İsmi ile müsemma bir hikayeye de yer verilebilirdi ancak bu iki video (artık müzik değil, video. artık ses değil, durağan da olsa görüntü ya hani...) hissesini zerke ehil. Kısalığıyla malül dehşetengiz hikayenin aslındaki Mert ve Kemal karakterlerinin başından geçenlerin gerçek olması ihtimali de bu iki "video"da gizli zaten. Devir yazma, okuma devri değil ya hani. Ondan. Maksat özlemimiz baki kalsın. Bir Mert'e bir de Kemal'e selam olsun.
gündelik hayatta sıradan bir karşılaşma
Şef:
sputnick
on 2 Eylül 2012
/
Comments: (0)
İsmi ile müsemma bir hikayeye de yer verilebilirdi ancak bu iki video (artık müzik değil, video. artık ses değil, durağan da olsa görüntü ya hani...) hissesini zerke ehil. Kısalığıyla malül dehşetengiz hikayenin aslındaki Mert ve Kemal karakterlerinin başından geçenlerin gerçek olması ihtimali de bu iki "video"da gizli zaten. Devir yazma, okuma devri değil ya hani. Ondan. Maksat özlemimiz baki kalsın. Bir Mert'e bir de Kemal'e selam olsun.
Kan Değil Portakal Suyu
Şef:
seco
on 21 Ağustos 2012
/
Comments: (0)
Malum şairin, malum satırlarıyla tıp ilmini ekarte ederek koyduğu mihenk noktasına ulaşmasına iki senesi kalmıştı ve hala aklı beş karış havadaydı. Yaşından mı yoksa başından mı ölçülüyordu bu irtifa farkı? Bunu bilmemekle beraber bahsi geçen karışları kim nasıl ölçüyordu, bu konuda da hiçbir fikri yoktu. Ama karısının, arkadaşlarının, patronun ve annesinin belli ki bazı fikirleri vardı bu konuda; çünkü öyle olmasa “biraz büyüsen iyi olur” ya da “bırak artık bu işleri” gibi laflarla döşeli, hafif tehdit rötuşlu sitemleri etmeyi hak görmezlerdi kendilerine.
Bir tek, küçük oğlu vardı onun bu hallerine ses çıkartmayan; aksine ona teşvik edici bir ilgi gösteren. Her sabah babasının işe giderken takım elbise ya da keten gömlek-pantolon yerine üzerine geçirdiği, etrafındaki yeterince ilgi çeken her şeyden daha ilginç olan; zombili, ucubik, kanlı canlı tişörtlerini hayranlıkla izlerdi. Babası onu öpmek üzere yerden kaldırıp kucağına aldığında, bakmak için kafasını tişörtün baskılı kısmına gömer ve tombul yanaklarının öpülmesini biraz daha zorlaştırırdı. Oğlu doğduğundan beri internetten sipariş verdiği ve gizli gizli eve soktuğu tişörtlerinin sayısı daha da artmıştı.
İşte böyleydi… Kazandığı paraların çoğunu grup tişörtlerine, CD’lere, konserlere harcıyor, etrafından tepki olarak “daha büyümemekle” suçlanıyor ve çevredeki “büyük” adamlar kendisine örnek olarak gösteriliyordu. Bu, bazen cüretkar işaret zamirleriyle, bazen de kalp kırmak istemeyen imalar ile yapılıyordu. Ama bütün bunlara rağmen dolabındaki tişörtlerin ve kütüphanesindeki CD’lerin sayısı gün be gün artıyordu.
Bir sabah kafenin birinde karısıyla kahvaltı masasında otururken, ramazanda yiyip içmesinden ve üzerindeki kanlı “Metallica – Kill’em All” tişörtünden fena halde nefret ettiği belli olan garsonla gözgöze geldi. Adamın bakışları o kadar rahatsız ediciydi ki, en fazla iki saniye dayanabildikten sonra bu nefret bakışlarından kurtulmak için gözlerini televizyona çevirdi. Ekranda, birkaç ay önce şantiyedeki çadırlarda kalan on işçinin yanarak öldüğü alışveriş merkezi inşaatının sahibini gördü. Elindeki, yüzündeki, elbisesindeki kanları büyük bir ustalıkla gizleyerek yanındaki devlet büyüklerinin sırıtışları eşliğinde ülkenin nasıl hızlı bir şekilde büyümekte olduğunu anlatıyordu.
