w.s.b.




"... at night, I would take two strips of benzedrine and go out to a bar where I sat right by the jukebox. when you're sick, music is a great help. once, in texas, I kicked a habit on weed, a pint of paregoric and a few louis armstrong records. ..."

w.s. burroughs, 1953, junky

chopin'i aşkla sevmemizin -ve elbette ondan nefret etmemizin- nedenleri

"he was in a terrible state -that of consciousness."
martin amis, the information

gündelik yaşantımızın, hafızamızda yer etmiş geçmiş parçacıklarının; romanlardan, hikayelerden, şiirlerden hatırladığımız noktaların yekünle imtihanı malum: pek az şey hatırlıyoruz.. ve fakat, bir yandan da neyse ki, gayet yüklü hatırlıyoruz onları.. her birini.. şahane bir biçimde.. kendi kurduğumuz, kendimize malettiğimiz biçimde, çünkü.. ruhumuz nereye meylediyorsa hafızamızda ona ilişik olabilecek partiküller bir araya gelip devasa bir hissiyata tamamlanıyorlar...

hafıza, tuhaf organ.. aslında organ değil, malumunuz, tam bir eklenti, bir protez. hayatı çoğu zaman kolaylaştıran, kimi zaman zorlaştıran, rasgele kayıtları sistematikmiş gibi göstermede pek mahir, bir bilinmez kutu! düşünseniz e, hep bindiğiniz dolmuşun ücreti gibi bir bilgi var, bir de, misal, uzun zamandır uzağınızda olan birinin kasıklarına ilişkin bir his... nasıl bir arada olur bunlar? hangisi hayatı kolaylaştırır, hangisi zorlaştırır? hangisi güzelleştirir?

chopin ile deneyimimiz -pek çok başkasıyla olduğu gibi- öyle çok koşulla kuşatılmış durumda ki! müzik tarihine ilişkin genel kültürün sunduğu imgeden yorum çeşitliliğine, nerede kimden dinlediğimizden nasıl kimle dinlediğimize, gecesine, gündüzüne kadar herşey yeniden, yeniden inşa ediyor onu... bunlardan münezzeh, salt bir vals, noktürn, yahut balad dinlemek mümkün değil gibi, değil mi? kelimelerden münezzeh bir fikriyatın olmadığını, olamayacağını savunan feylezofların safına sokulmaya da direnmek lazım, öte yandan. zira, müzik var, değil mi?






sanırım müzikle ilgili temel paradoks da bu: bazen kişisel tarihimizden, hafızamızın bize sunduğu o hayli eksik oyundan bağımsız bir biçimde müziğin bize birşeyler yapması, daha derunumuza temas etmesi mümkünmüş gibi geliyor, sevgili mamacılar! bunu alkolle yahut başka bir takım sefahat nebatıyla ilişkilendirmemeli şıpınişi (işleri kolaylaştırdıklarını not edelim elbet bir kenara da)... bu kadar da basit değil, hani.

zihnimizde böyle bir kazıya girmek ne raddeye kadar mümkün, bilmiyorum. bir yandan riskli görünüyor -"evde denemeyin" denecek kadar- öte yandan "hah, zemine ulaştım, buradan itibaren tabula rasa" diyeceğimiz yerden emin olmak da imkansız. iyisi mi biz daha kierkegaardperver bir yol izleyelim, bunu sorgulamayı bırakıp inanalım: müzik belki de bize dokunuyordur! bize rağmen; tüm o ağırlığa, lahana misali hafıza katmanlarına -"katman" demek de basitleştirdi, hadi, "ne idüğü bilinmez ağlara" diyelim- rağmen. bir kısa devre marifetiyle, kendimizin dışına, belki de artık kendimiz olmayacak kadar içine; incecik, kendimiz dediğimiz şeyin geçemeyeceği denli incecik bir tünelle kısacık bir süreliğine bağlanmak gibi.

chopin'le bunun ne alakası var peki? bu fikriyat müsveddesi chopin eşliğinde (adıyla analım: alexandre tharaud'un dert görmeyesi parmaklarından waltz #7 in c sharp minor, op. 64/2; waltz #12 in f minor, op. 70/2; ve p.'nin gönderdiği muhteşem ballade #1 in g minor, op.23) zuhur etti. o kadar. o kadar da değil işte, demek ki...

a quite emotional terra-plane crash



başlıkta anılan parçalara dikiz. bu kez devletten beklemiyoruz, download linkimizi kısa bir googling marifetiyle kendimiz buluyoruz.

alibaba ve iki harami...



