sınırında bulunmuş herkes bilir!

dostumuzu gönderirken 'piano piano' döndürdüğümüz plağı, bu defa allegro patlatıyoruz; onu, askerde kendisine ilham olunan posterin naçizane bir görünüşüyle kucaklıyoruz: haddi zatında hepimiz esmeray'ın askerleri değil miyiz?

p.s. zizek nam sakallının anlattığı fıkradır: adamın biri hayli isteksizce gitmiş askere, bir yol arıyor, illa yırtacak. obsesyon-paranoya karışımı bir tablo çizmiş: kışlada girdiği ofisteki kağıtları tek tek alıp bakıp 'bu değil!' diye bağırıp sağa sola savurmaya başlamış. yüzlerce kağıdı dağıtmış. adamlar bakmışlar bizimkinin duracağı yok, herif sağlam değil; hızlıca yazıvermişler çürük kağıdını, vermişler eline. o da, 'hah, bu!' demiş.

Who am I to you?

2005 tarihinde İngiltere'nin yüzyıllardır karmakarışık arka sokaklarından ana caddelerine bir debut albüm daha fırlatıldı.

serhoş

bunu dinleyin, başka her şey kolpa gelecek!

biberli barok

Merhaba mamacılar, sitenin yengesinden taze ve biraz ürkek bir merhaba! Bir süredir klavsensever ve çalar arkadaşım b.nin bana tanıştırdığı Heinrich Ignaz Franz von Biber’in (1644-1704) keman sonatlarını dinliyorum.

mail


Biber Barok Dönem’de Çek Cumhuriyeti’nde doğup çoğunlukla Avusturya’da yaşamış. Avusturya baroğunun temsilcisi ve 17. yüzyılın en önemli kemancılarından. Umarım kendimi TRT 3’e bağlamamışımdır diyor ve devam ediyorum: Avusturya baroğu İtalyan-Alman kırması bir gelenek, Alman’dan sıcak İtalyan’dan derin diyelim. Biber, kemanın kullanımını gerek virtüözitesiyle gerek de bestelerken telleri farklı akortlaması ya da çok daha sonra kullanılmaya başlayacak olan efektler keşfetmesiyle, genişletmiş- kemanı biraz yormuş, ama çokça sevmiş bir besteci. Bu efektlere örnek olabilecek “Sonata Representativa”(1669) adlı, basso continuo(sürekli bas) eşlikli bir keman sonatı var ki, kedisinden tavuğuna, kurbağasından örümceğine pek çok hayvanı duyabiliyoruz içinde.


16b5808a8da06cf8060a5110_l


Eğlenceli hale getirmeye çalıştığım bu girizgahtan sonra, sadede, beni en çok etkileyene geçmek isterim. Aynı albümde yer alan, ama sonatlardan olmayan “Solo Keman için Passacaglia”ya. Passacaglia 17. yüzyıl İspanyasının bir dansı- dans dediysek yanlış anlaşılmasın, hayli ağır ve kasvetli bir tür… Söz konusu parça 4 ses üzerine aslında. Bizi içine çeken, bir daha bir daha döndüren bu sade motif, bana batmakta olan birini çağrıştırıyor. O kadar yorgun ki yukarı çekemiyor kendini, karşı koyamıyor. Biber, diğer sonatlarında zaman zaman yaptığı gibi, hızla tekrarlanan notalardan oluşan uzun sololarla soluksuz bırakmıyor bizi. Söylemek istediği şeyi acımasız denecek kadar sade biçimde söylüyor. Kemanın sesi, zamanın bir yerinde asılı kalmış, duyulamayan bir müzik gibi yalnız başına akıp gidiyor.

hakiki şalala: bandista!

dostların müthiş işi, dünkü hikayeyi çiçeklendiriyor: bandista, coşkusunu ancak alıntılayarak paylaşabileceğimiz bir kafayla, şarkılarını ve marşları yeniden yeniden, pek güzel pek neşeli söyleyip bize, hepimize armağan ettiler dün! marş dediğimize bakmayın: o bildik hallerinden dünyaya, bir sürü ritme, tarza fışkırmış hakiki enternasyonal bir şalaladan bahsediyoruz.