Hala üzerinde hissedebildiği nefret bakışlarının yanlış adresi olan onun üzerinde ise kan değil, sadece biraz önce içtiği portakal suyunun, pipetle komiklikler yaparken tişörtüne düşen birkaç damlası vardı.
Big In Çamlıca
Şef:
seco
on 7 Ağustos 2012
/
Comments: (1)
Malumunuz başımızdaki, belediyecilikten geldi buralara; imar,
iskan, inşaat onun ve etrafındakilerin işi. TOKİ, duble yol, gökdelenler, HES inşaatları son zamanlarda büyümenin motoru. Büyümek dediğin kof iman tahtası ile olmaz tabii. Vurdun mu
ses gelecek oradan. O zaman inşaatlara camileri de eklemek lazım. Hem de en
büyüklerinden, en stratejik konumlularından...
Önce Taksim’le yoklanan nabızlar çok yükseklere çıkınca,
yüksek nabızlara koşut olarak, İstanbul’un havadar yerlerinden Çamlıca, mevki olarak
seçildi tanrının yeni evine. Her yerden görünecek, dindar nesle güven ve
huzur verecek, düşmanları ise korkutacak; mavi ya da beyaz yakalının, yani
yakası bir araya gelmeyen emekçinin, işsizin, öğrencinin, fakirin fukaranın her
gün üzerinde cebelleşip durduğu taşı-toprağı altın yapacak simya mabedi olacak
bu ev.
Canterbury kilisesi, Charles Dickens’ın Bayan Micawber’ine neler
hissettiriyorsa (“…böyle kocaman kilisesi bulunan bir kentte karşımıza bir
fırsat çıkabilirdi”*) bizimkisi de aynı hissiyatla dolduracak yürekleri.
Kısacası kafa yapacak…
* Charles Dickens - David Copperfield (Oda Yayınları, 2006, 2.Basım)
Diotima
Şef:
lilo
on 6 Ağustos 2012
/
Comments: (0)
Nazlı işaretparmağıyla burnuma dokununca, "Hem başsavcının hazırladığı iddianame hem de..."diye başlıyordum ki Zeynep uzanıp kulağımı büktü. İkisinin de çok sevdiği cızırtılı sesler çıkararak, gözlerimi çevirerek bir şarkıda durdum: "Ha ha hay dinleyin dostlar benim de artık bir sevgilim var. Hırsından çatlasın düşmanlar benim de artık bir sevgilim var." Neşeyle el çırpmaya başladılar. Nazlı ayağa kalkıp kollarını iki yana açarak birkaç kez çevremde döndü.
Biraz sonra sıkıldılar; ikisi birden sağ kulağıma davrandı. Önce biraz cızırtı, sonra "Pamuk alımlarında hükümetin belirlediği..." Yine sağ kulağıma uzandılar, "Erdemit Van'a bakar içinde..." Sonunda Zeynep dayanamayıp "Şarkı istemiyoruz!" dedi, burnuma bastı. Susup gözlerimi kapadım.
Kısa bir sessizlikten sonra, "Bir roman bir hikaye istiyoruz," dedi.
Nazlı başıyla onayladı, "Ben o istekli kuşu istiyorum!"
"İstekli değil o, iskete kuşu!" diye düzeltti Zeynep; isteklerinin bana ulaşmasını sağlamak için burnuma iyice bastırdı.
"Kamil Fikri'nin 'İskete' adlı hikayesini kaldığımız yerden okumayı sürdürüyoruz."
