ateşten gömlek

şimdi, bunu alibaba yazsa elbet yerine oturacak herşey ya, turistize ekipler amiri olarak bir ‘kick start’ yapalım; belki pasımızı alır, rövesatayı çakar, alibaba, londra tabutunda.

geçen cumartesi, ada’daki bilmemkaçıncı club çıkartmamızı eda ettik. herşey beklendiği gibiydi: etnik ve cinsel çeşitlilik açısından hayli zengin bir küçük nüfus, küçük jestlerle el değiştiren onlarca kimya, pet şişelere arzuyla uzanan parmaklar, her daim görev başında bakışlar, müziği -hakettiği gibi- mimari bir entite olarak algılayan ve içinde rahatça dolaşan zihinler ve dahi vücutlar.. hasılı; et, kemik, tırnak, ter, sidik, salya... daha ne olsun!

sabaha doğru yeryüzüne çıktık, alibaba’nın evinde kurduğu ses mağarasına vardık, algı kapılarını açtık ve kendimizi, kendi seçtiğimiz müziğe teslim ettik. ada’da hayli geç ağaran –ve pazar sabahları özellikle ağırdan alan- gün bizi bulduğunda başka bir alemin yaratıklarıydık: dinlediklerimizi müşfik bir edayla katmanlarına ayırıp her bir katman üzerine mutlulukla iki çift laf ediyorduk.



o gün dile gelenlerin hülasası şu idi: elektronik musıki icra eden mahlukatın işi bir yandan hayli kolay, bir yandan da zordur. zira pek çok 'genre' için oturmuş formülleri elinin altındaki milyonlarca gereçle, örnekle, ritmle yeniden üretebilirken bir taraftan da –birlikte çalan müzisyenlerin çalma anının dolayımsızlığı içinde yakalayabildikleri- groove denen herzeyi bir yerlerden bulup çıkarmak, onu o katman katman, o tane tane, o atom atom ses parçacıklarının birbirine iliştiği yerlere, ilişmediği yerlere, es’lere, aksamalara yedirmek zorundadır. elbette örnekleme mantığının mekanik gereçlerden sonra dijital olanlarda da sonsuz olanakla hayata geçmesi, makinenin başındaki bu yalnız kişiyi yalnızlığını hissetmeyeceği denli kalabalık bir ortama salar: alıntı mübahtır, alıntılara yapılacak müdahalere ilişkin had hudud yoktur. ama, işte, temel paradoks da burada karşısına dikilir: sınırın olmadığı yerde bir şey yapmanın zorluğu, ahlaki bir zorunluğun olmadığı yerde özgürlük etiği oluşturmanınkiyle yarışır.

alibaba'nın kendine bulduğu yol, önündeki gereçlerin her birini en "basic" halde kavramayı denemek, ondan sonra, bu kavrayışta yetkinleşmenin ardından ancak, alıp yürümek. benim önerim ise yalnız başına yapmamak müziği, hep başkalarıyla birlikte yapmak.. bir de, daha önceki bir yazıda da bahsettiğim gibi vücudun işin içinde olduğu, "material" olandan yüz çevirmemek. çok muhafazakar gelebilir. gelsin.

p.s. bu arada, o geceye eşlik eden playlist'ten bir kupleyi anmadan geçmemeli -her ne kadar ada'daki güvenlik koşulları yüklememize müsaade etmiyorsa da, bir yerlerden bulunabilir herhal:

masomenos - 'coco classico'
zev feat. beckford - 'forget the world'
pantha du prince - 'lay in a shimmer' ve 'the splendour'
burial - 'wounder' ve 'archangel' (plaktan)
bjork - 'joga' (eskmo retake)
actress - 'und u boat'

altı üstü kültür, işte..