"yaz, yaz" dedik, yazdıramadık. n'apalım, küçük bir çapa atıp sükunet muskası yazarımızı mindere çekmek bize düştü: alibaba, iki arkadaşıyla birlikte geçen cumartesi ada'nın başkentinde the workshop nam mekanda makinelerin başındaydılar. tahmin etmek zor değil: güzel geceydi, billahi! elmanın kızarmasından da belli değil mi?



belki oradaki setleri değil ama başka setleri buradan ve bir de şuradan dinleyebilirsiniz, muhterem mamaperverler. joyce'un müthiş cümlesini ("sev beni, sev şemsiyemi") bozalım: "blogunu seviyorsun da yazarını niyçun sevmeyesin!"

itiraf ediyoruz

İki ademoğlunun birbirlerini görmeden, lakin az çok nerelerde dolaştıklarını tahminleyerek, bir "merhaba" demeden evvel şu diyalogu nakşettikleri dünyanın bir tazahürü bu blog :

O1:
"bu arada bu burial namlı orospu evladı "wounder" parçasının 3:20 sinde acayip bir hareket yapıyor, yankısız bırakıyor bir ölçülük, o denizaltı sinyal sesini. hasta ediyor beni...sonra da toparlıyor iyi mi..."

O2:
"yağmurlu havada normalinden az süratli yürürken, bu süratin verdiği ufak dikkatsizlikle, bir anda içi suyla dolu bir kaldırıma yandan basmak gibi lan orası...fışkırtıyor paçaya suyu. sonradan tüm yürüyüşten akılda sadece "o sahne" kalıyor."

Karşınızda (pardon, altınızda) bir kez daha Burial.

mind the bass!

"...
And pushing his way through the gap, vibrating in his gut, ever-present, the foundation of music, the beginning and the end-point of Jungle, there came the bass.
...
Because the bass is too dark for this, thought Saul suddenly, with shocking clarity, the bass is too dark to suffer this, the insubordinate treble, fuck the treble, fuck the ephemera, fuck the high end, fuck the flute, and as he thought this the flutelines faded in his mind, became nothing more than thin, clashing cacophonies, fuck the treble, he thought, because when you dance to Jungle what you follow is the bass...
...
It was the bass that set the agenda. It was the bass that made the song. It was the bas that united the Junglists, that cemented their community, that built a room of dancers, something far stronger than this hive mind.
...
Saul came close enough to touch.
..."
King Rat, China Mieville

köklerin olgunluğu


Doğuşu Tariq "Black Thought" Trotter tarafından 1987 yılında vuku bulan hip hop kolektifi The Roots, kuruluşundan bu yana canlı enstrümanlarla jazzy bir groove içerisinde hip hop icra etmeye ve bunu yaparken de (olabildiğince) yeraltında kalarak ana akımı da yönlendirmeye devam ediyor. Yaygın repütasyonu 2002 yılından bu yana birçok filme de ses olmuş harikulade "The Seed 2.0" parçası ile gören topluluk, 2010 yılını yavaştan kapamaya meylettiğimiz şu aylarda How I Got Over ile öncelikle Kuzey Amerika'ya ardından okyanusun öbür yanına selamı çakıyor.

