‘A merry Christmas, uncle! God save you!’ cried a cheerful voice. It was the voice of Scrooge’s nephew, who came upon him so quickly that this was the first intimation he had of his approach.
‘Bah!’ said Scrooge, ‘Humbug!’
He had so heated himself with rapid walking in the fog and frost, this nephew of Scrooge’s, that he was all in a glow; his face was ruddy and handsome; his eyes sparkled, and his breath smoked again. ‘Christmas a humbug, uncle!’ said Scrooge’s nephew. ‘You don’t mean that, I am sure?’
‘I do,’ said Scrooge. ‘Merry Christmas! What right have you to be merry? What reason have you to be merry? You’re poor enough.’
‘Come, then,’ returned the nephew gaily. ‘What right have you to be dismal? What reason have you to be morose? You’re rich enough.’
Noel (o geçti zaten) ya da (haşa! biz yeni yılı kutluyoruz) yılbaşı bahane, Dickens şahane. Bir de Diana "kral" hatun.
Bir masadayım. Karşımda Behzat Ç var; ona içimi döküyor, efkar
dağıtıyorum. Su gibi akan rakıyı gözyaşlarımla beyazlatıyor, sek içip
içmediğini sormadan abinin eline tutuşturuveriyorum kadehleri. O hiç konuşmuyor, sadece dinliyor. Belki de ellinci
kez “Abi, ben hep yanlış anlıyorum, herkesi ve her şeyi” dediğim zaman istihzalı bir gülümsemeyle “belli belli...” diyor, pikapta yavaş yavaş dönmekte
olan Coltrane plağına bakarak.
Çok içerliyorum tavrına. ”Ha siktir oradan yavşak!” diye
bağırıyorum. “Benimle taşak geçeceğine kendi haline bak” diyorum. Gülmeye devam
ediyor. “Oğlum, süt ve elma suyu içmekten içki içmeyi unuttum, dayanıklılığım
azaldı bu merete, sırıtışım bundan olmalı, takma kafana” diye güya gönül almaya
çalışıyor. Ama Coltrane, sopranosunu en keskin bilediği yerden üflemesini (12:09-12:13) bitirir bitirmez “sen de masaya oturduğundan beri salya sümük takılıyorsun, ben bir şey diyor muyum?”
diye çakıyor lafı. Gözleri yine dönen plakta.
Çılgına dönüyorum, yerimden doğruluyorum, göbeğimle önümdeki
kadehleri devirerek yapışıyorum yakasına. “Bana bak, herkesin muhalifi” diyorum,
“mavi boncuklarını al, sok bir tarafına; sonra dön bak aynaya, götünle dalga
geç” der demez önce müzik gidiyor sonra da ışıklar. Etraf kapkaranlık oluyor.
Meğerse uyanmışım.
Hayatımda bir kere bile izlemediğim “Behzat Ç” rüyama
girmişti. Kalkıyorum bir bardak su içmeye. Elimde su bardağı ile kütüphaneye doğru
seyirtiyorum. Odanın ışığını açıyorum. Işıktan kamaşmış gözlerim daha kendine gelmeden
aradığım plağı alıyorum elime. Üzerinde, başka bir plak için elimle yaptığım kartonetin mürekkep izlerinin bulunduğu “tracklist”e bakar bakmaz “hay ben böyle çağrışıma sokayım!”
diye sövüyorum.
TC: Bak, Pearl. Yeni ay. Hadi dilek tutalım! PEARL: Ne dileyeceksin? TC: Her zaman şu anki kadar özgür ve mutlu olmayı. PEARL: Oh, tatlım, bu mucize istemekten farksız. Gerçek bir şey* dile. TC: Ama ben mucizelere inanırım. PEARL: O zaman tek söyleyebileceğim: sakın kumara başlama. Truman Capote, Bukalemunlar İçin Müzik
* İkinci video birinci kurgunun devamı, durum baki, his aynı, ne olacağı belli. Capote'ye bir kez daha olağandışı bir selam olsun.
- Söyle bana Mihail, Tanrı seni neden cezalandırdı; Tanrı'nın üç kelamı nedir söyle, ben de bileyim.
Mihail şöyle cevap verdi:
- Tanrı onu dinlemediğim için beni cezalandırdı. Ben cennette bir melektim. Bir gün ona karşı geldim... Tanrı beni bir kadının ruhunu almaya yollamıştı. Yeryüzüne indim; bir de baktım ki yeni doğum yapmış, hasta bir kadın uzanmış yatıyor, ikiz doğurmuş, iki kız. Kızlar annelerinin yanında debelenip duruyordu, kadıncağız da onlara memesini uzatamıyordu. Beni görür görmez ruhunu almak için Tanrı'nın gönderdiğini anladı; ağlayıp yalvarmaya başladı: "Tanrı'nın meleği! Kocamı yeni gömdüler, ağaç altında kaldı. Ne öksüzlerimi büyütecek kardeşim, ne teyzem, ne de annem var. Alma canımı, izin ver çocuklarımı besleyip büyüteyim, kedi ayakları üstünde durduklarını göreyim! Çocuklar ana-babasız yaşayamaz."