Zeynep yüzükoyun yere dizlerimin dibine uzandı, Nazlı sol kulağımı büktü, sesimi yükselttim:
"Günler geçmiş ama çocuk isketesinden henüz bir haber alamamıştı. Pencerede bir tıkırtı duysa hemen cama koşuyor, kapı çaldığında bile yüreği ağzına geliyordu. Bazı geceler uyumadan önce haritayı açıp Sinop'un çok uzak olup olmadığını anlamaya çalışıyor..."
Nazlı burnuma bastı, "Sinop uzak mı?"
Zeynep onu azarladı, "Böyle saçma sorular için radyoyu kapatırsan hikaye bitmez ki! Sinop uzak tabii!"
Ben itiraz etmeyince, "Hem de çok uzak!" diye ekledi ve burnuma dokundu.
"Ankara'dan Sinop'a giden yolun yokuş yukarı olduğunu düşünerek üzülüyordu. İsketesinin gücü yetecek miydi?
Böylece günler haftalar geçti. Çocuk çok sevdiği kuşunun ötüşünü, tüylerinin rengini, tek gözünü dikip bakışını neredeyse unutmaya başlamıştı. Bir gün sokakta saklambaç oynarken saklandığı yerde, bir bahçe duvarının arkasında, bir güvercin gelip omzuna kondu. Öyle korktu ki, neredeyse bağırarak kaçacaktı. Biraz sakinleşince güvercinin boynunda bir mektup olduğunu gördü. Güvercini ürkütmekten çekinerek titreyen elleriyle mektubu aldı.
Mektup isketesinden geliyordu. Hemen orada okudu. Sevgili kuşu sağ salim Sinop'a varmıştı.Yolculuğu iyi geçmişti. Yüksekçe bir dağı aşarken bulutların içine girmiş ve hiçbir şey göremediği için biraz korkmuştu. Ama yolların, ağaçların, tepelerin yamaçlarındaki kırmızı kiremitli evlerin ve uçsuz bucaksız maviliğin güzelliği bambaşkaydı. Sonra deniz... Denizi de görmüştü. Daha doğrusu önce duymuştu. Kocaman bir çift kanadın çırpılışı gibiydi.
Çocuk isketesinin mektubunu okurken ötüşünü duyar gibi, tek gözünü dikip baktığını görür gibi oldu. Omzundaki güvercinin uçtuğunu fark etmedi. Güvercin, aç olup olmadığı sorulmadığı için biraz kırılmıştı. Ama çocuk bunu düşünemeyecek kadar heyecanlıydı.
Yine günler haftalar geçti. Çocuk artık güvercinleri gözler olmuştu. Bir sabah pencerede bir tıkırtıyla uyandı. Açıp baktı, boynunda mektupla bir güvercin duruyordu. Mektubu aldı, güvercine biraz beklemesini söyledi. Az sonra ekmek ve suyla geri döndü. Karnını doyurup parmağıyla başını okşadıktan sonra güvercini yolcu etti. Kalbi duracak gibiydi.
Yatağına uzandı, biraz sakinleşince mektubu okumaya başladı. İsketesi Edirne'ye gitmişti. Kıyı boyunca uçmak, bilse ne kadar güzeldi. Su ile toprak arasına bir çizgi çeker gibi. Denizin korkutucu bir güzelliği vardı, bütün kuşları çağırıyordu. Ama toprak daha dosttu, çağırmasına bile gerek yoktu, ağaçları yeterdi.
İskete yolculuğunu, gördüğü yerleri öyle güzel anlatıyordu ki, çocuk defalarca okudu mektubu. İsketenin sağ kanadındaki hafif bir ağrıdan şikayet ettiği cümleyi neden sonra fark etti. Ötüşüne benzeyen cümlelerle kendini kaptırdığından bu şikayeti kavrayamamıştı.
Üçüncü mektup çocuğun ailesiyle çıktığı tatilden dönüşünde geldi. Daha doğrusu kim bilir ne zaman gelmişti de, evde kimsenin olmadığını gören güvercin balkona yuva yapmış, bekliyordu.
