Okay Temiz yurt dışı festivallerinde çalmak için gruba bir kemancı arar.Sevda grubunun hepsi batı enstrümanları çalmaktadır,koma sesleri çalan yoktur.Bir arkadaşının vasıtasıyla Bodrum'da çalan kemancı Salih Baysal'ı bulur.
Salih Baysal tipik bir Ege köylüsüdür.Bodrum'da meyhanelerde orda burda,fasıllarda,sokaklarda çalar.Kafayı bulanlar çağırır o gecenin kaçı olursa olsun gider çalar.
Dinlediğimiz zaman Türk sanat müziği,folklor melodileri,makamlar çaldığını görürüz ama makamlar arasında şarkıların hemen her yerinde doğaçlamalar yapabilir.Aslında john Coltrane gibi Miles Davis gibi bebop gibi tınlar onun çalışı! Arşeyi kaldırmaz telden...Kendi tabiriyle 'Arkadaş ben kafayı buluyorum bu seslerle' der...
Sevda grubuyla birlikte İsveç'e giderler.Türkiye'de kemanın arşesini hiç kaldırmadan çaldığı için 'macuncu' diye alay eder müzisyenler ama Avrupa'da ayakta alkışlanır Baysal.Polonya ve Amerika'da ortak çıkan Jazz-Podium Dergisi --Down Beat gibi çok ciddi bir jazz dergisidir- Stephane Grapelli,Jean Luc Ponty,Sven Hasmusson'dan sonra Salih Baysal'ı dünyanın en iyi 4. kemancısı seçer.Karakter olarak da fizik olarak da ince,zayıf ve naif bir insandır.
"melankolinin genellikle gereğinden çok ve uygunsuz yemek içmekten ve az hareket etmekten kaynaklandığı yolundaki -klasik- görüş, galenus'ta ağır basmıştır. bunun için de, melankoli eğilimi taşıyanlara uzun bir diyet listesi sunulmuş. bunların başında mide-bağırsak bölgesinde şişkinlik, kaynama yapması olası besi maddelerinin kısıtlanması ya da büsbütün yenmemesi önerilmiştir. bu nedenle de, özellikle, kara safranın ve diğer kara beden özsularının yapımını artırması olası, koyu-kara renkli ve ekşi besi maddelerinin yenmesi ve içilmesi tavsiye edilmemiştir.
...
örneğin melankoliklere ... koyu kırmızı şarap içilmesi salık verilmez. buna karşın ... -zorunlu kalındığı durumlarda- çok su katılmış şarabın içilmesi önerilmiştir.
...
melankolik insanlara ve hastalara müzik dinletilmesi eski bir gelenektir. galenus da bunu çok önemsemiş, bu tür sorunları olanlara ısrarla müzik dinlemelerini salık vermiştir.
antikçağ kültüründe müzik eğitiminin çok özel bir yeri olmuş; müzik, dünyayı ve insanı karmaşadan ve kaostan kurtarıp evrensel harmoniyi kurabilecek tek sanat olarak tanımlanmışır. pythagoras, müziğin, astronomi, geometri, matematik, insanruhu ve evren arasındaki harmoniyi kurabileceğini savunmuştur. platon, dünya ruhunun evrensel harmoniyi içerdiğini, müziğin makrokozmos ve mikrokozmosu en güzel ve en erdemli biçimde birleştirip insanın hakikati anlamasına yardım edebileceğini düşünmüştür.
...
hüzünlü insanlara frigya melodileri, düzene pek uymayan safça insanlara dor müziği dinletilmesi öngörülmüştür. ruhsal huzursuzluk içinde olanlara iyonya tipi müzik dinletilmesi salık verilmiştir."
dr. serol teber, melankoli: normal bir anomali, say yayınları
Real Scenes: Bristol from Resident Advisor on Vimeo.