Ben de kadının sözünü dinledim, çocuklardan birisin tutup göğsüne yanaştırdım, ötekini eline verdim. Sonra da göğe yükseldim. Tanrı'nın huzuruna çıkıp şöyle dedim: "Lohusanın ruhunu alamadım. Babayı bir ağaç ezmiş, anne ikiz doğurmuş; ruhunu teslim etmemek için yalvarıp yakarıyor, 'izin ver çocuklarımı besleyip büyüteyim, kendi ayakları üzerinde durduklarını göreyim! Çocuklar ana-babasız yaşayamaz,' diyor. Ben bu kadının ruhunu alamadım."
Tanrı da bana şöyle dedi: "Git kadının ruhunu al, sonra da şu üç kelamımı öğren: İnsanda ne var? İnsana ne verilmemiştir? İnsan neyle yaşar? Bunları öğrenince yine göğe, yanıma döneceksin."
Ben de yeryüzüne indim, lohusa kadının ruhunu aldım. Kadının çocukları göğsünden ayrıldılar. Cansız vücudu yatağa düştü, kızlrdan birinin ayağını ezdi. Köyün üzerinde yükseldim, kadının ruhunu Tanrı'ya ulaştıracaktım ama rüzgara yakalandım, kanatlarım tutulup koptu; ruh tek başına Tanrı'ya yükseldi, bense yeryüzüne, yolun kenarına düştüm.
“... Amerikan zenci müziği Amerikalı oluşundan yarar gördü. Salt
egzotik, ilkel ve burjuvazi dışı değil modern olarak da karşılandı. Caz
orkestraları, Henry Ford ile aynı ülkeden geliyordu. Avrupa kıtasında Birinci
Dünya Savaşı’nın hemen ardından caza ivme kazandıran entelektüeller ve
sanatçılar, moderniteyi her zaman türün çekici nitelikleri arasına
katmaktadırlar. Bu müziği muğlak biçimde (lokomotifler dışında), hiçbir
benzeşim göstermediği makine uygarlığına bağlama konusundaki saçma moda da
buradan kaynaklanmaktadır…”
Böyle yazıyor geçen günlerde dünyaya gözlerini kapayan
Marksist tarihçi Eric Hobsbawn, cazın Avrupa’ya gelişini anlatırken.
“Tekrar ve tekrar, durmadan aynı mekanik işi yapmanın
doğurduğu sonu gelmez acının kahır yüklü tekdüzeliği, Sisyphus’un işine benzer;
sırtlanılan iş yükü, bitip tükenmiş haldeki işçinin durmadan gerisin geriye
üzerine yuvarlanan kayayı andırır.”
Modernliğin ise insana nasıl geldiği bir üstteki alıntıda... Henry Ford’un (modern) üretim bant işçileri artık Sisyphus’un
kendisi bile değil sadece birer uzvu. Kahır ise daha katmerli… Avrupa okumuşunun
caza yakıştırdığı modernlik işte bu.
Modernliğe giden yolun kaldırım taşlarına bakalım bir de. Afrika’dan
gemilere bindirilip yeni kıtaya getirilen ve bizzat makine olarak kullanılan siyahlara ki onlar Amerika’nın dünyaya en büyük ihracı olan popüler müziğin kaynağıdırlar:
“… Müzik ilk bakışta, gemideki gibi hafifmeşrep ve kaygısız gelebilir
ama armonilerin ve parlak, mutlu ritimlerin altında sık sık o diğer sesleri,
kölelerin ve torunlarının öfkeli, tehditkar seslerini, özgürlük ya da intikam arayanların
“isyan müziğini” duyarsınız.”
Kölelikten ücretli köleliğe terfi etmek ilerleme
tabii ama dahası mümkün. Esaret yolcularının
torunlarından bazılarının halen süren ayrımcılığa dur demeye ve daha ileri
gitmeye niyetleri var. Ama modern dünyanın koskoca Birleşik Devletleri’nin de kapı
gibi burjuva kurumları var, tüm isyankar zencilerin çanına ot tıkayacak
hapishaneleri var.
Gelelim zurnanın zırt dediği yere:
Kara Panter George Jackson’ın öldürülmesi, her
türlü pisliğin döndüğü o hapishanelerden biri olan Attica’da, 43
kişinin ölümüyle sonuçlanan büyük bir isyanın ateşleyicisi olur. Sene 1971... İsyandan birkaç ay sonra da
free cazın militan temsilcisi Archie Shepp, Attica Blues albümünü çıkartır. Free
caz demek o zamanlar siyahlara rağmen en siyah caz demektir. Fakat bu albümde
Shepp belki de saygı duruşunda bulunduğu siyah yoldaşlarının anısına, onların da
sevebileceği geleneksel motiflere yakın, soul-R&B-funk esintili bir big band tarzı tutturur. Saksafonu ile aralara kendi imzasını atmayı da ihmal etmez.
