ulrike haage

nick ve mark

nick cave, malum, kötü tohumlarla birlikte, dig lazarus dig adlı bir albüm yaptı yakınlarda.. son zamanlarda durulduğuna inandığımız emekli serseri, ihtiyar punk, yine sallıyor, yuvarlıyor. bir yandan da acayip bir hikayenin, tam bir şehir hikayesinin içinde dolanıp duruyor.


dig-lazarus


sapkın bir sükunet ve hüzünle sevdiği kadının başını ezme arzusunu hikaye ettiği, cinayeti normalleştiren, gündelik olan içine davet eden o meşhur albümün tadı ağzımızdan hiç gitmediydi; ama sonraki depresifliğinden de müteşekki değildik.

nick cave mani ile depresyon arasında salınıp duran, şımarık ve gösterişli, frapan bir şair.. karşısında bugün yürürken aklıma düşüveren -yaşı benzemesin- mark sandman var: morphine'in müzmin depresif kurucusu, 99'da aramızdan ayrılmıştı.

morphine20-20cure20for20pain


cure for pain'in en bilindik parçalarından candy'de nick cave'in sevgiliyi öldürme meylini ters köşeye yatırıyor: sevgilinin zaten ölü olduğunu, hatta onu da kumun altındaki aleme davet ettiğini hayli sakin bir biçimde mırıldanıyor. "Candy asked me if she died if I could go on / Of course I said I couldn't and of course we knew that's wrong". unutulur yanı var mı bu sözlerin, ha?
hayvanlar alemi, tanıdığım iki tanesi sükut müptelası dört arkadaşın tuhaf rüyalarından oluşuyor.

gonca bıyıka

mi nina lola, "mi ninya lola" diye okunuyor. n'nin üzerinde bir tilda işareti (~) var, çünkü... ne demek peki? bilmiyorum. internetten bakasım da yok açıkçası.. isteyen baksın. mallorka'dan seslenen "çukulata renkli" bu müthiş kadın "kadife" sesiyle ne söylese dinlenir. anlam peşinde koşacak değiliz.


concha-buika-lola-cover


"ruhumuzun mührünü kıran kadınlar" serisine mi dönüştürsek yahu şu "yıkıcılıkta sınır tanımayan kadınlar" serimizin adını?

peyk

peyk, 'uydu' demekmiş. peki neyin uydusu? ilk şarkıdan itibaren vokalde bono havası seziliyor, değil mi? ama o riyakar pezewengle alakaları yok peykçilerin. uzun zamandır hafif ateşte piştiği belli, helmelenmiş, yoğun, oturmuş bir karakter var sözlerde, müziklerde.. bir buçuk iki senedir ara ara dinliyorum (ki bu, albümün benim bünyem tarafından 'iyi albüm' kategorisine yerleştirilmiş olduğu anlamına geliyor), seviyorum billahi..


270155_2



"ben bu aşkın ızdırabını..." küfründen tutun, "düşünme, kaybolursun" nasihatine dek; bunalımının lüzumundan fazla uzun sürdüğünü düşünsek de bir biçimde hayranlık duyduğumuz, uzaktan uzaktan sevdiğimiz bir arkadaş gibi, peyk.

müslüm'ün halleri

şimdi müslüm gürses tartışmasına herhangi bir yakadan dahil olacak değilim. pragmatik bakacağım biraz, her iki durumdan kazancımıza işaret edip geçeceğim. çünkü söylenenlerin her birinde hakkaniyet payı var: "asıl müslüm bu değil; eskiden geniş kitlelerce hazmedilmesi mümkün olmayan halidir" argümanı - essentialist ve kısmen muhafazakar olmasını bir yana bırakırsak- yüz yüze olduğumuz müslüm gürses'in "Müslüm" fikriyle mesafesini işaret ettiğinden işlevsel addedilebilir. hem kılığından kıyafetinden başka zamanların çocuğu olduğu gerçeği şapır şapır damlayan karakterlerin "baba ne süper adam yea" yollu yaklaşımlarını da savuşturma şansı veriyor. öte yandan, fena mı oldu yani? müslüm istanbul'un bir yakasının karanlık köşelerindeki kanlı ayinlerden karşı tarafa, rumelihisarı'na, babylon dolaylarına, ancak başkalarının pop şarkıları marifetiyle ışınlanabiliyorsa, buradan sanat sosyolojisi dersi çıkar; bu biiiir.. kimi tıfılların şarkılarını kendilerinden çok daha iyi okudu kimi örneklerde; bu da kültür hayatımıza bir katkıdır; bu ikiiii.. murathan mungan-müslüm gürses buluşmasını da mümkün kılan bu koşullar, her iki figürün popüler kültür haritasındaki müthiş konumlarını daha net tespit etmemizi de sağladı; bu üüüüç... tüm bunlardan sonra, aslında belki de en önemlisi, müslüm'ün ne'liği sorusuna daha sarih yaklaşımlar sergilememiz mümkün; tam da bu manevra, slalom, yerdeğiştirme, takiyye, işte ne derseniz o, gerçekleştikten sonra; tam da bunun gerçekleşmesi sayesinde.