Mektup Balıkesir'den geliyordu. Marmara Denizi'nin altında pırıl pırıl yattığı uzun deniz yolculuğunu, güneşin ona eşlik edişini, denizle bir ırmağın birleştiği yerde konaklayışını, sazlıklardaki arkadaşlarının muhteşem korosunu anlatıyordu. Mektup bütün bu güzel şeyleri gölgeleyen bir haberle bitiyordu. Sağ kanadındaki ağrılar artınca iskete bir veterinere gitmek zorunda kalmıştı. Veteriner ona, mektup yazmayı bırakmasını yoksa yakında kanadını hiç kullanamayacağını söylemişti. Kanatların yazmak için değil uçmak için olduğunu hatırlatmıştı. Dolayısıyla bir süre mektup yazamayacaktı.
Çocuk bu habere çok üzüldü. Hem kuşunun uçmasının tehlikeye girmiş olmasına hem de o güzel mektuplarını artık okuyamayacak olmasına.
Aradan aylar geçti. Çocuk gökyüzüne bakmamayı, güvercinleri gözlememeyi öğrendi. Mektupsuz her gün isketesinin iyileşmesi demekti.
Baharın başlarında bir gün okuldan dönerken çantasının üzerine beyaz bir güvercin kondu. Çocuk hemen anladı, sevinse mi üzülse mi bilemedi. Simitçiden bir simit alıp küçük parçalara ayırarak güvercine verdi. Onu yolcu etti. Koşar adımlarla eve gitti, mektubu okumaya başladı. İsketesi..."
Zeynep heyecanla atılıp sol kulağını büktü.
"...bu kez hangi şehirde olduğunu yazmamıştı, çünkü bir kafesin içindeydi. Mektup yazmayı bıraktıktan sonra gerçekten de kanadındaki ağrı azalmıştı. Ama uçtuğu, gördüğü yerleri çocuğa anlatamamak bir süre sonra ona ağır gelmeye başlamıştı. 'Sana anlatamadıktan sonra gördüklerim neye yarar!' diyordu. Kafeste kanatlarına ihtiyacı olmadığından rahatça yazabilecekti. Sahibi arada sırada kafesini dışarı, bahçeye çıkarıyordu. Bahçe ilginç bir yerdi. Birkaç tane iğneyapraklı ağaç, bir asma ve pek çok çiçek vardı. Sahibi de ilginç biriydi. İhtiyar bir adam. Bastonla yürüyordu. 'Sana ihtiyar adamı ve bahçeyi anlatan mektuplar yazabilirim. Hem kim bilir belki sahibim bir gün beni sana getirir,' diye bitiriyordu mektubunu.
Çocuk gözyaşlarını silerek mektubu yastığının altına koydu. Önünde yine beklemeyle geçecek günler, aylar vardı."
Bir süre sustum. Sonra her zamanki melodiyi ıslıkla çalıp, "Kamil Fikri'nin 'İskete' adlı hikayesi burada sonra erdi. Yarın yeni bir programda buluşmak üzere hoşça kalın," dedim.
Zeynep iç çekerek burnuma dokundu.
"Bir daha anlat, hadi bir daha!" diye bağırarak burnuma atıldı Nazlı. "
Aramızdaki En Kısa Mesafe, Barış Bıçakçı
Küfr-i Lisan
Şef:
seco
on 2 Ağustos 2012
/
Comments: (0)
“Başlangıçta
söz vardı.”
Ardından onun karşısına “blasphemy”yi koydu insanoğlu. Her tanrı
kelamına ya da kendini tanrının elçisi, gölgesi, yansıması, -hatta kendisi-
yerine koyan muktedirlerin buyruklarına küfürle cevap verdi “sapkın” takımı.