Yıllar geçtikçe unutulmasın diye konuşmayı da:
“George Jackson veya Attica’da yaşamlarını yitirmiş insanlar
gibi insanlar adaletsizlik ve bahtsızlık karşısında büyük bir cesaretin simgesi
olmuşlardır. Aralarından bazıları hayatlarını dünyayı değiştirmek umuduyla feda
ettiler. Ancak maalesef çok az şey değişti, hatta durum her zamankinden daha da
vahimleşti.(Şu anda artık) Hepimiz tutukluyuz."
"Mixed-tape is the generic name given to any compilation of songs recorded onto a Compact Cassette, Compact Disc, music file, or any other audio format."
yeni karisik kasediniz size en yakin yerde.
“...gerçi evvelce, sağlığım yerindeyken, birkaç kere ister istemez yolum düştü camiye, ve kalbimi camideki diğer insanların kalpleriyle birleştirmeye çalıştım, fakat gözlerim duvarlardaki çinilerde, nakışlardaydı, onlara bakarak tatlı hayallere daldım ve elimde olmadan, böylece bir kaçış yolu buldum kendime. dua sırasında gözlerimi yumdum, ellerimi yüzüme kapadım, bir gece yarattım kendime, bu gecenin karanlığında, bir rüyada gibi sorumsuz, kendi duamı okudum. fakat sözcükleri huşu içinde söylenmedi bu duanın. çünkü ben tanrı'yla, yüce varlık'la değil, sevdiğim tanıdığım birisiyle konuşmaktan hoşlanıyordum! çünkü benim çok yükseğimdeydi tanrı.
sıcak, nemli yatağımda yatarken bütün bu sorunlar önemini kaybediyordu. tanrı gerçekten var mı, yoksa kutsal imtiyazlarının korunmasını gözeten bu yeryüzü güçlüleri tarafından, vatandaşlarını daha da rahat sömürebilmek için, kendi tasarılarına göre mi yaratılmıştır; yeryüzünün gökyüzüne bir yansıması mıdır; bu gibi şeyleri artık umursamıyor, ben yalnız sabaha çıkıp çıkmayacağımı bilmek istiyordum. ölümün karşısında mezhebin, imanın, itikadın ne kadar gevşek ve çocukça olduğunu hissediyordum. sağlığı yerinde ve mutlu olanlar için, eğlencelik şeylerdi bunlar. ölümün ve çektiklerimin korkunç gerçeği karşısında, kıyamet günü üzerine, ruhun ahretteki mükâfatları üzerine bana telkin ettikleri şeyler, tatsız bir aldatmaca oluyordu. bana öğrettikleri dualar, ölüm korkusu karşısında etkisizdiler.”
Ölümü görüp sıtmaya razı olanlar, sıtmalı
olmanın maliyetini kaldıramayıp ölümü tercih edenler, döner sermayeli hastanenin eli altından hastaya ilaç satarak köşeyi dönenler, bir elinde cigara
diğer elinde kundaklı bebek “umurumda mı dünya” olanlar, para yutan kahve
makinaları, kilitli tuvaletler, evsel/tıbbi atıklar, her satıhı yatak olarak kullanmada ustalaşıp yatak
kapasitesini arttıranlar, umutsuz umutlular, umutlu kuruntulular, allah razı olsuncular/belasını versinciler, "buraya
düşecek insan" olmayanlar, domates-peynir-ekmekten başka bir şey yiyemeyenler, oğullarının iyileşmesi şerefine bir Coltrane plağı alanlar ve mutlu olanlar...
Sakallı amcamızın iki tür yabancılaşma kavramı var malumunuz. Biri
insan olmamızın farklılığından dolayı, doğaya karşı, hayırlı olan; diğeri ise
kapitalist düzenin getirdiği, insanlığımıza karşı, olumsuz olan yabancılaşma. “Asıl
yabancı gezegen dünyamızdır” diyen J. G. Ballard’ın "negatif yabancılaşmanın
hayırlı olanın içine nasıl ettiğini" anlattığı 1975 tarihli “Gökdelen“ romanı mamamızın
ana malzemesi. Ama bir şekilde kulaktan yiyeceğiz onu, merak etmeyin.
Kapitalist düzenin en büyük silahı “siz de yapabilirsiniz”
mottosu ise bunu beyaz yakalı varlıkların salaklığına borçlu olduğu kesin. İşte
romanda bahsi geçen gökdelen bu "en başa ulaşma arzusunun" metaforu ve aynı
zamanda BZ’lerin (bizlerin diye okuyun) güvenli ve huzurlu yaşamalarını/çalışmalarını
sağlayan yapının ta kendisi.
Bu BZ’ler yani “hali vakti yerinde ve eğitimli” proleterya, bulundukları konumları birbirlerinden korumak (gökdelen üst, orta ve aşağı olmak üzere üç kısma ayrılır) üzere çatışırlarken, onların tüm ihtiyaçlarını karşılayan akıllı bina yavaş yavaş işlevlerini yitirmeye
başlar. Böylece gökdelen dikey konumlu bir gettoya, BZ’ler ise avcı/toplayıcı topluluğa
dönüşür ve binadaki hiç kimse kapitalizmin üzerlerine şöyle bir sürdüğü
yaldızlı modernlik tabakasının sıyrılmasından şikayetçi olmaz, binadan dışarı çıkmayı düşünmez. Sadece güvenlik/barınma,
yemek ve seks ihtiyacının olduğu ilkel yaşama geri dönülür. Romanın sonunda yazar
bu dönüşü aslında hayra yorar gibidir ki diğer komşu gökdelenlerde de aynı şeylerin
yaşanacağı sinyalini alırız.