mc3bcslc3bcmgc3bcrsessandc4b1k


bakınız bana bunları ne söyletiyor: üstad yeni bir albüm çıkardı, biliyorsunuzdur. sandık adlı albümde formül şaşmamış. sözgelimi, kenan doğulu'dan ziyade büyük biraderi ozan doğulu'nun kaktırmasıyla, ancak jazzy versiyonuyla dinlenir hale gelen "tutamıyorum zamanı", müslüm'ün elinde müthiş bir şeye dönüşmüş. sezen aksu'nun "vazgeçtim"i zaten kıyıcıdır, burada da biraz daha ağırbaşlılıkla, sıkıcılığın sınırına dek gelen ve o hatta cambazlık yapan bir hal almış. ama asıl geleceğim nokta, müslüm'ün iki hali ve bu iki hal arasındaki farkın bende bıraktığı saygı hissi: üstad kendi şarkılarından "itirazım var"ın iki versiyonunu albüme yerleştirmiş. lütfedip dinleyiniz: ceza ile düet (!) halinde olduğu versiyonla solo takıldığı arasındaki okuma tarzlarına, farklılıklara, ruh ayrılığına kulak kesiliniz! nasıl bir hoşgörünün, adaptasyonun, tevazuun sahne almakta olduğunu görünüz.

bu durumu tespit eden ve benim de idrak etmemi sağlayan ş.d.'ye de buradan sevgi, selam..

alif tree'nin mutfağından..

işte mutfağında yemek öncesi şarabı içen bir abimiz: alexandre alif, fransız mutfağı konseptiyle akşamüstlerine küçük müdahalelerde bulunmaya azmetmiş.

alif-tree


ilk dinleyişte "yani..." hissiyle "iyi kotarılmış bir downtempo, ama daha fazlası değil" fikrine varmanız işten değil. hakikatten de sofistike ve serin halini tam da karmaşadan kaçınmasından almış, evcil bir hali var albümün. hayli tanıdık ezgilerin kesilip yapıştırıldığı, rahatsız etmeyecek küçük müdahalelerle dönüştürüldüğü açılış, iyi güzel.. ama hikaye yalnızca modern döşenmiş bir mutfakta geçmiyor. kimi zaman altyapıdan ötürü portisheadvari bir karanlığa, apartman boşluğuna bakan kasvetli odalara girip çıkıyoruz, kimi zaman ise daha güncel ve önemli bir referans kulaklarımızı okşayıp geçiyor: burial'ın mevzuya yaklaşımının kokusunu alabiliyoruz. burial, bilgisayar oyunlarına yatırdığı zaman sermayesiyle bunalımından harikalar yaratmış bir ergense, alif tree de ondan bir beş yaş büyük ağabeyi: daha sosyal, gezmiş görmüş, kadınlarla arası iyi, iyi para kazanan bir sonradan olma parisli.. "les 4 vents", bana böyle bir karakter ilham ediyor.

pek kıymetli sputnik'in yere göre sığdıramadığı french touch'un rafine örneklerinden biri ile karşı karşıyayız. alif tree: french cuisine

individual üzerine çeşitlemeler ve björk'ün death yorumu

doğmamakta ısrar eden günün köründe, çamur içindeki paçalarıyla sümerbank mamülü gri pantolonlarımızla, ve pek tabii ki o pantolonların kritik bir yerinde barındırdığımız bezlerin etkisiyle coşmuş hormonlarımızla okula giden otobüste karamsarlaşan zamanlar.. metal, ama özellikle death metal beni hep o zamanlara çağırıyor.. bir çok okurumuz hak verecektir: death'in yeri ayrı.. ritmik ve melodik yapısıyla, inceliğiyle.. ne bileyim, ayrı işte. nasıl bir albüm ismidir yahu o: individual thought patterns!