Tarihin motoru sınıf mücadelesi ise yakıtı isyan oldu. Ağızdan,
kafadan, kalemden çıkan her küfür ise ateşlemeyi yapacak enerji eşiğini atlamak
üzere, tarihe düşülmüş notlar olarak bekleyen birer kıvılcım…
“…sözlerinde kendi kişisel duygularını dile getirir hiçbir şey
olmadığı apaçıktı; sanki bir tarihçiydi ve kimseye hakaret etme amacı taşımadan
büyük bir soğukkanlılıkla tarihsel bir gerçeği açıklıyordu.”
Çernişevski, “Nasıl Yapmalı?” romanında kendisine "rezil ve yalancı" diyen romanın en "üstün"
kişisini böyle betimletiyor, romanın bir başka
kişisine.
Ve ekliyor: “Bu sırada hali de öyle tuhaftı ki, ona kızmak
gülünç bir şey olurdu. Bu yüzden yapabildiğim tek şey gülümsemek oldu.”
İşte
tarih yapan küfürbaz; kendisine gülümseyeni de, hazmedemeyip cezalandıranı da bu
şekilde mimler.
Biz de mimleyelim o zaman ilk mamamızla, tarihe gömülecekleri
ağız dolusu bir küfürle.
Küfr-i lisan ettiysem ne mutlu bana…
ilahi
Şef:
sputnick
on 19 Temmuz 2012
/
Comments: (0)
Ciddi hatalar yapıldı. Kültür endüstrisi için bile olsa, bir karakterin ilah mertebesine ne şekilde nasıl getirildiği (veya geldiği) önemli değildi. Asıl mühim olan, hikayenin o mertebeye geldikten sonraki kısmıydı kuşkusuz. Fazla söze hacet olmamasının nedeni de basit; hem "ilah"lıktan, hem estetikten, hem de kulağın açtığı yeni kapılardan bahsetmiyor muyuz? Bu kadın da başından beri hep bunlardan bahsetmiyor muydu?
نيكسون بابا
Şef:
corto
on 14 Temmuz 2012
/
Comments: (2)
You came Father Nixon
Mr. Watergate
They gave you so many honors
These exploiters of the people.
They festooned the widest path
From Ras-El-Tine to Mecca
So that from there you could go to Accra
And that it could be said he made the pilgrimage.
It was a real traveling circus,
Your benediction Parents of the Prophet.
Mr. Watergate
They gave you so many honors
These exploiters of the people.
They festooned the widest path
From Ras-El-Tine to Mecca
So that from there you could go to Accra
And that it could be said he made the pilgrimage.
It was a real traveling circus,
Your benediction Parents of the Prophet.
yeni anılar
Şef:
sputnick
on 8 Temmuz 2012
/
Comments: (0)
Çoğu zaman, pikaptan kasete yapılan seçmeceler gibi, lineer tarih akışı zıddına giderek kulaklarla beraber ruhu da "yenileyen" retro akımı, loş ferahlıklar sağlayabiliyor. Artık hepimizin içerisinde Hornby'in meşhur karakteri Rob Gordon gibi bir karışık dondurma kasesi şefi bulunduğuna göre, e haydi... Nasılsa üzerine bir bardak su içsek, boğazımız ağrımaz.
mesuliyet müzesi
Şef:
sputnick
on 28 Haziran 2012
/
Comments: (3)
Kökler mevzusunun kafaya sirayeti sadece en eskilerin, en alttakilerin kılavuzluğu ile olmuyor elbet. Kök, bir nebze de hayatın belirli bir dönemine ait plüralist bir seçimin sonucu da olabiliyor. Üzerinde uyunmayan bir yatağa rastgele bırakılmış iPod'un içerisinden, kulağın gidip Fugees'i bulması ve bunu müthiş bir şaşkınlık ve sevinçle karşılaması gibi örneğin. Kök iPod'da değil elbet, Fugees'in The Score'unda saklı.