Roman sesler bakımından zengin bir içeriye sahip. Sesler; başlardaki
her gün verilen partilerden gelen bangır bangır pikap gürültülerden, bir süre
sonra kavga/çatışma sonra da iyice metruk hale gelen binanın kendi seslerine dönüşür.
Vahşi dünyanın diğer sakinleri olan kuşların ve köpeklerin seslerini de
unutmamak gerek.
Bu romandan uyarlanan bir film yok (olması dileğiyle) ama kitaba soundtrack
olmaz diye bir kural da yok herhalde…
Diyalektik diye bir şey var ve biz bazı şeylere bir çırpıda
pis, kaka, kötü vs. diyemiyoruz; görünüşte öyle olsalar bile. Savaş denen
melanet de bu şeylerden biri. Bu yüzden “Savaşa Hayır” sloganının ne felsefi ne
de ahlaki olarak genel bir geçerliliği var. Düşünün bir; 1920’lerin başında
Anadolu’da ya da 1940’ların başında Sovyet Rusya’da “Savaşa Hayır”
kampanyalarının olduğunu… Ama iş kapitalizm ve “onun en yüksek aşaması”
emperyalizmin çıkarlarına hizmet eden savaş(lar)a gelince akan suları ne yapıp
edip durdurmak gerekiyor.
İşte 68 kuşağının; hippilerin, çiçek çocukların -politik
bilinçlilikleri tartışılır olsa bile- Woodstock’ta bir araya gelmeleri, sürmekte
olan Vietnam savaşına karşı çıkmaları böyle bir hareketti ve sonuna kadar
meşruydu.
Hangi savaşa karşı olmamız gerektiğini, diyalogları ve müzikleriyle bize sezdiren, 68 ruhunu yansıtan en güzel filmlerden biri olan "Hair"den alınan ilhamla “Savaşa Hayır”
postulatını güzel bir “trick” ile daha doğru hale sokmak, şu satırları yazana da meşru ve hoş görülsün o zaman.
Paralel okuma diye bir şey yok, gözlerimiz de stereo aslında!
Right:
"...özel mülkiyet bizi öylesine aptal ve tek yanlı hale getirdi ki, bir nesnenin, ancak bizim için bir sermaye olarak varolduğunda, ya da ona doğrudan sahip olduğumuzda, yediğimizde, içtiğimizde, giydiğimizde, içinde yaşadığımızda vs. kısacası onu kullandığımızda onun bizim olduğunu düşünürüz. "
Left:
"Hayvan yakın olarak yaşama etkinliği içindedir. Bu etkinlikten uzak değildir, kendisi bu etkinliktir. İnsan kendi yaşam etkinliğini kendi istek ve bilincinin nesnesi kılar. Bilinçli yaşam etkinliği vardır. Doğrudan uğraştığı bir belirlenmişlik değildir bu. Bilinçli yaşam etkinliği doğrudan insanı hayvandan ayırır. Sadece bu nedenle kendi bir insan oluştur. Ya da, daha doğrusu, o bilinçli bir oluştur – yani, kendi yaşamı kendisi için bir nesnedir, bu sadece insan olduğu içindir. Sadece bu nedenle etkinliği özgür etkinliktir. Yabancılaşmış emek ilişkiyi tersine çevirir, öyle ki, salt bilinçli bir varlık olduğundan yaşam etkinliğini, insan oluşunu kendi varlığının aracı yapar."
K. Marx.
Gözden uzak olana gönül katlanıyor belki ama günümüzde kulağımız, gözün görmediğini pek duymak istemiyor. Artık müzik dünyası klipleriyle, konser şovlarıyla ve de yutubuyla kocaman bir striptiz kulübü...
Biz de durumu kendimize uydurup buna "şefin aynı zamanda göze de hitabı" diyoruz.
Eski dostlar Two Lone Swordsmen'den Autechre'ye, sevgili OutKast'ten Chick Corea'ya, The Alan Person's Project'ten Cat Power'a, geçkin kulak maması'nda son dönemin "hip"i Metronomy'den bir DJ Set. Hikaye dediğin...
İsmi ile müsemma bir hikayeye de yer verilebilirdi ancak bu iki video (artık müzik değil, video. artık ses değil, durağan da olsa görüntü ya hani...) hissesini zerke ehil. Kısalığıyla malül dehşetengiz hikayenin aslındaki Mert ve Kemal karakterlerinin başından geçenlerin gerçek olması ihtimali de bu iki "video"da gizli zaten. Devir yazma, okuma devri değil ya hani. Ondan. Maksat özlemimiz baki kalsın. Bir Mert'e bir de Kemal'e selam olsun.