'individual' kelimesi, bireysel diye çevrildiğinden midir, özel, öznel, 'personal' olana işaret etse de aslında daha ontolojik bir anlamı var: individum, çaktınız köfteyi, bölünemeyen anlamına geliyor. taa antik yunan atomcularından, herhalde demokritos'tan, yahut empedokles'ten beridir -zaman ne çabuk geçiyor: 2500 yıl göz açıp kapayana dek geçmiş- "bölelim, bölelim ama, sonunda daha fazla bölünemeyecek bir yapıtaşına ulaşacaz s.ke s.ke" fikri yaygın. eh, bu atomculuğu alır topluma uygularsanız da karşınıza atom yerine birey çıkıyor, nedense.. bence bir kaç adım daha atılabilir. aynı bireyin (yani aynı birey sanılan fikirler ve hissiyatlar toplaşmasının) aslında bölünebildiğini kabul etmek lazım artık. yani, atomcuları heraklitos'la paslaştıracağız bu dar alanda kaçınılmaz olarak..

içinde birden fazla divide barındırdığına emin olduğumuz bir tuhaf kadının, muhtemelen death'ten ilhamla nakşettiği bir parçayı görüşlerinize sunmaktı aslında amacım: nerelerden dolaştım gereksizcesine, değil mi?

nattura3001


björk'den geliyor: nattura.

bjork_nattura_lewis_org_5516361

(björk yengenin natural bir pozunu koymasam çatlardım -"björk yenge" mevzuunu bilahare aktaracağım)

bjork-thom-yorke1

arkadaki inlemeler de başka bir kıymetli şizo olan thom yorke'dan. şimdi, sizce bu bireyler bölünemez mi? kendiliğinden çok parçalılar zaten bence!

Kimin kellesi hangi koltukta lan?

death_individual_thought_patterns_front1
"Do you feel what I feel, see what I see, hear what I hear
There is a line you must draw between your dream world and reality
Do you live my life or share the breath I breathe
Lies feed your judgment of others
Behold how the blind lead each other."


Individual Thought Patterns (1993 , 2009)

kültür pazarı (adorno ve horkheimer değil, radyodtü)

e.'nin çellist arkadaşı n., brahms'ın piyano viyolonsel sonatının yalnızca ilk bölümünü sevdiğimi söylediğimde hakaretamiz davranmıştı: "onu sevmek kolay; herkes sever oryantal ezgileri!"

bu blogu takip edenler biliyorlar, hakikatten doğu ezgilerinden kimilerine karşı zaafım var. brahms'ınki pek de doğu ezgisi sayılmaz a; olsun..

e. ve n.'nin geçen aralık sonunda verdikleri konserde icra ettikleri bir parçaya daha vuruldum: barselonalı gaspar cassado'nun requiebros'una. bu defa neyse ki n. pek sesini çıkarmadı.

cassado2

munis görünümlü bu çellist, 1900'den bir kaç yıl önce doğup, 1966'da göçmüş. görünüşüne bakmamalı: requiebros'dan anlaşılan o ki tutkulu, neşeli, kimi zaman şımarık bir adam. şımarıktan kastım çok kötü bir şey de değil aslında: hani şu gerine gerine yürüme vardır ya, vücudun üst kısmı geride, burun havada, bacaklar gerilmiş.. öyle bir şey.. 'asil' sıfatını sevmem ama, asaletle derin hissiyatı tuhaf bir oranda karmış bir adamla karşı karşıyayız.

ispanyol müziği deyince kulağımıza ilk çalınan tonların üzerine inşa edilmiş bir parça bu.. dinliyorum bir yandan yazarken; parça eni konu iyi: şu rubatolara, nüanslara bakınız!

trt'deki yahut radyodtü'deki pazar programlarına mı benzedi be yoksa? şu seslerinden memur ve chp'li oldukları anlaşılan adamların ve kadınların selis türkçeleriyle klasik batı müziğini açıkladıkları programlara mı? amman tanrı esirgesin!

waltz with bashir ve natacha atlas

"nasıl bir araya gelecek bu ikisi" diyecek misiniz? coğrafi yakınlık diyelim.. biraz evvel waltz with bashir'i izledim. 1982 lübnan savaşının sonunda israil savunma kuvvetlerinin lübnanlı hristiyan falanjistleri sabra ve şatila'daki mülteci kamplarına alıp korunmasız filistinli mültecileri öldürmelerini izlemeleri konu ediliyor, inanır mısınız?