Hip Hop'un son zamanlarda her duyuşta şaşırtan interdisipliner gelişimi, sadece türler arasında basit bir dirsek teması niteliğindeki enstrüman seçimleriyle ve/veya sample'larla ibaret kalmıyor kuşkusuz. The Roots'un artık iyiden iyiye olgunlaşmış, mağrur groove'u, davulun zil tınısından tutun prodüksiyonun son aşaması mastering kısmında gerçekleşen ve kaydın genel ses rengini belirleyen son ekolayzır dokunuşlarına kadar her şeye sirayet etmiş. Hani soğuk oda veya salonlardaki estetik bilgisayarlar, kablolar ve pikaplardan ziyade, baslı davullu üflemeli ahşap sıcaklığında stüdyoların kayıt odalarındaki halılara basa basa albümün kaydedildiği belli. Hüzün, o sıcak ışıklı ahşap kayıt odalarındaki halıya nasıl hip hop ile bırakılır dersini The Roots'tan alın...Evet, tabi ki seçmeli.

robot koch, the cinematic orchestra, zenzile; nihayet ulaşabildik menzile!

ada'nın bir köşesinde kızıllı kahveli kiremitlerden müteşekkil viktoryen evlerin akşamüstleri eni konu tekinsiz görüntüler veren çatılarına yabancılık çekmedik, şükür. zira, bir-iki önceki giride kanıtı mevcut, hazırlanıyorduk memlekette, naçizane. yine de mevsim normalleri ve coğrafi-demografik-urban manzara ada'dan çıkan babaların neden hep karanlık bir yan barındırdığına ilişkin hayli tatminkar telkinlerde bulunuyor.



eh, gelmişken boş durmadık, önce nicedir görüşmediğimiz dostlarımızla hasbıhali ilerlettik, kulak mamalarını değiş tokuş eyledik. henüz ada müziğine duhul edemesek de arşivlerimizin bir kıyısında unuttuğumuz şeyleri hatırlamaktan, yenilerine kıçın kıçın yer açmaktan epey hazzettik.



fransa'nın "saklı" gururu zenzile'nin 2005 yılında dünyayla paylaştığı şaheser modus vivendi, adıyla, edasıyla, sedasıyla hem politik hem estetik bir ders gibi... nasıl da unutmuşuz! sir jean'ın vokalleriyle war still a run'ı mutlaka bir yerlerden anımsayacaksınız. anımsamıyorsanız da bundan sonra unutmayacaksınız muhtemelen. loş ve yemyeşil kokan bir arka mahalle klubüne girince hemen zebda'nın yanına yanaşacak, birlikte salınmaya başlayacak, ama sükuneti ve hüznü elden bırakmayacak bir jamaika göçmeni gibi, değil mi, zenzile?

hazır manş ötesine geçmişken durmayalım, komşulardan birine uğrayalım. berlin'in tozunu attıran bir dj/producer robot koch, yine adıyla gönül telimizi titreten bir albümle karşımızda: songs for trees and cyborgs.





açılıştan itibaren bir dubstep karanlığı ve aksaklığı ile hemhal oluyoruz, nispeten net ve incelikli işlemelere maruz kalıyoruz, flying lotus'u filan anımsıyoruz kimi zaman. daha ayrıntılı tahlilleri işin erbabına bırakmayı yeğliyoruz. had-hudud mevzuu mühim, malumunuz.




tekrar ada'ya dönersek, burada da güzel haberler var: 14 kasım'da, pek kıymetlimiz, the cinematic orchestra kendilerine (barbican'dan sonra) pek yakıştığını düşündüğümüz royal albert hall'da patronu ninja tunes'un 20. yaşını kutlayacak. lou rhodes, grey reverend, heidi vogel, pc ve the 24-piece heritage orchestra'yı da misafir edecek meşkine. hayat memat mevzuu olmadıkça yoklamayı kaçırmayacağımızı düşünüyoruz. bunu bir davet olarak telakki etmeniz de mümkün, elbet. icabetin neredeyse kaçınılmaz olduğu bir davet, reddin zinhar imkansız olduğu bir teklif! belki üç sene evvel aynı mekanda yedikleri haltları gözden kulaktan geçirip hazırlanarak, ha?

ada'lardan bir hal gelir bizlere..