Malum şairin, malum satırlarıyla tıp ilmini ekarte ederek koyduğu mihenk noktasına ulaşmasına iki senesi kalmıştı ve hala aklı beş karış havadaydı. Yaşından mı yoksa başından mı ölçülüyordu bu irtifa farkı? Bunu bilmemekle beraber bahsi geçen karışları kim nasıl ölçüyordu, bu konuda da hiçbir fikri yoktu. Ama karısının, arkadaşlarının, patronun ve annesinin belli ki bazı fikirleri vardı bu konuda; çünkü öyle olmasa “biraz büyüsen iyi olur” ya da “bırak artık bu işleri” gibi laflarla döşeli, hafif tehdit rötuşlu sitemleri etmeyi hak görmezlerdi kendilerine.
Bir tek, küçük oğlu vardı onun bu hallerine ses çıkartmayan; aksine ona teşvik edici bir ilgi gösteren. Her sabah babasının işe giderken takım elbise ya da keten gömlek-pantolon yerine üzerine geçirdiği, etrafındaki yeterince ilgi çeken her şeyden daha ilginç olan; zombili, ucubik, kanlı canlı tişörtlerini hayranlıkla izlerdi. Babası onu öpmek üzere yerden kaldırıp kucağına aldığında, bakmak için kafasını tişörtün baskılı kısmına gömer ve tombul yanaklarının öpülmesini biraz daha zorlaştırırdı. Oğlu doğduğundan beri internetten sipariş verdiği ve gizli gizli eve soktuğu tişörtlerinin sayısı daha da artmıştı.
İşte böyleydi… Kazandığı paraların çoğunu grup tişörtlerine, CD’lere, konserlere harcıyor, etrafından tepki olarak “daha büyümemekle” suçlanıyor ve çevredeki “büyük” adamlar kendisine örnek olarak gösteriliyordu. Bu, bazen cüretkar işaret zamirleriyle, bazen de kalp kırmak istemeyen imalar ile yapılıyordu. Ama bütün bunlara rağmen dolabındaki tişörtlerin ve kütüphanesindeki CD’lerin sayısı gün be gün artıyordu.
Bir sabah kafenin birinde karısıyla kahvaltı masasında otururken, ramazanda yiyip içmesinden ve üzerindeki kanlı “Metallica – Kill’em All” tişörtünden fena halde nefret ettiği belli olan garsonla gözgöze geldi. Adamın bakışları o kadar rahatsız ediciydi ki, en fazla iki saniye dayanabildikten sonra bu nefret bakışlarından kurtulmak için gözlerini televizyona çevirdi. Ekranda, birkaç ay önce şantiyedeki çadırlarda kalan on işçinin yanarak öldüğü alışveriş merkezi inşaatının sahibini gördü. Elindeki, yüzündeki, elbisesindeki kanları büyük bir ustalıkla gizleyerek yanındaki devlet büyüklerinin sırıtışları eşliğinde ülkenin nasıl hızlı bir şekilde büyümekte olduğunu anlatıyordu.
Hala üzerinde hissedebildiği nefret bakışlarının yanlış adresi olan onun üzerinde ise kan değil, sadece biraz önce içtiği portakal suyunun, pipetle komiklikler yaparken tişörtüne düşen birkaç damlası vardı.
Malumunuz başımızdaki, belediyecilikten geldi buralara; imar,
iskan, inşaat onun ve etrafındakilerin işi. TOKİ, duble yol, gökdelenler, HES inşaatları son zamanlarda büyümenin motoru. Büyümek dediğin kof iman tahtası ile olmaz tabii. Vurdun mu
ses gelecek oradan. O zaman inşaatlara camileri de eklemek lazım. Hem de en
büyüklerinden, en stratejik konumlularından...
Önce Taksim’le yoklanan nabızlar çok yükseklere çıkınca,
yüksek nabızlara koşut olarak, İstanbul’un havadar yerlerinden Çamlıca, mevki olarak
seçildi tanrının yeni evine. Her yerden görünecek, dindar nesle güven ve
huzur verecek, düşmanları ise korkutacak; mavi ya da beyaz yakalının, yani
yakası bir araya gelmeyen emekçinin, işsizin, öğrencinin, fakirin fukaranın her
gün üzerinde cebelleşip durduğu taşı-toprağı altın yapacak simya mabedi olacak
bu ev.
Canterbury kilisesi, Charles Dickens’ın Bayan Micawber’ine neler
hissettiriyorsa (“…böyle kocaman kilisesi bulunan bir kentte karşımıza bir
fırsat çıkabilirdi”*) bizimkisi de aynı hissiyatla dolduracak yürekleri.
Kısacası kafa yapacak…
* Charles Dickens - David Copperfield (Oda Yayınları, 2006, 2.Basım)
"Hala Kızları Radyosu
Nazlı işaretparmağıyla burnuma dokununca, "Hem başsavcının hazırladığı iddianame hem de..."diye başlıyordum ki Zeynep uzanıp kulağımı büktü. İkisinin de çok sevdiği cızırtılı sesler çıkararak, gözlerimi çevirerek bir şarkıda durdum: "Ha ha hay dinleyin dostlar benim de artık bir sevgilim var. Hırsından çatlasın düşmanlar benim de artık bir sevgilim var." Neşeyle el çırpmaya başladılar. Nazlı ayağa kalkıp kollarını iki yana açarak birkaç kez çevremde döndü.