Yeni Dünya'da, mikrofonu eline alanın Afrika Bambaataa'yı mihenk alması kadar doğal bir şey olmayacağı aşikar. Sonradan Yeni Dünya'ya gayet uyumlu bir şekilde bir yıldızlar topluluğuna dönen Fugees'in, köklerimize sirayet ederek, halen var olanı değiştirme kudretine sahip olduğu da en az o kadar aşikar. The Score, bir nevi tüm Fugees külliyatının özeti gibiyse, kök de olan biten her şeyin çekirdeği işte. Sessizce kabullenmek yeterli(ydi), fazla kurcalamaya gerek yok(tu).
başka dilde yorulmak!
Şef:
miss papix
/
Comments: (0)
başka dilde yorulmak!
nerede yorulduğunun ne önemi var, mevzu yorulmak değilse
eğer! insan hayatında kaç dilde kendini evinde hissedebilir ve çocukluğunda
kaybettiğini sandığı bir kelimeyi başka bir dilde bulmasının imkanı var mıdır? düşündüğümüz
dil içine düştüğümüz dil ne yazık ki…”ne yazık ki” seçim şansı elimizde
olmayışından, başka bir şeyden değil, aman! peki ya içinde sarhoş olduğumuz dil
hangisi? içinde yaşadığımız dile anadilimiz diyoruz da içinde sarhoş olduğumuz
dile ne diyoruz beyler? hadi bir el atın buna.
hiçbir dil hiçbir dile çevrilmiyor ne yazık ki, o yüzden bir
dil bir insan belki ve her insan ayrı bir dünya. ΠΩΠΩΠΩ! anlaşmak namümkün bu
dünyada dilsiz olmadıkça!
ΉΜΟΥΝ ΚΟΥΡΑΣΜΕΝΗ ΓΙΑ ΝΑ ΖΟΥΣΑ ΣΤΗΝ ΑΛΛΗ ΓΛΩΣΣΑ ΑΛΛΑ ΤΩΡΑ ΜΟΥ ΛΕΙΠΕ ΠΟΛΥ! ΕΧΩ ΕΝΑ ΜΕΓΑΛΟ ΚΑΙ ΝΕΟ ΠΑΡΑΘΥΡΟ ΜΕ ΕΛΛΗΝΙΚΑ. ΔΕΝ ΞΕΡΩ ΠΩΣ ΘΑ ΖΩ ΧΩΡΙΣ ΑΥΤΗ! ΠΡΩΤΗ ΦΟΡΑ ΣΤΗΝ ΖΩΗ ΜΟΥ ΑIΣΘΑΝΘΗΚΑ ΑΛΛΟ ΧΩΡΟ OΠΩΣ ΣΠΙΤΙ ΚΑΙ ΟΠΩΣ ΠΑΤΡΙΔΑ! ΙΣΟΣ ΗΜΟΥΝ ΕΚΕΙ ΜΙΑ ΦΟΡΑ ΚΙ ΕΝΑΝ ΚΑΙΡΟ... ΚΑΙ ΝΟΜΙΖΩ ΕΓΩ ΨΑΧΝΩ ΜΙΑ ΛΕΞΗ ΠΟΥ ΛΕΙΠΕ ΟΤΑΝ ΗΜΟΥΝ ΠΑΙΔΙ. ΕΛΠΙΖΩ ΟΤΙ ΘΑ ΒΡΩ ΜΙΑ ΜΕΡΑ!