"kalplerimizde, kardeşlerimizde, kardeşlerimize..." notunu da aktararak..
buyrun, buradan yakın. ya da istediğiniz yerden yakın.. sadece bunu da değil, nasıl denk gelirse!




BANDİSTA - De te Fabula Narratur

Armağanımızdır!

Dünyayı değiştirmek mümkün; çığlıklarla, terle, mağlubiyetlerden süzülen demle, sözle, eylemle, müzikle; tezlikle elzem ve nikbin tebessümümüzle, dansımızla, devrimimizle, devasa MÜMKÜN!!!

Armanığımızdır yıldıza, mayısa, kara-kızıl bayraklara, yumruğa, doğacak güneşe, unutmadık inandık bulanmadık bilendik diyenlere, bilenlere ve bilmeyenlere, mor giyenlere, sarı sepya hüzünlere, kahrı çekenlere, tahtı devirenlere, işçilere, işsizlere, mülksüzlere, düşmüşlere, düş kuranlara, yek duranlara, pek çok, hem de pek çok olanlara, sizlere, kardeşlerimize.

Bandista - De Te Fabula Narratur albümü 1 Mayıs sabahı 1 Mayıs alanında, www.tayfabandista.org adresinde ve bir marşın söylenmesi gerektiği her an, her yerde.

çünkü anlatılan bizim hikâyemizdir..
.



bandista_flyer




De te fabula narratur, senin hikayeni anlatıyorlar*

Bandista bir aralık, bu darlık bu basmakalıp, bu ayık kafayla esrik taklitleri, bu aramızda yaşayan katilleri teşhir etmek gerek dedi evde uyuklarken. Uyanmak gerek dedi önce kendi kendine, evde bir gitar çaldı manuş, klarnet aktı meyanlı, kaydırmalı, akordeon zaten doldurmuştu köşe bucak, vurmalılar hazırdı "marş"a, başladı ev'in hikâyesi, varyetesi söküp söküp yapmanın.




Print



Bandista evi şenlik kıyamet bir eylem bandosu şimdi ses vermekte ska, balkan, vertov, reggae, eşitlik, özgürlük, cango, votka, adalet, kökler sularından... Bandista evinde geceler gündüz gündüzler denktir geceye, bu evde güneş batsa da dinlenir ev hece heceye. Bu evin odaları geniş uzun dar hayal; bu evde mebzul miktar kapılar kilitsiz gıcırdar. Bu evde koridorlar, sokaklar ve meydanlar, sahneler salonlar dansla sesle hınçla çığlıklar... Bu ev bir dağ başında bir gettoda ya da down-town'da, bu ev dev bir karavan bu evi bulur arayan. Bu evin sakinleri kara kızıl mor renkleri, yeşil sarı turunç ve nar, bu ev binbir bedenle var. Bu ev döker alınteri, bu ev rahim yangın yeri; söndürür kandilleri nice esrik sever evi. Bu evde geçmiş hüzünle değil hüsnü kabulle, bu evde gelecek yokla değil beklenir telaşla. Bu ev tenha bu ev dar-maduman kanma yalan, gözyaşları ağıtlar destanlar epik tasalar, bu evde yasalar değil ses verir yoldaş maison'lar!



...Sollte jedoch der deutsche Leser pharisäisch die Achseln zucken über die Zustände der englischen Industrie und Ackerbauarbeiter, oder sich optimistisch dabei beruhigen, dass in Deutschland die Sachen noch lange nicht so schlimm stehn, so muss ich ihm zurufen: De te fabula narratur!


...ama eğer Alman okur, İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silker, ya da iyimser bir biçimde Almanya'da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendini avutursa, ona açıkça şunu söylemeliyim: "De te fabula narratur!'
Karl Marx, Das Kapital, Vorwort / Önsöz, 1867