Biraz sonra sıkıldılar; ikisi birden sağ kulağıma davrandı. Önce biraz cızırtı, sonra "Pamuk alımlarında hükümetin belirlediği..." Yine sağ kulağıma uzandılar, "Erdemit Van'a bakar içinde..." Sonunda Zeynep dayanamayıp "Şarkı istemiyoruz!" dedi, burnuma bastı. Susup gözlerimi kapadım.
Kısa bir sessizlikten sonra, "Bir roman bir hikaye istiyoruz," dedi.
Nazlı başıyla onayladı, "Ben o istekli kuşu istiyorum!"
"İstekli değil o, iskete kuşu!" diye düzeltti Zeynep; isteklerinin bana ulaşmasını sağlamak için burnuma iyice bastırdı.
"Kamil Fikri'nin 'İskete' adlı hikayesini kaldığımız yerden okumayı sürdürüyoruz."
Zeynep yüzükoyun yere dizlerimin dibine uzandı, Nazlı sol kulağımı büktü, sesimi yükselttim:
"Günler geçmiş ama çocuk isketesinden henüz bir haber alamamıştı. Pencerede bir tıkırtı duysa hemen cama koşuyor, kapı çaldığında bile yüreği ağzına geliyordu. Bazı geceler uyumadan önce haritayı açıp Sinop'un çok uzak olup olmadığını anlamaya çalışıyor..."
Nazlı burnuma bastı, "Sinop uzak mı?"
Zeynep onu azarladı, "Böyle saçma sorular için radyoyu kapatırsan hikaye bitmez ki! Sinop uzak tabii!"
Ben itiraz etmeyince, "Hem de çok uzak!" diye ekledi ve burnuma dokundu.
"Ankara'dan Sinop'a giden yolun yokuş yukarı olduğunu düşünerek üzülüyordu. İsketesinin gücü yetecek miydi?
Böylece günler haftalar geçti. Çocuk çok sevdiği kuşunun ötüşünü, tüylerinin rengini, tek gözünü dikip bakışını neredeyse unutmaya başlamıştı. Bir gün sokakta saklambaç oynarken saklandığı yerde, bir bahçe duvarının arkasında, bir güvercin gelip omzuna kondu. Öyle korktu ki, neredeyse bağırarak kaçacaktı. Biraz sakinleşince güvercinin boynunda bir mektup olduğunu gördü. Güvercini ürkütmekten çekinerek titreyen elleriyle mektubu aldı.
Mektup isketesinden geliyordu. Hemen orada okudu. Sevgili kuşu sağ salim Sinop'a varmıştı.Yolculuğu iyi geçmişti. Yüksekçe bir dağı aşarken bulutların içine girmiş ve hiçbir şey göremediği için biraz korkmuştu. Ama yolların, ağaçların, tepelerin yamaçlarındaki kırmızı kiremitli evlerin ve uçsuz bucaksız maviliğin güzelliği bambaşkaydı. Sonra deniz... Denizi de görmüştü. Daha doğrusu önce duymuştu. Kocaman bir çift kanadın çırpılışı gibiydi.
Çocuk isketesinin mektubunu okurken ötüşünü duyar gibi, tek gözünü dikip baktığını görür gibi oldu. Omzundaki güvercinin uçtuğunu fark etmedi. Güvercin, aç olup olmadığı sorulmadığı için biraz kırılmıştı. Ama çocuk bunu düşünemeyecek kadar heyecanlıydı.
Yine günler haftalar geçti. Çocuk artık güvercinleri gözler olmuştu. Bir sabah pencerede bir tıkırtıyla uyandı. Açıp baktı, boynunda mektupla bir güvercin duruyordu. Mektubu aldı, güvercine biraz beklemesini söyledi. Az sonra ekmek ve suyla geri döndü. Karnını doyurup parmağıyla başını okşadıktan sonra güvercini yolcu etti. Kalbi duracak gibiydi.
Yatağına uzandı, biraz sakinleşince mektubu okumaya başladı. İsketesi Edirne'ye gitmişti. Kıyı boyunca uçmak, bilse ne kadar güzeldi. Su ile toprak arasına bir çizgi çeker gibi. Denizin korkutucu bir güzelliği vardı, bütün kuşları çağırıyordu. Ama toprak daha dosttu, çağırmasına bile gerek yoktu, ağaçları yeterdi.
İskete yolculuğunu, gördüğü yerleri öyle güzel anlatıyordu ki, çocuk defalarca okudu mektubu. İsketenin sağ kanadındaki hafif bir ağrıdan şikayet ettiği cümleyi neden sonra fark etti. Ötüşüne benzeyen cümlelerle kendini kaptırdığından bu şikayeti kavrayamamıştı.
