“Gerçi evvelce, sağlığım yerindeyken, birkaç kere ister istemez yolum düştü camiye, ve kalbimi camideki diğer insanların kalpleriyle birleştirmeye çalıştım, fakat gözlerim duvarlardaki çinilerde, nakışlardaydı, onlara bakarak tatlı hayallere daldım ve elimde olmadan, böylece bir kaçış yolu buldum kendime. Dua sırasında gözlerimi yumdum, ellerimi yüzüme kapadım, bir gece yarattım kendime, bu gecenin karanlığında, bir rüyada gibi sorumsuz, kendi duamı okudum. Fakat sözcükleri huşu içinde söylenmedi bu duanın. Çünkü ben Tanrı'yla, Yüce Varlık'la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum! Çünkü benim çok yükseğimdeydi Tanrı.
Sıcak, nemli yatağımda yatarken bütün bu sorunlar önemini kaybediyordu. Tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi tasarılarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmek istiyordum. Ölümün karşısında mezhebin, imanın, itikadın ne kadar gevşek ve çocukça olduğunu hissediyordum. Sağlığı yerinde ve mutlu olanlar için, eğlencelik şeylerdi bunlar. Ölümün ve çektiklerimin korkunç gerçeği karşısında, kıyamet günü üzerine, ruhun ahretteki mükâfatları üzerine bana telkin ettikleri şeyler, tatsız bir aldatmaca oluyordu. Bana öğrettikleri dualar, ölüm korkusu karşısında etkisizdiler.”
Venedik Taciri'nin Shylock'unun, muhattabının borcuna karşılık ya borcun 3 ay içerisinde geri ödenmesi ya da onun etinden bir parça ile borcun kapatılmasıyla müteşekkil koşulunda tanrısal bir tutum mu vardır? Jocelyn Pook imzalı film müziklerini dinlerken sorduğumuz suallerden biri de bu. Var oluşun kendisini bir "emanet problematiği" olarak görmeye iten müzikler de var desek, çok da abartmış olmayız sanırız. Nihayetinde burası Kulak Maması değil mi?
Emanet edilenin, borç verilenin, vadesi geldiğinde ne şekilde "ödeneceği" konusu olarak bakılabilir mi bir takım şeylere?
Affınıza sığınarak, meramı netleştiriyoruz: "Deha" addettiklerimizin bıraktığı satırların ne kadar "ileri görüşlü" şeyler olduğunu kabul ediyoruz da bu "ileri görüşlülükteki" zaman (ve hatta mekan) kavramını tamamıyla yok eden eserlerin arkasındakilere ne diyeceğiz o zaman, üstad-ı muazzam mı? Bırakalım şu yalayıcılığı, doğru.
Shakespeare'in asıl müjdesi, ne olursa olsun, 500 yıldır o mahkemede yere kapanarak "içe dönen" Shylock'un hissetiklerini hissedeceğimiz idi değil mi? Bekleyen asıl trajedi bu değil mi? Söyleyiniz.
Bazı zamanlar ayak üstü atıştırılan şeyler, ağdalı sofralardaki uzun oturuşlardan daha ala. Bazı zamanlar sokaktaki kulaklıklar evdeki ağır hoparlörlerden daha ala. Bazı zamanlar kan 36 dereceden biraz daha sıcak. Farz-ı muhal, Make Me Bad'in ana riff'i, Y'All Want A Single'ın sonlarına doğru sadece tek bir kere aksayarak "aksamayan" ölçü, Did My Time nakaratı veya Somebody Someone'ın gizli öznesini oluşturan tuşlu melodisi gibi zamanlar.
"Delueze ile Guattari deliliğe sempatiyle yaklaşırlar, Karşı Oidipus’ta modern yaşamda us ile dürtü arasında bir türlü bağdaşmayan bir ilişki olduğu saptamasında bulunurlar: Modern dünyada içtenlik insandan büyük ölçüde koparılmaktadır. Lacan’ın merkezinden edilmiş özne düşüncesini kendilerine temel alan düşünürler, bu bağlamda Lacan’ dan bir adım öteye giderek,şizofrenin kişisel ve toplumsal deneyim arasında hiçbir ayrım gözetmediğini dile getirirler. Kişisel dışavurumlar pekala başlı başına birer siyasal anlatımdır. Şizofren için sözcük ile şey, söylemek ile yapmak bir ve aynı şeydir. Sözcük ile eylem, istek ile eylem arasındaki ilişki doğrudan ve dolaysız bir ilişkidir. Bir anlamda Deleuze ile Guattari “bir şizofreni siyaseti” geliştirmişlerdir.