"De te fabula narratur, senin hikâyeni anlatıyorlar... bize söyleyeceği bir şey daha vardır: Warensprache'nin [meta dolaşımının dili], metaların dilinden telaffuz edilmiş anlatısını (biteviye kapitalizmin konuşması) tercümesi yeterli değildir: onun yerine başka bir anlatının, yepyeni bir anlamın konulması, kısacası "başka bir hikâyenin anlatılması" gerekir. Bu "yeni hikâyeyi dinlemek" için birçok kulağın dikilmiş olduğunu biliyoruz. Ama diller kendi kendilerine konuşamazlar. Farklı hikâyelerin –neredeyse sayısızca– nasıl olanaklı olduklarını anlamış olmak pek şaşırtıcı gelebilir."
Ulus Baker, Marx'ın Bir Çift Sözü Var, 1996

enternasyonal şalala

sarasate imiş, kendi derdine gömülmüş birey müsveddeleriymiş derken, neredeyse 1 mayıs'ı es geçecektik! olacak iş mi? şimdi istanbul polisi mutat vazifesini yerine getirmeye başlamıştır, pangaltı'da toplanan disklilerle hasbıhal içindedirler. 'makul' sayıda olma koşulu getirmişti "güler-cerrah derin faşizm organizması" işçileri alana almak için. ne var ki sayıyı söylemediler: sanırım 1 (yazıyla bir) adet tulumlu, bıyıklı, eli çekiçli işçi mankeni bekliyor olsalar gerek.

mayday-dc


neyse, her sene aynı hikaye. ankara'da sıhhiye'ye dayısıyla çıkan o.'ya, korteji felce uğratıp sonra koşarak yetişen anarşist gruplara, mayday romançesini yazan faulkner'e, babalarının omzunda meydanlara taşınan neşeli çocuklara, ağza buruna sürülen limona, marşlara ve tabii ki eylem güzellerine buradan selam edelim. enternasyonal şalala! (linkteki, nasyonel şalalalardan bir seçki gerçi!)

sarasate'den çingene havaları

dora'nın masterclass'ında parlamış tuhaf (ve çok yetenekli) keman öğrencilerden biri olan ç. ile e. küçük bir konser verdiler. çaldıklarından biri çok acayipti: sarasate'den (uzun adı Pablo Martín Melitón de Sarasate y Navascués) "zigeunerweisen".. inanılır gibi değildi.

sarasate

sarasate, nietszche ile aynı yıl doğmuş (1844), ondan 8 yıl fazla yaşamış (1908'e dek). nietzsche ile karşılaştırmamın nedenini belki dinleyince, yahut aşağıdaki paragrafları okuyunca sezersiniz.

buraya eklediğim kayıtta önce lalo'nun ispanyol konçertosunu çalıyor anne-sophie mutter, seiji ozawa yönetimindeki orkestra eşliğinde.. en son parça olarak da bizim ispanyol violinci ve bestecinin yazdığı müthiş, tutkulu, sarsak, dengesiz çingene havası geliyor.

"gene çingeneye sarmış baro!" diyecek olanlara, hemmen susup dosyayı indirmelerini, ve zigeunerweisen'i dinlemeden değerlendirme yapmamalarını salık vereceğim. orkestra versiyonu da pek kuvvetli, ama ne yalan söyleyeyim, tek piyano ve kemanla daha duygulu oluyor.

konserde dinlerken beni seneler öncesine götürdü zigeunerweisen.. neden derseniz, kemanın o kendi hikayesini anlatmadaki ısrarı, orkestrayı (yahut, işte, piyanoyu) neredeyse dinlemeyecek denli kendi derdine, tutkusuna gömülmüşlüğü, ancak hüznünün bencilleştirdiği haliyle ayakta kalacağını sezerek içine kapanmış acısına yaslanmış, sarhoş hali; bana seneler önceki beni ve arkadaşlarımı anımsattı. hepimiz, sanki sıraya konmuş gibi tuhaf dert bataklarına saplanır, alkolün inlemeye dönüştürdüğü seslerimizle derdimizi, yalnız kendi derdimizi tutkuyla anlatırdık. kimi zaman koro (orkestra, yahut piyano) derdini anlatana altlık oluşturacak, onun tutkusunu yüceltecek biçimde ezgiye eşlik eder; ama asla hikayeyi durdurmaya, kesmeye, değiştirmeye meyletmezdi. kendi derdine bu kadar saplanmış bu kadar insanı bir daha hiç bir arada görmedim. şimdi herkes kendi bokunda boğuluyor olsa gerek. kolay gelsin.