WWB Poster intl.indd

hafızadaki boşlukların ağır ağır dolması üzerinden giden bir kurgu... peki, hafıza yerine geldi de ne oldu? unutsan da adamlar hatırlatıyor bir kaç senede bir, düzenli olarak.. ariel şaron o zaman ordunun başındaymış... tabi bu işler şimon peres'e hafiften kükreyip kitlelerin gönlünü soğutmakla olmuyor. hemen militer aygıt açıklamasını yapıveriyor: "tabii ki silah almayı sürdüreceğiz!"

514jjdqu2el_ss500_

neyse, ortadoğu'da güzel şeyler de oluyor: natacha atlas'ın babası filistinli-arap, dedesi sefarad yahudisi; kendisi müslüman. müziği ise tanıma etikete gelecek türden değil. son albümüne kulak vermekte fayda var: ana hina.

mesafe, berzah, vs.

mesafe fikrinin belirleyici olduğunu düşünürüm oldum olası.. izlediğim filmlerde karakterlerin yahut mekanın inşasında, kamera hareketlerinde, seste; dinlediğim şarkılardaki samimiyette yahut soğuklukta, okuduğum metinlerde tuhaf bir mesafe barometresi işler durur. kimi zaman kendini geri çeken, direnen, bir türlü yanaş(tır)mayanları hoşuma gider, takdirimi kazanır. kimi zaman da nüfuz etmesini isterim okuduğum, dinlediğim, gördüğüm şeyin: müdahale beklerim..

çevremdeki kişiler için de aynı aslına bakarsanız: kimi zaman aşılmayacak mesafe yoktur da kimilerinin de az ötede kalması en hayırlısıdır.

müzisyen, sinemacı, ressam, her kimse işte karşımdaki, kimi zaman yaptığı işte kendine karşı mesafesini de hayli açıkça ortaya kor. bugün iki kadının albümlerine referans verip geçeceğim: intro'dan ileri gidesim yok.


517xzkvyjnl_ss500_


istek ve öneri kutumuzdan son çıkan albüm kate nash'in made of bricks adlı işi. açılıştan itibaren yakından çok yakına salınan bir berzah üzre ilerliyoruz.. "play"deki yakınlığı zaten hoparlörlerdeki patlamalardan sezebiliyoruz. oynamak istediğini bu kadar açık, ama tatlı bir şımarıklıkla ifade eden başka kim var? başka bir şarkıda "why you bein' a dickhead for?" diye her kime soruyorsa, belli ki sorarken burunları birbirine dokunuyor. pek çok şarkıda sözünü sakınmayan hatun kişi, kimi yerlerde cranberries havalarına bürünse de neyseki çabuk sıyrılıyor bundan; ve "merry happy"nin ikinci yarısında ve bonus track'ta kanepemizde uyuyakalacak kadar tuhaf bir samimiyet geliştiriyor.


ta-bfp


izleyicisine ve dinleyicisine hayli soğuk, uzak bir yerden seslense de (ve bu haliyle fena halde etkileyici olsa da) lirikleriyle teşhirci bir ruha sahip olduğunu açık eden bir kadın daha var, kate nash'in bana anımsattığı: pek tabii ki tori amos.. kendilerine en çok yaklaştığım albümü ise boys for pele

tuhaf havalar

bu isimde bir kitap mı vardı? olabilir.. "tuhaf hava"ydı sanırım.. neyse.. zaten haftada bir teptiğim yolda, bu kent için antik sayılabilecek bir mahallenin içinden geçerken de "sevil berberi" diye bir dükkan görüyorum. tuhaf olan yalnız hava değil yani: yer de tuhaf.. onur ünlü'nün (ki aslında kendisi ah muhsin ünlü mahlasıyla müthiş tuhaflıkta şiirler de döktürmüştür; mutlaka okunmalıdır) polis adlı şahane deli saçmasında "hayat tuhafiye"nin kapalı kasa arabasının kayan kapısı (bıktırtan isim tamlaması, zincirleyen isim tamlaması, anlam'ı kendine zincirleyip bırakmayan obsesif kompülsif isim tamlaması) bizi bir gerçekle başbaşa bırakıyordu: hayat tuhaf!


ah


vi400587ba705_250



peki, bu tuhaflık içinde "nedir mesele, nedir?!" sorusuna verdiğimiz yanıtların sıralamasıyla alakalı bir arkadaş grubu kurgumuz varsa, birileri de bir zamanlar "hayatta müzikten daha mühim şeyler var, şimdi hatırlamıyorum, ama var" dediyse, lafı kısa kesip yine müziğe mi dönelim?