...Şizofren, kendisini "özgür, sorumsuz, yalnız ama neşeli" bir insan olarak yeniden üretir; hiç kimseden izin istemeden dilediğini söyleyebilir, istediğini yapabilir. Arzu hiçbir şeyden yoksun değildir; bütün engellerin ve kurallar düzeninin üstesinden gelen bir akıştır. Arzu, bundan dolayı her ne olursa olsun asla bir ego olarak tasarlanamaz. Şizofren, deli olma korkusuna bütünüyle son vermiş kimsedir."
Bir süredir İnternet ortamlarına "sızdırdığı" işlerle takibimize muhattap olan Ventochild, işi video-art denen tuhaflıklara da taşıyarak iyice mama kıvamına geliyor. Formül bu sefer tersten işliyor: Tırstıkça dinliyoruz.
Beşerin, kurtulmak adına etrafını olabildiğince sterilize etmesinde ve tabi ki bu sterilizasyonun kokusu içerisinde sadece psikoloji ve tıp eğitimi almış kişilere bahşedilmiş soğuk bir estetik var gibi.
Scorsese'nin "Bringing Out The Dead"inde, yıkımdan az evvelki "kurtuluş" bu sefer bir ambulans şoförüne de (kelimenin her anlamıyla) parlamamış mıydı? Peki, Andy Rene'nin After Laughter (Comes Tears)'ı bu toplamaya dühul edilmemiş ama hissiyatı ile onu özlemiş bir parça değil miydi? Oldukça.
"bütün gazeteler ikinci ve üçüncü ve hatta ekispires baskı yaptılar o gün
baktım
batıdan doğmamıştı güneş
baktım
yerliyerindeydi dağlar
caddeler bildiğim caddelerdi
arabalar bildiğim arabalar
bir o yandan bu yana
bir bu yandan o yana
tüketen kaldırımlar
dedim
ne var dedim n'olmuş dedim karadeniz mi taşmış
sakarya mı kopmuş ortayerinden
hayır dediler
erciyes mi püskürmüş ege mi donmuş
gül mü açmış tuzgölü'nün tuzunda
kavakta nar mı bitmiş
meyvadan mı iğilmiş ankara'nın selvileri
dile mi gelmiş kerpiç
mezarlar mı örgütlenmiş
hayır dediler
baktım
oğlan kızı takıvermiş gidiyordu koluna
vatan ne ki
sınıf ne ki
kurtuluş ne ki?
bir yeşil yanıyordu bir kırmızı lambalar
sanki sudan geçiriyordu sürüsünü bir çoban
herkes en önemli noktasına birşeyler iliştirmişti
kadınların en ilginç yerleri yine hep oralarıydı
yine hep oralarındaydı erkeklerin aklı fikri
kuyruklu yıldız da geçmemişti üstelik
katır da doğurmamıştı
ejderha da görülmemişti dikmen tepelerinde
çankaya sırtlarında evran da
ama işte nedense
bütün gazeteler ikinci ve üçüncü ve hatta ekispires baskı yapmışlardı o gün
ve daha mektep yüzü görmemişler bile
ceplerinde ekmek ve sigara parası bulunmayanlar bile
havada kapıyorlardı bütün gazeteleri
..." laleler, hasan hüseyin
getiriyor müzik, alıntılar kayıp edilen bağım anısı ile kötü uyku. incelik bir buket çiçek fotoğraf mı resim mi? podyum, zizek buzdolabı bir oda bir salon ilaçlar ve bir bardak krizi hep ama hep apartman karanlığına bakıyor. Doğalgaza saklanmış mektup, lanet olsun.
Paris'li ikili Mi And L'au, yeni seneye yeni albümle girdiler. Bilhassa açılıştaki Territory Is An Animal ile her paragraf "anlama geliyor". Denemesi sizden.
Her sene-i devriyenin başı ve sonunda, devrilenin en iyileri (yahut şöyle diyelim olmazsa olmazları) olmazsa olmaz yetkinlikte otoriteler tarafından belirlenir de albüm satışlarından sabah kahvaltılarının muhteviyatlarına kadar her bir şey etkilenir ya, işte yeni girilen yılın da en iyilerini kulak maması daha yılın ilk ayından neşrediyor. Hodri meydan.