david rodigan, bugün hayli kolay olan bir işi londra’nın arka mahallelerinde 60’lardan bu yana icra ediyor: reggae’ye yatırıp terbiye ettiği ruhu, maaşallah hala sapasağlam. bizim hasan ali toptaş’ın london music scene’deki muadili gibi herif biraz: vergi dairesindeki gebertici memuriyetinden yeni emekli olmuş, kendini eski merakları üzerinden yaşatmaya çalışan bir adama benziyor, ama pikabın başına geçip mikrofonu eline aldığında bir alt-kültür ikonuyla, didaktik bir dub mc’siyle, eski toprak bir “sonradan olma jamaicalı’yla” karşılaştığınızı hemmen anlıyorsunuz. 30 yıldır radyoda dj'lik yaparmış meğer!



reggae aleminde baştan beri hayli yaygın bir pratik olduğunu öğrendiğimiz "parçalara ara gaz babında müdahale etme, icabında ayar verme, seyirciyi parçanın doruklarına ilişkin bilgilendirme, daha da ileri gidip künye aktarma" gibi tripleri öyle doğal, öyle yetkin bir biçimde yerine getiriyor ki mr.rodigan, bunca yılın boşa geçmediğini hissetmemek namümkün. (4 olumsuz art arda)

kırk küsur yıl önce carnaby street’te reggae ile iştigal etmek elbette bugün zaten bir jamaica mahallesi haline gelmiş olan brixton’da –düşünsenize, hootenanny diye bir mekan, önündeki bahçede ingilizce konuşmaya bile tenezzül etmeyen, şahane renkli berelerinin içine zorla tıkıştırdıkları rastalarını salladıkça çevreye envai çeşit çiçek kokusu yayan abiler ve ablalar- yıllanmış şarkıları çalmaktan çok daha heyecan verici ve bir o kadar da zor olmuş olsa gerek.

rodigan, turist ya da antropolog/etnograf kafasıyla girmemiş bu işlere, belli! tarzan’ı kurtların yetiştirmesi gibi rodigan’ı da bu şehre erken vakitte gelmiş reggae üstadları yetiştirmiş. neyle beslediklerini siz tahmin edin...

ustalara kaygı

her ne konuda olursa olsun, işinde ehil olan birinin elinden çıktığı 1000 KM'den belli olan işler, estetik olarak her zaman ayrı bir çekicilik arz etmekte. Korkarız Kid Loco ile ilgili bu fakir blog'da söylenmesi gereken neredeyse herşey söylendi bugüne kadar. Daha fazlasına ne hacet; her daim saygıda kusur etmemek boynumuzun borcu.

Hem elinizi vicdanınıza koyun lütfen, bunca yıl sonra tekrar bir trip hop seçkisi dinlemek isteseniz kimin mutfağını tercih ederdiniz? Cevap açık değil mi? Bazı ustalar bizi hiç yanıltmıyor; kaygımız bundandır...

19 ocak'ta ne olduydu?





lilit pipoyan. gulo.

mutena musiki


New York'lu prodüktör Nicolas Jaar, her geçen gün estetiğini bir adım daha "sterilleştirerek" artık yükünü aldığını hissedenlere gayet makul yol haritaları çizmeye devam ediyor. Henüz ana akım modern elektronik müzik sahnesinde yapmadığı (ve umarız hiçbir zaman da yapmayacağı) sarsıntının yerine, bu tip sansasyonel sarsıntılardan sıtkı sıyrılan "geçkinlere" de hitap edebilecek bir tekno olduğunu müjdeliyor sanki. Ya da bize öyle geliyor. Bir nefes alışverişi süresince başlayıp bitermiş gibi yapan EP "Love You Gotta Lose Again" her bir sesiyle takdiri hak ediyor. Artık başka bir "dinleyişin", haydi iyice abartalım, "varoluşun" zamanının geldiğini bize sakince gülümsüyor. Fazla söze ne hacet, zaman eylem zamanıdır. Haydi.

kan çekiyor kan...






Katolik ilahiyatçı ve polisiye yazarı Ronald Knox’tan iyi bir polisiye için on kural:

*Suçlu hikâyenin ilk bölümünde adı geçen biri olmalıdır ama o, düşüncelerini okuyucunun takip etmesine izin verilen biri olmamalıdır.