dönelim, peki: bir önceki giride yerini bulan figen genç'in pek tabii bir çağrışımı var naçizane yazarınızda; dinleyince nedenini anlayacaksınız ve belki de "yıkıcılıkta sınır tanımayan kadınlar: reprise" başlığının altına yakıştıracaksınız kendilerini. özellikle "sen sen sen" adlı nağmesiyle geliyor, kalbimizi robin hood'daki zalim gibi kaşıkla deşmeye meylediyor selva erdener

adszgq8




("çünkü kaşıkla deşersem daha çok acı veririm" diyordu taytlı kahramanın ezeli düşmanı).


sheriff


özel ve güzel bir isteği geç de olsa şuracığa eklemekten gurur duyuyorum: ane brun geliyor, my lover will go diyor; her dediğinde göğsümüzde gezdirilen eski bir gümüş kaşığın tuhaf soğukluğunu hissedebiliyoruz.

anebruntoseks


neden bilmem, bi compare-contrast kafası hasıl oldu yazmaya başladığımdan beri: lhasa dinlemişsinizdir mutlaka. yasemin mori adlı tatlı hanım kızımızınmızınzın yorumunun, sesinin, duruşunun da kimi yerlerde aynı arşa değdiğini hissettim geçen gün. buyrun bir de siz karşılaştırın diyorum ve hemen bir sonraki paragrafa atlıyorum.

lhasa-2


yaseminmori-hayvanlar2008



fairuz derin bulut nam bir adamlar toplamı vardı. adına bayılmıştık; öğrenciliğimizin geçtiği kara kente geldiklerinde de üşenmeyelim, evdeki bira şişesi dağını aşıp gidelim demiştik. ne var ki mekana vardığımızda adamların kafalarının erişilmez bir yükseklikte seyrettiğine şahit olmuş, cesaret edememiştik katılmaya.. mecalimiz yoktu, billahi.. şimdi arabesk adlı bir albümle yeniden ortalama kafayı yükseltmeye azmetmişler: ali tekintüre isimli efsanevi şarkı yazarının müstesna eserlerini kendilerinin eylemişler: belki duman tarafından hakkı verilen ama akabinde pıtraklaşan tiplerin bir türlü tutturamadıkları hamuru, mevzuun aslına rücu ederek tekrar karmışlar. ilginç bir deneme, ve müzikte sadakatin ne kadar farklı kriterlerle değerlendirilmesi gerektiğine dair iyi bir örnek...


fairuztekara


belki şunu diyecek olan çıkar aranızdan (gerçi bir şey söyleyen çıkmıyor pek şu aralar ya): "abisi, tamam ama bunları bir araya getiren şey nedir? ne alaka?" ben de tutar Jean-marie laclaventine'in usulca adlı romanından bir alıntıyla cevap veririm:
29608_2


"artık çoktandır, geçen zamana karşı ürümekten vazgeçmiş iki köpek gibiydiler, damaklarında sadece eski bir et tadı kalmış, kendi burunlarına şaşı şaşı bakan iki kırma. birbirlerini görür görmez, aynı soysuzluktan gelme, aynı inançsızlıkları paylaşan, insanlığın ilerlemesini aynı kuşkucu sabırla, asfalttan bir alacakaranlıkta, paris'in fakir bir semti olan onüçüncü bölgedeki bir dispanserin kirli camları arasından izleyen kişiler olarak tanımışlardı."

"iki haftaya yakındır, nerelerdeydin?" sorusuna özet bir yanıt:
işte size bir tuhafiye estetiği: yukarıdakilerin hepsi tuhaf ve güzel insanlar!

Kara Teller..

Dün sabaha karşı , yanımda Van'ın şu an adını hatırlamadığım bir köyünden gelen 22 yaşında bir çocukla (selam olsun Çetin'e, merak etme internet denen şeydesin işte bak.) gerçekten de bir adım güneyimizdeki hududun kara tellerine bakarak bu albümdeki "kara teller" i söyleyeceğim mamacıların aklına gelir miydi?

Hadi G3 , MG3 benim ellerimi kesiyor da kanama hiç mi durmaz?

Çetin , al o kızı bak , aynı köyde beslediğin 200 güvercin gibi, herşey anlattığım gibi olacak. Ağlama artık.

Saygıdeğer Figen Genç hanımefendiye kulağımızı veriyoruz. Buna değer.