Adrian Younge, her sene-i devriyenin belki de sandığımızdan daha fazla şey ihtiva ettiğini fısıldıyor. Abartmayalım peki de, o zaman albümdeki Turn Down the Sound, It's Me (Rebecca Jordan ile birlikte), Midnight Blue, Reverie ve Mourning Melodies in Rhapsody gibi işleri nereye koyacağız? Hodri meydan?
Michel Foucault ile yapılan bir mülakatta, neden Marx'ı bir süre evveline nazaran daha az referansladığı sorulur. Cevap, fizikle uğraşan birinin Newton veya Einstein'dan nereye kadar referans alabileceğinin ve alsa bile bunun onu ne kadar ileri götürebileceğinin muğlak olduğudur.
1960'lı yılların sonlarından 80'li yılların başlarına kadar olan dönemde doğmuş ve etrafın sosyo-kültürel etkilerine maruz kalacak kadar yaşayabilmiş X jenerasyonunun ekseriyetini öyle ya da böyle etkileyen Depeche Mode, kimi neye maruz bıraktıysa yanına kar kalan gruplardan biri. Maruziyetin derecesi bu denli büyüdükçe grubun büyüklüğünün, kariyerinde saptığı dönemeçlerin, hınca hınç stadyum konserlerinin, sayısız "hit"lerin,vs hiç önemi kalmıyor. Baker'in dediği gibi müzik her zamanki tekilliğini koruyarak sadece, iki kulağa akıttığı maruziyetle yetiniyor.
2000'lerin başlarında, sabahın ilk ışıkları ile masa ahşabı ve saman kağıdı kokan o odadan çıkıp ellerindeki kupalara yarı kahve yarı kanyak koyarak sokaklarda yürüyen o iki arkadaş için maruziyet ve "mühür", devam ediyor. Sadece kendileri yok artık.
Daha evvel, üzerine kelimenin her anlamıyla "hafifçe" eğildiğimiz düalite mevzusunun asıl tezahürü "içerde" gerçekleşen. Bunu sanırız basit bir kararsızlık hali gibi algılamaktan ziyade, farkında olmasalar da birbirleriyle bütünleşik ve gayet aleni bir kavga içerisinde olan iki hale yormak mümkün. Her iki tavırdan birinin diğeri ile çatışmaktan çok ezişmeye (gerilime) düştüğü anlarda, tanımı kendinden menkul akıl sağlığının korunması da sağdan soldan gelen harici gazellere kalıyor kuşkusuz.
Bu tuhaf girizgahın ardından gelişme kısmını sonra bırakarak doğrudan doğruya sonuç kısmına geliyoruz. Ve postmodern roman ve denemelerinden çok "Aristos" monoloğu ile (Mitos Yayınları, 1997 - Ayrıntı Yayınları, 2001) bizi vuran John Fowles'a kulak veriyoruz.
Adet olduğu üzere yaptığımız betimleme şudur: 'Beynimde olup biten bu rahatsızlığın bilincindeyim.' Ancak şöyle demek daha doğru olur: 'Bu rahatsızlık rahatsız etti ve rahatsızlık, rahatsızlığın yansıtıcısının, yani bu ifadeyi bildiren kişinin, içinde varolduğu özel deneyim alanında cereyan etti.' Böylelikle, 'Ben' sadece elverişli bir coğrafi betimlemedir; mutlak bir varlık değil.
Son zamanlarda biraz fazla tezahürat aldığına kanaat getirmeye başladığımız Nicolas Jaar'ın, Dave Harrington ile birlikte kotardığı kısaçalar DARKSIDE'daki üç iyi parçadan biri bana, biri size, biri de o düalitenin mutlak bir varlığı ifade etmeyen aktarıcısına düşmüş. Kerevete çıkacak kimse kalmamış.
"Her emir, onu yerine getirmek zorunda olan insanda acı veren bir sızı* bırakır.