Üçüncü mektup çocuğun ailesiyle çıktığı tatilden dönüşünde geldi. Daha doğrusu kim bilir ne zaman gelmişti de, evde kimsenin olmadığını gören güvercin balkona yuva yapmış, bekliyordu.
Mektup Balıkesir'den geliyordu. Marmara Denizi'nin altında pırıl pırıl yattığı uzun deniz yolculuğunu, güneşin ona eşlik edişini, denizle bir ırmağın birleştiği yerde konaklayışını, sazlıklardaki arkadaşlarının muhteşem korosunu anlatıyordu. Mektup bütün bu güzel şeyleri gölgeleyen bir haberle bitiyordu. Sağ kanadındaki ağrılar artınca iskete bir veterinere gitmek zorunda kalmıştı. Veteriner ona, mektup yazmayı bırakmasını yoksa yakında kanadını hiç kullanamayacağını söylemişti. Kanatların yazmak için değil uçmak için olduğunu hatırlatmıştı. Dolayısıyla bir süre mektup yazamayacaktı.
Çocuk bu habere çok üzüldü. Hem kuşunun uçmasının tehlikeye girmiş olmasına hem de o güzel mektuplarını artık okuyamayacak olmasına.
Aradan aylar geçti. Çocuk gökyüzüne bakmamayı, güvercinleri gözlememeyi öğrendi. Mektupsuz her gün isketesinin iyileşmesi demekti.
Baharın başlarında bir gün okuldan dönerken çantasının üzerine beyaz bir güvercin kondu. Çocuk hemen anladı, sevinse mi üzülse mi bilemedi. Simitçiden bir simit alıp küçük parçalara ayırarak güvercine verdi. Onu yolcu etti. Koşar adımlarla eve gitti, mektubu okumaya başladı. İsketesi..."
Zeynep heyecanla atılıp sol kulağını büktü.
"...bu kez hangi şehirde olduğunu yazmamıştı, çünkü bir kafesin içindeydi. Mektup yazmayı bıraktıktan sonra gerçekten de kanadındaki ağrı azalmıştı. Ama uçtuğu, gördüğü yerleri çocuğa anlatamamak bir süre sonra ona ağır gelmeye başlamıştı. 'Sana anlatamadıktan sonra gördüklerim neye yarar!' diyordu. Kafeste kanatlarına ihtiyacı olmadığından rahatça yazabilecekti. Sahibi arada sırada kafesini dışarı, bahçeye çıkarıyordu. Bahçe ilginç bir yerdi. Birkaç tane iğneyapraklı ağaç, bir asma ve pek çok çiçek vardı. Sahibi de ilginç biriydi. İhtiyar bir adam. Bastonla yürüyordu. 'Sana ihtiyar adamı ve bahçeyi anlatan mektuplar yazabilirim. Hem kim bilir belki sahibim bir gün beni sana getirir,' diye bitiriyordu mektubunu.
Çocuk gözyaşlarını silerek mektubu yastığının altına koydu. Önünde yine beklemeyle geçecek günler, aylar vardı."
Bir süre sustum. Sonra her zamanki melodiyi ıslıkla çalıp, "Kamil Fikri'nin 'İskete' adlı hikayesi burada sonra erdi. Yarın yeni bir programda buluşmak üzere hoşça kalın," dedim.
Zeynep iç çekerek burnuma dokundu.
"Bir daha anlat, hadi bir daha!" diye bağırarak burnuma atıldı Nazlı. "
Ardından onun karşısına “blasphemy”yi koydu insanoğlu. Her tanrı
kelamına ya da kendini tanrının elçisi, gölgesi, yansıması, -hatta kendisi-
yerine koyan muktedirlerin buyruklarına küfürle cevap verdi “sapkın” takımı.
Tarihin motoru sınıf mücadelesi ise yakıtı isyan oldu. Ağızdan,
kafadan, kalemden çıkan her küfür ise ateşlemeyi yapacak enerji eşiğini atlamak
üzere, tarihe düşülmüş notlar olarak bekleyen birer kıvılcım…
“…sözlerinde kendi kişisel duygularını dile getirir hiçbir şey
olmadığı apaçıktı; sanki bir tarihçiydi ve kimseye hakaret etme amacı taşımadan
büyük bir soğukkanlılıkla tarihsel bir gerçeği açıklıyordu.”
Çernişevski, “Nasıl Yapmalı?” romanında kendisine "rezil ve yalancı" diyen romanın en "üstün"
kişisini böyle betimletiyor, romanın bir başka
kişisine.
Ve ekliyor: “Bu sırada hali de öyle tuhaftı ki, ona kızmak
gülünç bir şey olurdu. Bu yüzden yapabildiğim tek şey gülümsemek oldu.”
İşte
tarih yapan küfürbaz; kendisine gülümseyeni de, hazmedemeyip cezalandıranı da bu
şekilde mimler.
Biz de mimleyelim o zaman ilk mamamızla, tarihe gömülecekleri
ağız dolusu bir küfürle.