köksüzlüğümüzün bilmemkaçıncı ayında manş ötesine bir dal attık, sevgili mamaperverler, elbette akdeniz'e bir kısrak başı gibi uzanan yarımadamızda türlü çeşit köksap bağlantılar bırakarak: kah sanal alemdeki aidiyetlerimizle kah "flesh and blood" münasebetlerimizle. bundan böyle aylarca "üstünde güneş batmayan" olduğunu iddia etse de görünen o ki "üstünde güneş doğmayan" ülkenin türlü çeşit musıkisiyle, muhabbetiyle hemhal olacağız.






o zaman oralarla buraları beklenmedik bir eşleştirmeyle bağlayalım ve ardı ardına suzan kardeş'ten "kapıldım gidiyorum bahtımın rüzgarına" ve coldplay'den "we never change" dinleyelim. hoşçakalın ve merhabayın, bir arada.

p.s. bu arada, suzan abla'nın albümünün ismine dikiz. nasıl da uyuyor "kafamıza".

bozuk bir saat bile...

"dolunay, muazzam bir alka-seltzer tableti gibi denizin üzerinde salınıyordu."

buradan bir polisiye roman başlangıcı çıkmaz mı, muhterem mamaperverler? ilk cümlelerin gücüne inananlara sesleniyoruz elbet.

arada isabeti ve menzili tutturan bir serseri saat olarak yazıyoruz bu kez: bakalım, mümkün mü bu karmaşada.

neyse ki önümüzde örnekler var. bir türlü barışamadığımız ama kimi yerde sevmeden, dahası, saplanmadan edemediğimiz şark

yanlış bunun neresinde?

"Sundurmadaki adam, Menajer'in silahını sorgu yargıcına yönelttiğini gördü,Menajer tehditkar ve aynı zamanda şaşkın bakışlarla sorgu yargıcına doğru ilerliyordu, silahını meslektaşına yöneltmişti, pencereye ulaşmasını engellemek için sorgu yargıcının silahını Menajer'e doğru çevirirken bir yandan da "Git!" diye bağırdığını duydu, Menajer sonunda neler olduğunu anlamıştı, sorgu yargıcının sağ eline ateş edip silahını elinden düşürdü, sorgu yargıcının elinden kanlar boşandı, ve ancak şimdi, sorgu yargıcının iki büklüm olup sendelediğini gördükten sonra, ısrarla "Git!" demesinin bir numara, bir tuzak olmadığını anladı, "Git!" çığlığı gerçek bir dostluğun belirtisiydi, ve ancak şimdi sorgu yargıcının yanına koşmak ihtiyacını duydu, onu bağrına basmak, ona dostluğunu göstermek, kendisinin de ona karşı aynı duyguları beslediğini göstermek ihtiyacını duydu, pencereye doğru bir adım attı, ardından bir adım daha, Menajer pencerenin önüne gelmiş silahıyla her ikisini birden tehdit ediyor, yağmur aralıksız yağmaya devam ediyordu, sundurmada ayağı kaydı, duvara tutnmaya çalıştı ama sundurma çok kaygan olduğundan tekrar kaydı ve iç avlunun, evet, yukarıdan aşağıya ve soldan sağa sütunları olan bir bulmaca gibi siyahlı beyazlı kare çinilerle döşenmiş iç avlunun, büyük bir hızla üzerine doğru geldiğini son anda fark etti."

Andonis Samarakis, Yanlış. İletişim Yayınları, 2006

Ses getiren birkaç EP'den sonra ilk uzunçalarını bu senenin başlarında WARP etiketi ile yayınlayarak repütasyonunu iyiden iyiye artıran Gonja Sufi, kendisini ilk kez misafir ettiğimiz günden bu yana yaptığı "doğru"lara bir yenisini ekledi ve o harikulade debutun çok tehlikeli isimler tarafından remixlenmiş bir versiyonunu dolaşıma soktu. Söylenecek çok faz söz yok aslında, Gonja Sufi o debut ile size çarparak geçip gittiyse, bu The Caliph's Tea Party isimli remix albümü ile de vitesi geri alıp üzerinizden bir kere daha geçmekte hiç beis görmüyor. Ezelden beri"doğru"nun manasını "yanlış olmayan" olarak özümsemiş herkes için, bu çarpmalar, yerde sürtmeler, geri vitesle yeniden üzerinden geçmeler ne kadar "yanlış" olabilir ki?