Online elektronik müzik dergisi ve etkinlik rehberi Resident Advisor bir süre önce yayınlamaya başladığı "Real Scenes" kısa belgesel serisini severek takip ediyoruz. Her bölüm, elektronik müzik dünyasında ikonik bir yere sahip ayri bir şehri incelemekte ve ilgili şehrin mevcut müzik kültürünü ve bunu yaratan etkenleri kısa bir 'kapsül belgesel' tadında soframıza mama olarak sunmaktadır. Buyrun, ilk üç bölüm olan Bristol, Detroit ve Berlin. Dördüncüyü heyecanla bekliyoruz...
21’lik Abel Tesfaye, erken akşamların nemli, melankolik, karanlık ama şehvetli kokusuna sarı ışıkla katıldı. Bir sıkımlık canı olmadığı kesin, dövüşüyor.
"kulak müziğe, gözün resme olduğundan daha uzaktır. bu nedenle o uzaklıktan yanılsamalarını besleyebilen kulağın durumu daha iyidir: kimse aynı anda on orkestrayı dinlemesini beklemez ondan."
Dub'ı çocuklarıyla buluşturma turlarından ilki Dub to Dubstep turu olarak yapılmıştı. Channel One Sound yanına RSD, Kromestar, Jazzsteppa ve The Uplifter'ı alıp gezinmişti sağda solda. Geçen mayısta ise bu sefer büyük oğlan jungledaydı sıra. Channel One Sound'a eşlik eden ise Congo Natty idi. Daha fazla uzatmanın manası yok, bu iki ismi anmak yeterli.
Aşağıda Kane FM'in bu tur sırasında hazırladığı belgesel var. Kaçırmayın ve dalın.
"...
Bu nedenle, toplu esrime olgusu, sömürgeci Avrupa aklına adım attığı zaman düşmanlık, aşağılama ve korku hisleri ile damgalandı. Grup halinde esrime “ötekilerin” –vahşilerin ya da alt-sınıftan Avrupalıların- deneyimlediği bir şeydi. Hatta kendini bırakma, grubun ritimleri ve duyguları içinde kendini yitirme kapasitesi, “vahşiliğin” ya da genel olarak ötekiliğin tanımlayıcı özelliği olarak, ölümcül bir akıl zayıflığına işaret ediyordu. Avrupalılar esrime ritüelini dehşet içinde izlediklerinden, ziyaret ettikleri (ve süreç içinde çoğu kez yok ettikleri) halklara dair, onların tanrıları ve geleneklerine, kültürleri ve dünya görüşlerine dair çok az şey öğrenmiş olmalılar. Ama kendilerine dair son derece önemli bir şey öğrendiler ya da hayal güçleri yardımıyla inşa ettiler: Batı aklının, özellikle de Batılı eril, üst-sınıf aklın özü, davulların bulaşıcı ritmine direnmesinde, dünyanın baştan çıkarıcı vahşiliğine karşı, kendini bir ego ve rasyonellik kalesinin duvarları ardına kapatabilmesinde saklıydı.
...
Britanyalı antropolog Robin Dunbar, haklı bir üne sahip kitabı Grooming, Gossip, and the Evolution of Language’ta (Tımar, Dedikodu ve Dilin Evrimi) optimal bir paleolitik grubunun 150 kişiden oluştuğunu ileri sürer. Yazar, konuşmanın –kitabın başlığındaki dedikodunun- insanları bu büyüklükte gruplar içinde bir araya getirmeye yardımcı olabileceği tahmininde bulunur. Diğer primatlar örneğindeyse karşılıklı tımarın –bir diğerinin tüylerinin arasındaki böcekleri ya da kir parçacıklarını toplamanın- aynı şeyi yaptığını öne sürer. Fakat her ne kadar kitabın başlığında görülmese de, yazar bu ilk insan gruplarını bir arada tutan şeyin dans olduğunu ileri sürer. Dunbar’a göre konuşmadaki sorun, “onun duygusal düzeyde tamamen yetersiz olmasıdır.”