Ciddi hatalar yapıldı. Kültür endüstrisi için bile olsa, bir karakterin ilah mertebesine ne şekilde nasıl getirildiği (veya geldiği) önemli değildi. Asıl mühim olan, hikayenin o mertebeye geldikten sonraki kısmıydı kuşkusuz. Fazla söze hacet olmamasının nedeni de basit; hem "ilah"lıktan, hem estetikten, hem de kulağın açtığı yeni kapılardan bahsetmiyor muyuz? Bu kadın da başından beri hep bunlardan bahsetmiyor muydu?
You came Father Nixon
Mr. Watergate
They gave you so many honors
These exploiters of the people.
They festooned the widest path
From Ras-El-Tine to Mecca
So that from there you could go to Accra
And that it could be said he made the pilgrimage.
It was a real traveling circus,
Your benediction Parents of the Prophet.
Çoğu zaman, pikaptan kasete yapılan seçmeceler gibi, lineer tarih akışı zıddına giderek kulaklarla beraber ruhu da "yenileyen" retro akımı, loş ferahlıklar sağlayabiliyor. Artık hepimizin içerisinde Hornby'in meşhur karakteri Rob Gordon gibi bir karışık dondurma kasesi şefi bulunduğuna göre, e haydi... Nasılsa üzerine bir bardak su içsek, boğazımız ağrımaz.
Kökler mevzusunun kafaya sirayeti sadece en eskilerin, en alttakilerin kılavuzluğu ile olmuyor elbet. Kök, bir nebze de hayatın belirli bir dönemine ait plüralist bir seçimin sonucu da olabiliyor. Üzerinde uyunmayan bir yatağa rastgele bırakılmış iPod'un içerisinden, kulağın gidip Fugees'i bulması ve bunu müthiş bir şaşkınlık ve sevinçle karşılaması gibi örneğin. Kök iPod'da değil elbet, Fugees'in The Score'unda saklı.
Yeni Dünya'da, mikrofonu eline alanın Afrika Bambaataa'yı mihenk alması kadar doğal bir şey olmayacağı aşikar. Sonradan Yeni Dünya'ya gayet uyumlu bir şekilde bir yıldızlar topluluğuna dönen Fugees'in, köklerimize sirayet ederek, halen var olanı değiştirme kudretine sahip olduğu da en az o kadar aşikar. The Score, bir nevi tüm Fugees külliyatının özeti gibiyse, kök de olan biten her şeyin çekirdeği işte. Sessizce kabullenmek yeterli(ydi), fazla kurcalamaya gerek yok(tu).
nerede yorulduğunun ne önemi var, mevzu yorulmak değilse
eğer! insan hayatında kaç dilde kendini evinde hissedebilir ve çocukluğunda
kaybettiğini sandığı bir kelimeyi başka bir dilde bulmasının imkanı var mıdır? düşündüğümüz
dil içine düştüğümüz dil ne yazık ki…”ne yazık ki” seçim şansı elimizde
olmayışından, başka bir şeyden değil, aman! peki ya içinde sarhoş olduğumuz dil
hangisi? içinde yaşadığımız dile anadilimiz diyoruz da içinde sarhoş olduğumuz
dile ne diyoruz beyler? hadi bir el atın buna.
hiçbir dil hiçbir dile çevrilmiyor ne yazık ki, o yüzden bir
dil bir insan belki ve her insan ayrı bir dünya. ΠΩΠΩΠΩ! anlaşmak namümkün bu
dünyada dilsiz olmadıkça!
ΉΜΟΥΝ ΚΟΥΡΑΣΜΕΝΗ ΓΙΑ ΝΑ ΖΟΥΣΑ ΣΤΗΝ ΑΛΛΗ ΓΛΩΣΣΑ ΑΛΛΑ ΤΩΡΑ ΜΟΥ ΛΕΙΠΕ ΠΟΛΥ! ΕΧΩ ΕΝΑ ΜΕΓΑΛΟ ΚΑΙ ΝΕΟ ΠΑΡΑΘΥΡΟ ΜΕ ΕΛΛΗΝΙΚΑ. ΔΕΝ ΞΕΡΩ ΠΩΣ ΘΑ ΖΩ ΧΩΡΙΣ ΑΥΤΗ! ΠΡΩΤΗ ΦΟΡΑ ΣΤΗΝ ΖΩΗ ΜΟΥ ΑIΣΘΑΝΘΗΚΑ ΑΛΛΟ ΧΩΡΟ OΠΩΣ ΣΠΙΤΙ ΚΑΙ ΟΠΩΣ ΠΑΤΡΙΔΑ! ΙΣΟΣ ΗΜΟΥΝ ΕΚΕΙ ΜΙΑ ΦΟΡΑ ΚΙ ΕΝΑΝ ΚΑΙΡΟ... ΚΑΙ ΝΟΜΙΖΩ ΕΓΩ ΨΑΧΝΩ ΜΙΑ ΛΕΞΗ ΠΟΥ ΛΕΙΠΕ ΟΤΑΝ ΗΜΟΥΝ ΠΑΙΔΙ. ΕΛΠΙΖΩ ΟΤΙ ΘΑ ΒΡΩ ΜΙΑ ΜΕΡΑ!