Ağıt, ağıt gibi mi olmalı yoksa o ağıdı muhtelif zamanlarda ağır ağır anımsayanlara, anımsadıkları tek "featuring"in Mos Def'le sınırlı olmadığını da mı göstermeli bilemedik. İki karpuz aynı koltuğa sığarken nereye oturacaklarını bilemeyenlerin mamaları da o karpuzlar oluyor şüphesiz...
Bir süre evvel Sputnick'in paylaştigi Slavoj Zizek'in "sevgi kötülüktür" namlı videosundan esinlenerek dün gece kaydetmiş olduğum son setimi burdan dinleyebilir ve indirebilirsiniz. Afiyetle...
Çok alametler belirdi, vakit tamamdır. Haram, helal oldu helal haramdır. Kendi kendimizle yarışmaktayız gülüm. Ya ölü yıldızlara götüreceğiz hayatı, Ya da dünyamıza inecek ölüm.
Aslında sadece birkaç güvercin!
Kanada'dan seslenen Aaron Funk (nam-ı diğer Venetian Snares) gözlerden yaş, kulaklardan kan gelirken nasıl kahkahalar atılacağının demonstrasyonunu "Rossz Csillag Allat Szuletett" ile avuçlarımızın içine çiviliyor.
"Ketsarko Mozgalom" alametleri bize tek tek fısıldarken, "Oengyilkos Vasarnap" aslında onların ne kadar uzun müddettir göz önünde olduğunu patlatan bir cover (evet, orjinalinde olan fakat görünmeyeni uncover eden cinsten) olarak görünüyor. Telkin ve tedavi kısmına geçemeden tehdidi yeniden mi yorumlamalı, yoksa alametlere kulak mı vermeli...
...Geçmişin ne olduğu ve her ne ise, onunla ilişkimizin nasıl yürütülebileceğine dair daha evvel de burada sıklıkla kulak oynattık gerçi...
Kişisel hatırata olan bir Stockholm Sendromu'nun söz konusu olduğu bünyelerde tezahür eden suskunluklar, ancak Prelude In E Minor gibi bir besteyi Jerry Mulligan gibi bir "ölçek"ten dinleyerek dizginlenebiliyor. Nick Hornby-vari bir sual geliyor akla albüm döndükçe: "Acaba iyi müzik dinleyicileri bir kavram olarak "geçmiş" ile tam olarak iyi geçinemeyen, ve buna bahane olarak da kendi hatıratlarını müzik üzerinden tuttuklarını ileri süren bir garip tebaa mıdır?"
Albüm, basıldığı 1963 yılında belki dehşet rüzgarlar estirmedi fakat, ne önemi var; hangimiz estirdik ki değil mi Gerry? Ne çok şey biliyoruz değil mi Gerry?
erkan oğur'dan ve alp ersönmez'den ayrı ayrı bahsettiğimiz vaki, şu naçiz sahifelerde. ikisinin bir araya geldikleri, bir de üstüne genco arı'nın nefaset timsali parmak hareketlerini ödünç aldıkları şu ezgi günlerdir çalıyor da çalıyor. alp bey'in 'yazısız' adlı albümünden geliyor: 'burada yaralı biri var'
Bir an için Rushdie'nin kalemini, romanın harikulade ismini, romanlardan yapılan filmleri, filmlerden yayılan film müziklerini, kulakları ruhlarına gözlerinden daha yakın olanların nezdinde bu müziklerin gittikçe filmleri silmesini, bazı işlerin hayatın bizatihi kendisine soundtrack olduğunun söylenmesinin üzerinden binlerce gün geçmesini, bazılarının bekaretlerini kulaklarından acıya acıya kaybetmelerini filan unutalım... Hatta bir an için bu satırların ağdalı ergenliğini de görmezden gelelim.
Bir an için U2'nun ne kadar antipatik bir varoluşu simgelediğini de unutmayı deneyelim. Olmaz mı?
Ezcümle, ne demişti Dosto Baba dehşetengiz uzun, kısa öyküsü "Beyaz Geceler"de: "Tanrım, bir anlık mutluluk! Ama bir ömür boyu sürecek gerçek mutluluk!... Yoksa ömrü boyunca, yalnızca bir an için, onun kalbine yakın olmak için mi yaratılmıştı?"
bağlılığın kadim bir tartışma mevzuu olması; bunca çeşidinden, bunca uygulamasından başka, bir yerlerdeki eksikliğine bağlanmalı belki.
bağlayıcılığından, kalıcılığından, iptilasından başka; yeri doldurulabilirliğinden, yüzergezerliğinden, vazgeçilebilirliğinden dem vurmak elzem. içeriğinden ziyade, biçimiyse mühim olan; onu, bıraktığı, müsaade ettiği boşluğa sormalı. nerede arayacağım bağlanmanın biçimini, doldurduğu yeri? eksikliğinde; artık varolmadığı yerde değil mi?
belki, bağlanan öznenin bizatihi kendisine bakmalı: kim o? dahası, ne o? bağlılıklardan, bağımlılıklardan ibaret bir nesneler, özneler ağı içinde yaşadığım açık. kötü addedilen alışkanlıkların bağlayıcılığından tut, saplantılı ilişkilere; gündelik rutinlerden tut, rutinden firara dek onca uyuşmaz, bir araya gelmez şeye bağlıyım, bağımlıyım. hepsini istiyorum. öyle bir ağ ki bağlandığım yumak, gün günden daralan bir alan bırakıyor bana: ‘ben’ dediğim şey, bağlandığım ağın müsaade ettiği boşlukta deviniyor. belki de salt ondan ibaret. madem ki kendimi, bağlı olduklarımla tanımlar haldeyim, o zaman, yumak çözülünce kalan: boşluk.
boşluk olma fikrinin çekilmezliği, hürlüğün belirsizliği, dağılganlığı mi beni bağlanmaya sevkeden? ‘ben’i ‘öteki’ üzerinden kurmanın konforu, giderek, zorunluğu mu? ister düşkün bir iptila olsun, ister yüce bir siyasi adanma; ister gündelik meyiller, ister arzu diyalektiği: bilinmeze, değişkene; sürekli firar halinde, uzakta olana çapa atmaktan başka çare bulamamış olmam mı? ne?
demek ki kendime bağlı olmam namümkün: hep ‘öteki’ne bağlıyım. öteki de çeşit çeşit. muğlaklığımı ertelemem gerek. madem ki bağım sınırımdır; sınırlarımı müdafaa etmem gerek.
….
iptilamdan vazgeçmem; kendimden, senden, ondan vazgeçmem demek. ben sana, sen ona: bağlıyız, işte, külliyen, hep."