ΉΜΟΥΝ ΚΟΥΡΑΣΜΕΝΗ ΓΙΑ ΝΑ ΖΟΥΣΑ ΣΤΗΝ ΑΛΛΗ ΓΛΩΣΣΑ ΑΛΛΑ ΤΩΡΑ ΜΟΥ ΛΕΙΠΕ ΠΟΛΥ! ΕΧΩ ΕΝΑ ΜΕΓΑΛΟ ΚΑΙ ΝΕΟ ΠΑΡΑΘΥΡΟ ΜΕ ΕΛΛΗΝΙΚΑ. ΔΕΝ ΞΕΡΩ ΠΩΣ ΘΑ ΖΩ ΧΩΡΙΣ ΑΥΤΗ! ΠΡΩΤΗ ΦΟΡΑ ΣΤΗΝ ΖΩΗ ΜΟΥ ΑIΣΘΑΝΘΗΚΑ ΑΛΛΟ ΧΩΡΟ OΠΩΣ ΣΠΙΤΙ ΚΑΙ ΟΠΩΣ ΠΑΤΡΙΔΑ! ΙΣΟΣ ΗΜΟΥΝ ΕΚΕΙ ΜΙΑ ΦΟΡΑ ΚΙ ΕΝΑΝ ΚΑΙΡΟ... ΚΑΙ ΝΟΜΙΖΩ ΕΓΩ ΨΑΧΝΩ ΜΙΑ ΛΕΞΗ ΠΟΥ ΛΕΙΠΕ ΟΤΑΝ ΗΜΟΥΝ ΠΑΙΔΙ. ΕΛΠΙΖΩ ΟΤΙ ΘΑ ΒΡΩ ΜΙΑ ΜΕΡΑ!
δυστυχώς είναι δύσκολο να μεταφραστεί κάτι!
15tebir dort
Şef:
corto
on 29 Mayıs 2012
/
Comments: (0)
pes ses
Şef:
sputnick
on 18 Mayıs 2012
/
Comments: (0)
"Abe bana ne zaman bir e-posta atsa, hazır yiyeceklerşe ilgili sloganları da kullanıyor. Hepsini bir yerde topladım. Liste şöyle:
Yeterli Park Alanı.
Müdürünüze sendikalaşmayı sorun... Yok, sormayın.
Kızartma hamuru kızartması: nefis.
Backlit Plexiglas Levhaları: Mükemmel BB silahı hedefleri
Kedi Maması: Bir Sonraki Seviye
Müşteriler Gereğinden Fazla Peçete Alıyor
E coli. Az Pişmiş Çöreklerde 157 Çeşit Bakteri Ürüyor.
Yaşlı Çalışanlara Kabadayılık Etmek Daha Kolay
Palyaçolardan herkes korkar."
Douglas Coupland, Mikroserfler, 1995.
Douglas Coupland, bazı müziklerde de vücut buldu tabi ki. The Cooper Temple Clause, sadece tek bir parça ile bir açıp bir kapatıyor işte.
cumartesi gecesi ateşi
Şef:
sputnick
on 13 Mayıs 2012
/
Comments: (1)
5. Cadde ile 59. Sokak yakınlarında güçlü bir esinti San Domineco'nun tentelerini kaldırıyor. Barda loş bir ışık. Siyah bolero ceket giymiş bir barmen.
Amanda Graham. Sek martini, dört zeytinli. Kolsuz siyah elbise. Mikimoto incileri. Küçük mermer masanın karşısında Diedre. Manhattan. Buzsuz.
"Paulie er ya da geç öğrenecektir, Mandy."
Amanda içkisini yudumluyor.
"Nasıl?"
"Bir yolunu bulur."
Geçiştiren bir el sallama.
"Müneccim değil ya."
"Ona benzer bir şey ama. Ve kimin için? Değer mi?"
"Piyano çalıyor. Güzel iş. Bleecker Sokağı'nda."
"Ben de bunu söylüyorum ya."
Amanda ilk zeytinden ufak bir ısırık alıyor.
"Sence Paulie ne yapar?"
Diedre içkisini yudumluyor.
"Seni öldürür."
Amanda'nın zeytin tanesi kristal bardağın içine düşüp votka ve vermutu dalgalandırıyor. Bleecker Sokağı'nın yumuşak ezgileri kaygı verici, uyumsuz bir tona bürünüyor.
"Sence gerçekten yapar mı?"
Yağmur, Thomas H. Cook, Manhattan Noir.
70'lerin sarı sıcak tonlarının, ahşap hoparlör süngeri kokusu ile "detective noir" romanlarının saman kağıdı kokusunun birleşiminden kaynaklandığı aşikar. İlk videoda kralı sunan sarışını kimileriniz tanımıştır; Kenny Rogers:
buzdolabı
- ► 2011 (157)