*Bu sözcük, Almanca metinde diken anlamına gelen Stachel; İngilizce metinde arı sokması, diken yarası, sızı anlamlarını taşıyan Sting olarak geçmektedir. Bu sözcükle kastedilen, her emirin bir diken kadar somut ve bedene dışarıdan sokulan yabancı bir niteliği olduğu, bundan kurtulmanın tek yolunun dikeni bir başkasına batırmak olduğudur. Ancak emrin alınıp verilmesi batan bir dikenin çıkarılıp başkasına batırılması kadar mekanik bir işlem değildir. Emri verenin iktidarı hep emirle büyür. Böylelikle "diken" bizleri küçük yaşlardan itibaren aldığımız emirlerden kurtulmak için sürekli bir iktidar büyütme süreci içine sokan daha içsel bir iz de bırakır. Emri alandaki bu soyut izin ifadesi olan duygunun Türkçe'deki en yakın karşılığı ise sızıdır. Yazarın emir alıp vermenin mekanik bir işlemden ibaret olmayıp insanlarda kalıcı ve sürekli bir iktidar üretme mekanizması oluşturduğu savını vurgulayabilmek için çeviride sızı sözcüğü kullanıldı. (ç.n) "
N.A. Nekrasov imzalı fakat karşısınıza sadece Yeraltından Notlar'ın ikinci bölümünün açılışında çıkacak bir şiir. Alıntıya kimi "tag"lemek lazım şimdi?
Yıllar evvel, bir ibadethanenin altındaki kitaphaneye iki kişi girer. Birbirlerini pek tanımasalar da önemsemez, raflara sessizce bakarlar. Arada biri dönüp diğerine çok kısaca birkaç sessiz laf eder, sonra kaldıkları yerden geçici bir merakla çoğu beş par etmez kitaplara bakmaya devam ederler. Dışardan bakan, vakit öldürüyorlar zanneder sadece. Birden içlerinden biri, dizi hizasındaki bir raftaki kitap ile irkilir. "Tüm Ebeveynler İçin Çocuk Sevme Rehberi" yazar kitabın kapağında.
Kulak Maması imzalı fakat karşınıza herhangi bir sahafta çıkabilir. Tabi ki alıntılayabilirsiniz.
Halen saykadelya ile haşır neşir olan yetişkinlere bir Timothy Leary edası ile naklettiğimiz şu aptal enstantaneden sonra MGMT'ye bağlanalım. Orada da kalalım. Bir başka taksi gelene kadar.
Tavan arasına çıkmak için sandık odasındaki merdivenleri tırmanmak gerekiyordu. Merdivenin tepesinde de bir kapak vardı. Bir gün, gene sandık odasına girmiştim, tam merdivenleri çıkarken baktım tepedeki kapak açık. Yukardan hafif, tatlı bir şarkı mırıltısı geliyor. Tıpkı küçük kızların bir başlarına oyun oynarken kendi kendilerine mırıldanmaları gibi... Hemen dönecektim ama şarkı birden kesildi. Y ukarıdaki ses:
«Catherine sen misin?» diye sordu.
«Hayır, benim... Collin,» diye karşılık verdim ve başımı uzattım.
Dolly'nin kar topağı yüzü hiç değişmedi. İlk kez erimemiş, olduğu gibi kalmıştı.»
«Demek buradan giriyordun. Biz de bir türlü anlayamamıştık.»
Sesi, incecik bir kâğıt gibi hafif, yumuşaktı. Melek gibi gözleri vardı. Işıl ışıl yanan, duru göz lerdi bunlar. Saydam nane peltesi gibi parlak yeşil renkteydi. Tavan arasının alaca karanlığında, gözleri, çekingen bir bakışla beni dost bildiğini anlatıyordu.
«Demek buraya, tavan arasına, gelip oynuyorsun? Verena'ya bir başına sıkılacağını söylemiştim.»
Eğilip koca bir fıçının içine baktı.
Truman Capote, Çimen Türküsü
Etiyopya orijinini Toronto'ya taşımış ve kuzeyin şevkatli ve soğuk kollarına sığınan bir başkası olmuş Abel Tesfaye, The Weeknd rumuzu ile aynı sene içerisinde üçüncü uzun çalarını kara gömmüş. Michael Jackson'a çakılan en estetik selamlardan biri ile açılan albüm, nefaseti ile bizi "donuk" bırakan güzellik Montreal ile devam eder ve nihayetinde Next'in sonundaki dehşet solo ile biter. Sadece bu üç parça bile albüm ile oradan oraya "aktarmalı" olarak seyahate yeter. Gideceğiniz yer neresi olursa olsun.
"Her günkü gibi bir gün, sokak, ağaçlar, arabalar, büfe, çiçekçi, kuşçu (egzotik kuşlar), bahar olmalı, mavimsi, berrak, metro yolundaki işyerlerinin önü kalabalık, öğlen olmalı.