Tartışma ve rasyonelleştirme yeteneği kazanmamızla birlikte, büyük grubumuzu bir arada tutacak daha primitif bir duygusal mekanizmaya ihtiyaç duyduk. Sözlü tartışmaların soğuk mantığını zararsız hale getirmek için daha derin ve duyusal bir şeye ihtiyaç vardı. Görünüşe bakılırsa, bunun için müziğe ve fiziksel dokunuşa ihtiyaç duyuyorduk.
Gerçekte, yazar dilin danslı ritüelin hizmetinde olduğunu, “onların kendiliğindenliğini biçimlendirmenin” ve onlara “metafizik ya da dinsel bir anlam” vermenin bir yolu olduğunu düşünür. Tarihöncesi resimlerde dans eden yüzlerce figürün bulunduğunu, ama hiçbir kaya çiziminde açıkça konuşma ile meşgul olan çubuk figürlerin resmedilmediğini de unutmamalı.
Dunbar, grup dansının –özellikle sıra ve halka oluşturarak yapılan grup dansının- katılımcılarını Turner’in yirminci yüzyıldaki yerli ritüellerinde karşılaştığı türden communitas’lar içinde birleştirdiğini, insan topluluklarını eşitlediğini ve birbirine bağladığını öne süren tek kişi değil. İlginçtir, Yunancada “yasa” anlamına gelen nomos sözcüğü müzik bağlamında “melodi” anlamına gelir. Dans vasıtasıyla müziğe bedensel olarak teslim olmak, toplulukla, paylaşılan mitin ya da ortak geleneğin başarabileceğinden daha derin bir şekilde birleşmek demektir. Müziğe ya da şarkı söyleyen seslere göre eşzamanlı hareket ederken, bir grubu bölebilecek ufak tefek çekişmeler ve farklılıklar, kişinin bir dansçı olarak becerisinin değerlendirildiği zararsız bir rekabete dönüştürülür ya da unutulur. “Dans”, bir nörobilimcinin ifade ettiği gibi, “grup teşekkülünün biyoteknolojisidir.”
Dolayısıyla, dans boyunca bir arada kalabilen gruplar-ve bu grupların içindeki bireyler-, daha zayıf bağlarla bir arada duran gruplar ve bireyler üzerinde evrimsel bir avantaja sahip olacaklardı: topraklarına sokulan ya da başka şekillerde kendilerini tehdit eden hayvanlar ya da düşmanlık güden insanlar karşısında daha iyi bir toplu savunma oluşturabilme avantajı. Diğer hiçbir tür bunu yapmak için kafa yormamıştı. Kuşlar öterek işaret verir; ateşböcekleri eşzamanlı olarak yanıp sönebilirler; şempanzeler bazen ortalıkta birlikte tepinir ve etolojistlerin “karnaval” diye tanımladığı şekilde kollarını sallarlar. Eğer müziği yaratıp onunla eşzamanlı hareket edebilen başka hayvanlar varsa, bu yeteneklerini insanlardan saklamakta çok başarılılar demektir. Freud’un hayal etmeyi başaramadığı türden bir sevgiye, ya da en azından, insanları iki kişiden daha büyük gruplar halinde bir arada tutan yakınlığa yatkınlığı olanlar yalnızca bizleriz.
...
Gerçekte, ritmik müzikten keyif almaya eğilimliyiz ve başkalarını dans ederken izlerken, kendimizi dansın içine atacak kadar uyarılabiliriz. Yerli ya da tutsak halkların ritüellerini gözlemleyen bazı Batılıların söylediği gibi, dans etmek bulaşıcıdır; insanlar kendi beden hareketlerini başkalarınınkilerle eşzamanlı kılmak için güçlü bir istek duyarlar. İşitsel ya da görsel olarak duyulabilen ya da kasların ritme verdiği yanıtla ilişkili içsel bir duygudan kaynaklanabilen bu uyarıcı, bir psikiyatristin araştırma özetinde söylemiş olduğu gibi, “insanlarda beynin korkteks bölgesinin kontrolündeki ritimleri çalıştırabilir ve sonunda, son derece haz verici, tarifsiz bir deneyim yaşatabilir.” "
"düş gören bir insan, düşünde bir şey yapmak ister, hareket eder, tepki gösterir, konuşur, ama eninde sonunda etkisi altına alamayacağı bir hikayenin seyrine boyun eğer. düş onun başına gelen bir şeydir. sonradan bu düşü başkasının yorumlamasını isteyebilir. ama bazen de düş gören insan kendi kendini uyandırarak gördüğü düşe son vermeye çalışır."