"kendinde şey"

iyi müzik, "kendinde şey"e bakacağımız küçük yarığı, yani o yarım deliği, açmakta benzersiz katkılarda bulunabilir.





arovane geliyor, the storm'u usulca bırakıp gidiyor.

“perhaps, perhaps, perhaps”

bugün pek de iyi bilmediğimiz bir dilde yazılmış bir metni oyluyoruz. konuştuk her masada olur olmaz, yorgun düştük anlamaya çalışmaktan ve bittabi taraf olmaktan. maruz kaldığımız tuhaflığı çok kabaca şöyle örneklemek istiyorum: aynı şeyi düşünen ve aynı şeyi isteyen 3 gençten biri tüm iyimserliğiyle “evet” dedi, diğeri tüm güvensizliğiyle “hayır” dedi, beriki de tüm samimiyetiyle “boykot” dedi. referandum sorusunu nasıl sorduğumuz cevabımızı etkiliyor ama 12 eylül anayasasını istemeyişimizi değiştirmiyor. tüm bunların üstüne aklıma kurt tucholsky’nin meşhur sorusu geliyor: “hiç yarım delik olur mu?” pazar gününe yaraşır neşesiyle cake’ten geliyor cevabı: “perhaps, perhaps, perhaps”.

umutlu pazarlar!



we love ramadan'a ek...

'din'le ve aksesuarlarıyla ontolojik ilişkimizi koparalı hayli zaman geçti, tahmin edebileceğiniz üzere, pek muhterem mamacı kardeşler. ne ki, bu bir referandum kafasında işlememeli: tasavvufa gönül verdi, yahut ne bileyim, yemyeşil ekranlara ve banka hesaplarına adını yazdırdı diye iyi müzik yapan bir adamı (bir iki örnekte kalsa dahi) kökten koparamıyoruz kültür hayatımızdan. dahası, koparmıyoruz da. soframıza buyur ediyoruz, şol mübarek kadir gecesinde.






siyasi eğilimlerimizi bir kenara bırakıp burada linki verilen şarkıya bir göz atalım, 30'larına dayanmış yahut yeni başlamış insan tasarıları olarak kendimizi güfte ve bestenin, dahası istisnai düzenlemenin hoşluğuna ve ağırlığına, frankofon söyleyişle 'ambiancé'ına bırakalım, derim.

ahmet özhan'ın rotasını bu coğrafyada belli 'onyılları' harcamış olanlar bilir, yahut hatırlar ucundan kıyısından. gülşen bubikoğlulu filmlerin jönlüğünden yakasız (ve belki de dikişsiz) gömlekler ve badem bıyık kafasına geçişe eskiden olduğu kadar şaşmıyoruz artık. hem ahmet özhan bu dönüşümü muhtemelen en usturuplu yaşayan, içine dönük, sükunet sahibi, ince ruhlu bir adamcağız gibi görünmüştür hep.

yeryüzünün melankolik metaforlara alet olmaya en teşne parçacıklarını ardı ardına anan bu jeoloji hastası ruhun, panteizme meyledeceğine tek tanrılı bir dine angaje olması kayıptır kayıp olmasına ya, müzikal (ve lirik) dağarcığımıza nakşedilmiş bu tatlı ve hüzünlü şarkı belki de herşeyi affettirebilir, ha?

bin aydan hayırlı yüzbin geceden çılgın bu vakitte ezan sesini kıstırıp bunu dinleyelim ki enver ibrahim'le başladığımız ramazanı hakkıyla noktalayalım bari.

pascal'dan bir alıntıyla bitireyim (umarım bunu ahmet abi de okur): "diz çökün, inanacaksınız."