dora schwarzberg

dora teyze beş gündür şehrimizde.. e.nin eşlik ettiği kimi keman öğrencilerinin de aralarında bulunduğu şanslı (ama farkında olmayan) bir grupla masterclass yaptı. öğrencilere söyledikleri, benim bile zihnimi açtı... ki klasik müzik konusunda hayli seçiciyimdir ve belki çelişkili gelebilir; çokça da cahilimdir. belki bunlar birbirlerine neden oluyor olabilir. daha önce caz triolarına ilişkin sayıklamamda belirttiğim klasik müzik için de geçerli: solo, duo, hadi trio tamam.. ama ne zaman quartettir, sextettir oluyor, ben orada yokum arkadaş. hele ki orkestra tarafından icra edilenine kesinlikle tahammül edemiyorum.

dora_besides_violinbox
(ışık ters taraftan gelse de yüzünün bu tarafından çekmemde diretti.)

dünyasını keman kutusunun kapağına tutturmuş bu müthiş teyze, geçen akşam bize bir konser hediye etti. schumann'ın fantasiestücke'ünü çalarken çok eğlendi. rachmaninoff çalmadan önce "ağlamak serbest" dedi.

burada kadim dostu piyanist marta argerich ile yaptıklarından bir demet var, linklerin içinde dolanırken dora'nın adına rastladığınız yerde soluklanınız.

bağlama

bağlamayla, halk müziği denen şeyle yapılanları düşününce hayli geniş bir müzikal topografyayı tarıyor buluyoruz kendimizi... erken cumhuriyet döneminde benimsenen, hala kimi trt programarında karşımıza çıkan 'modernleştirmeci' kafa, aslında hayli teksesli, çizgisel olan bağlama odaklı halk müziğini opera partisyonlarına, kanon katmanlarına dönüştürmüştü. tabii, bunun biraz dönüşmüş ve 'devrimci' halini, aksansız söyleyiş ve bas bariton sesle icra halinde ruhi su'da bulmuşluğumuz var. yorum'un, ezgi'nin ilk zamanlarının, çoğalarak ve synth etkisiyle çirkinleşerek beğeni sahnemizden çıkan başka 'sol' icraların aslında bu ekolün öğrencileri olduğunu kabul etmek gerek: duygu yüklü ve kuvvetliydiler ama müzikal zenginlikten gelmiyordu bu kuvvet, hepimiz kabul ederiz, değil mi?

bir zamanlar bir de çetin akdeniz vardı, onun yaptığını ancak gitarda yngwe (böyle mi yazılıyordu?) malmsteen'in yaptıklarıyla örneklemek lazım. arif sağ, muhlis akarsu, bir türlü susmayan mihriban'ıyla angara garında ikidebir karşılaştığımız musa eroğlu, işte, o bilindik 'muhabbet' tayfası, güzel işler çıkardılar çıkarmasına; ama gönül telimizi titretmek, başkalarına düştü: kardeş türküler'den daha zengin bir hali yok 'halk müziği' denen şeyin bu aralar..

tabii ki erkan oğur ve ismail hakkı demircioğlu'yu, cengiz özkan'ı; ve bilhassa eski roll ve express yazarı ulaş özdemir'i de not edelim: tatlı ve olgunlaşmamışlığıyla etkileyen sesi, tınlaması şahane dede sazıyla o da güzel işler yapıyor hakikatten..

erdal erzincan nam bir bağlama üstadımız var. kulağa daha çok kemane gibi duyulan kemençesiyle kayhan kalhor ve bağlamasıyla erdal erzincan 2006'da oturup bir kayıt yapmışlar: the wind.. müthiş bir ecm kapağı daha, tanıdık bir fotoğraftan..

kkee-wind

özellikle son parçada, "mevlam birçok dert vermiş"e girmeden önce yaptıklarını dinlerseniz, erdal erzincan'ın bambaşka bir zihne sahip olduğunu anlayacaksınız.. ilk dinlediğimde "neler oluyor yahu?" dediydim, ritmi koparana dek uğraştıydım baya.. geçende konserde yaptıklarını izleyip dinleyince kesin kanaat getirdim: sessizliği de iyi kullanıyorsa bir müzisyen, tamamdır o.. müthiş, müthiş...