Orada, kendisiyle birlikte zangırdayan dünyanın merkezinde duruyor, titriyor, kuyruğu bacaklarının arasında, benzersiz, eşsiz, tek başına. Diğerlerinin iki, onun dört ayaklı olması değil bunun nedeni, kuyruğu da değil; korkusunun, kederinin, ümidinin benzersizliği…
Yaşlı, tasması iyi deriden, kanepede yatmasına göz yumuluyor, şakacıktan azarlanıyor, hardal rengi tüyleri yıkanıyor, silkiniverince evdekiler bağrışıyor. Sonra ne oldu Kocaoğlan, ne oldu? Doğacak bebek, yeni ev, evlenme, boşanma, ekonomik kriz?
Galiba, arabayla getirip bıraktılar: bankanın bekçisi.
Okşuyorum, konuşuyorum, bana izin veriyor, anlıyor ama kafası yatmıyor.
Şok geçiriyor, buraya getirin, biz gelemiyoruz: zengin mahallesi veterinerinin ölçülü biçili sesi…
Verdiğim suyu içmeye çalışıyor, sonra vazgeçiyor.
Saatler zangır zangır ilerliyor, birileri onu götürmek, bakmak istiyor. Tatlı bir kadın, orta yaşlarda, yakındaki bir evden, bahçeden söz ediyor: Hadi şanslısın, kulüben de olacak, sana arkadaş bile var…
Direniyor, terk edildiğine inanmıyor, hafif bir baş hareketiyle, neredeyse şefkatle, kadının zinciri takmasına engel oluyor, arabaları izliyor, ümitle bekliyor, kadının her hamlesinde kibarca başını yana çekiyor, titreyerek birkaç geri adım atıyor, kimseyi incitmek niyetinde değil, yalnızca gitmek istemiyor. Onu almaya geldiklerinde burada olmalı, bunu akıl edemediğimize şaşıyor.
Sonunda güçten düştüğünden belki, boyun eğdi, tatlı kadının ardından gitti, teselli edilemeyecek ölçüde kederli ki kuyruğundan belli, beynimde bir klik sesi, peltemsi gün donup kalıyor ve sarardıkça sararıyor eski bir fotoğraf gibi. ..
Ertesi gece, köprünün altında yatıyor, taa uzaktan seçiyorum onu, orada olacağını biliyorum, şaşırmıyor. Başını zorlukla tutuyor, gözleri kayıyor.
Sahibin seni bulabilsin diye bahçeli evden, o iyi kadından mı kaçtın Kocaoğlan? Ah Kocaoğlan…
Seni veterinere götüremem ama gidip camlarını kırabilirim: madeni masa, serum hortumu, çiğ ışık, yabancı koku, nöbetçi veterinerin lastik eldivenleri…
Yoldan geçen siyah cipe bakıyor, gözünün feriyle birlikte son ümit de sönüyor. Bahçe, kulübe, mama tabağı istemiyor, bir köpeğin benzersiz seçimiyle, bir köpeğin benzersiz kederiyle ölüyor. Bunu anlayabilmem için bazı kelimeler gerek bana, ama bulamayacağım; çok önceden biliyorum olmadıklarını…
Bir zamanlar yazı çizi işlerine merak sarmıştım, tabii daha ilk günlerde fark ettim faciayı, bir yabancıydık ki dünyaya, hani boşuna uzaylı falan arama! Çağın henüz patlamamış en büyük skandalı! Allahım ne hazin, ne ümitsiz çabaydı o! İnsanların önünde kurşuna dizildiği duvarın dehşeti , kuruyan nehrin kederi, havai fişek yangınında martı ölümü, yaşlı ağacın hayat bilgisi, kuşların uçabilmekten duyduğu haz, güneş açıverince duyduğumuz nedensiz sevinç ki, bizi birazcık dünyaya yakıştıran… Evdekiler baktılar sararıp soluyorum, bir tanıdıkların dağ evine yolladılardı beni, filmlerdeki gibi. Karlara bakarken, bakarken anladım, o ciğer yoktu bizde, dünyanın nefesini soluyacak, vah!
Şimdi anımsamıyorum ama ertesi sabah olacakları düşünmüşümdür: köprü çıkışındaki binanın bekçisi, sabaha karşı çöp kamyonu alıp götürdü, galiba ölmemişti daha, bir sigara yakıyor, siz de alır mısınız, hafifçe asılarak…
Belki, m olmalı, a olmalı, u, h olmalı, hepsi birden fazla olmalı, uzun uzun ulur gibi, bir köpeğin ciğerinden kopmalı, dişlerin arasından salyayla karışıp çıkmalı, yere akmalı, dört ayak üzerinde durmalı…