*Tüm doğaüstü ve olağandışı unsurlar elbette hesap dışı tutulmalıdır.

*Birden fazla gizli odaya veya geçite yer verilmemelidir.

*Şimdiye değin keşfedilmemiş bir zehir veya sonunda uzun bir bilimsel izah gerektirecek bir cihaz hikâyede kullanılmamalıdır.

*Gizemli “yabancılar” hikâyede boy göstermemelidir.

*Ne herhangi bir tesadüf dedektife yardım etmelidir ne de dedektif izahı olmayan ama sonradan doğru çıkan bir önseziye sahip olmalıdır.

*Dedektifin kendisi cinayeti işlememelidir.

*Dedektif okurun irdelemesi için hemen verilmiş ipuçlarının dışındaki hiçbir ipucunu aydınlatmamalıdır.

*Dedektifin yeterince zeki olmayan arkadaşı aklından geçen düşünceleri gizlememelidir. Onun zekası ortalama okurun zekasının azıcık altında olmalıdır.

*Onlara yeterince hazırlıklı olmadığımız sürece ikizler hikâyede görünmemelidir.


Knox bu listeyi yaptıktan sonra şunu da eklemeyi ihmal etmez: “Bu maddelerin her birinin bir polisiye klasiğinin birinde ya da diğerinde ihlal edildiğini fark edersiniz.”

Howard Shore, salt iyi bir polisiye olmaktan çok öte manaları olan Şark Vaatleri'ne yaptığı müziklerle gönül telimizi titrekmekle kalmıyor; onu ateşli bir farenjite mahkum ediyor. Salya sümükle beraber gözyaşı da akıyor, ateşler çıkıyor da asıl önemlisi kan çekiyor kan...

sergüzeşt-i sagopa kajmer, yahut dergahın erdemiyle kırbaçlanan rapper...

türkçe rap'e ilişkin ne bilgim ne görgüm var. senelerdir orada burada duyup "vay be! bu da varmış memlekette!" dediklerim oldu elbet. fekat, cartel'i 'hariç'te palazlanan milliyetçilik gazeli olarak okumak, istanbul'un iki yakasındaki sokaklarda dolanan genç adam ve kadınları amerikanvari çete hikayelerinin çağdaş dengbejleriymiş gibi dinlemek gibi geniş bir kavrayışım yok, maalesef.

ne ki, geçen akşam sputnick'le balat'tan tünel'e akan bir taksiye atladığımızda duyduğumuz seda, ikimizi aynı anda şoförle kısa, kıpkısa bir hasbıhale sevketti: "sesi biraz açsak, ha, hocam?" zira, sagopa kajmer'in, balat'ın sırtlarında, kızıl mektep namlı muazzam rum okulunun az yukarısına konuşlanmış ismailağa dergahında diz çöktüğünden bu yana kotardığı en sıkı işlerden biri, ateşten gömlek, taksi teknolojisinin son harikalarıyla donatılmış kabinden kulaklarımıza ve ruhumuza duhul etmeye başlamıştı. ne demeli? istanbul kafası? evet, tam da öyle.



daha evvel ahmet özhan bahsinde de tıngırdatmıştık: mevzu derin; ekonomi-politik kafası verimli. son birkaç onyılın kültürel eğilimlerini sagopa üzerinden tartışacak, bu tartışmayı islamcılığın uzun yürüyüşü parantezinde okuyacak birileri çıkar elbet birgün. çıksın da. demirden mızraplarla kırılan sazlar, patlayan toprak çömlekler, giyilen ve bir türlü çıkarılamayan gömlekler kim bilir nasıl anlamlandırılır. benim lafzım hayli içrek. siyaseten yetersizliğinin farkında olarak müsaadenizle fenomenoloji kafasından sesleneceğim -müzikle ilgili konuşurken sık sık sığındığım liman: haliç köprüsü hiç böyle geçilmemişti o saate dek!

kimi zaman sago'ya kulak vermek farz değil belki ama, vermemek mekruh...