kadın, sarı ışıklı geniş bir caddede, heidi gibi saçlarını savurarak koştururken, arkasından “tren geliyor, kenara çekil!” diye bağıran adama güvenmeyip, önüne biraz geç -zaman algısı göreceli tabi- baktı. tren farları yüzünü ısıttığında “bu kadar mıydı?” hayal kırıklığıyla sadece derin bir nefes alabildi. ani çarpan tren, tertemiz bir beyaz yaydı gözünün önüne, bir de gerçek bir kan tadı. rüyadan uyanınca ne fenaydı. kaza olmuştu da kurtulmuştu sanki. hatta ne iyi hissetmişti yaşadığı için.
halbuki doğanın kadına kendini derhal koruması için verdiği o önsezi yeteneği, ne olur iki kere iki dört etmesin!'e de amin dedirtmişti.
"Baykuşlar tam birsessizlik içindeavlanır. Bütün vücudu yumuşak ve ince tüylerle kaplıdır. Tüyler, uçuş sırasında tabii bir susturucudur. Uçuş esnasında kanatlarının “pırpır” sesi duyulmaz. İri gözleri, başlarının yanında değil önündedir. Aşırı büyüklükteki gözleri, göz oyuğunda hareket edemez. Araba farı gibi yuvalarında sabittir. Ama baykuş boynunu 270 derecelik alan içinde rahatça çevirerek çevresini kontrol edebilir. İnsanın sadece bir ışık parıltısını fark ettiği yerde baykuş buradaki cismi bütün teferruatı ile görür. Hassas kulaklarıyla, gecenin sessizliğinde uçan pervanenin kanat sesini veya bir tohumun çiğnenişini, hatta tam sessizlikte düşen iğnenin sesini bile işitebilirler. Baykuşların ilginç özelliklerinden biri de kulaklarının perdeli oluşudur. İstedikleri zaman açar, istediklerinde kaparlar. Dinlenme halinde ve yavaş uçuşlarında kulak perdesini açar, hızlı uçuşlarında ise kaparlar."
Baykuş, tarihte akıl, bilgelik ve koruyuculuğu temsil etmiştir. Ama konumuz o değil..
güz, hayatımıza, çok önceden derinde verilmiş ama bir türlü zihinde belirmemiş bir karar gibi; sezdirmeden birikmiş, kuvvetlenmiş, ancak bu kuvvet marifetiyle, hacmi bir eşiği aşınca tebarüz eden bir his gibi, bir sıvı gibi giriverdi. hararetle, bunaltıyla gövdemizi dünyaya tüküren yataklar müşfik ve kucaklayıcı bir sığınak haline geldi.
güz, içerinindir. güz, içeridedir.
artık, iğdelerin dallarda kuruduğu, sabah fırtınalarının ve dahi gitgide koyu bir turuncuya kesen gün doğumunun geceki hissiyatı sürdürmekte direttiği terk edilmiş sayfiyelerin hayalini kurma vakti. sokakların değil, evin vakti. funk'ın değil, folk'un vakti. elbette minör akorlarla yazılmış gitar şarkılarının vakti. sabah sabah böyle şeyleri sayıklama vakti. ada'nın, ada'nın tekinsiz sükunetinin vakti. ada sakinlerinin.
ada'dan, crouch end'den bombay bicycle club, bir kez daha, bu kez flaw ile huzurlarınızda.