berlin'de big ben

188866
1998'den beri faal DJ'lik görevini başarıyla yapan başkent Berlin'li Ben Klock, 2009 tarihli uzunçaları One ile bizi öyle bir salladı ki, hem Berlin'e hem Ben'e bir kez daha hayran kaldık. Albümün hemen ardından üç parçalı Remixes EP' si de gelince sevgili küçük ve orta ölçekli bedroom dj'lerinin "bugün ne çalsam?" kabusu da sona ermiş oldu. Daha evvelki neşriyatlarımzda yer bulan WaterGate seri toplamalarında da parçaları bulunan Ben Klock'u bu sefer saatlerce tek tabanca dinlemek çok daha rafine, süzülmüş bir kıvam vermekte. Bazılarımızın tuğla gibi önyargıları olduğu janr minimal teknonunda Ben Klock gibi süzülmüş rafine kıvamlarına canımız; Berlin'e bütün duvarlarımız feda!

parıldayan yumurta

kings452
Norveç gülü Kings of Convenience, üçüncü uzunçalarları ile 5 senelik uzun bir aradan sonra tekrar bizlerle. Bu satırları yazan kulunuzun çok da aşina ol(a)madığı bir stil olsa da, bilhassa üniversite kantininden arkadaşınız kıvamındaki Erlend Øye 'nin yenilikçi vokal karakterini bir adım daha ileriye taşıdığına şahit olmak açısından mühim bir kayıt Declaration Of Dependence.

Pazar kahvaltısını sıkıntıdan ziyade bir keyif ve huzurla karşılayanların, derdi tasayı bir kenara atmayı, bir önceki gece dans pistinde değil de, o geç-kahvaltı-masası entelektüalitesinde bir "pazar eki" ile gerçekleştiren mamacılar için biz de bu albümü sofraya koyuyoruz. Hani bir yerde Kings of Convenience mühim mesele tabi, ama hayatı uzun pazar kahvaltılarından ibaret kılacak kadar da ipeksi olmayıverin mümkünse. "My Ship Isn't Pretty" ye ,"Power Of Not Knowing"e, "Me In You" ya pür dikkat...

arama butonu

6a00d8345163ca69e200e5507864788834-640wi
Nasıl bir ihtiyaç sonunda nerelerden geçerek ne tür bir eksiklik tanımı yaparsanız yapın, birileri serüvenin bir yerinde mutlaka size "birşeyleri aramanın bizatihi kendisi"nin, bulunca onunla ne yapacağınızdan çok daha mühim olduğu klişesini söylecektir değil mi? İşte film "Broken Flowers" da öyle tatlı bir klişe. Gerçekten de ne aradığınızın bir önemi yok, aradıktan sonra. Rüya sahneleri harika, komşu karakteri enfes, hissiyat oturaklı, yolculuk sonsuz, aidiyet yok. Bill Murray "Lost In Translation"daki rolünü aynen devam ettiriyor, neredeyse tıpatıp aynı karakteri başka bir hikayede bize sunuyor. Müzikler :

Yanına köşesine iliştirilmiş çok mühim olmayan kenar süsleri ile birlikte filmin soundtrack'inde mühim bir yer tutup, bilenlerin bir kez daha hatırlamasını, bilmeyenlerin ise bir an evvel kendisini hayatlarına sokmasını sağlayan Etiyopya'lı free jazz üstadı Mulatu Astatke'ye bize cool'un tanımını bir kez daha hissettirdiği için saygılarımızı sunarız. Çok yaşa Etiyopya, çok yaşa Mulatu!
Mulatu+Astatke

işi kıvıran cover

Bir kez daha zikredip, üzerinde düşünerek, önermeyi doğrulayacak sürü sepet örnekler bularak, okuyoruz. Ne demişti mama yoldaşımız : "bir ‘cover’, şarkının orijinalinde varolan ve fekat pek derinde, örtük olanı ‘uncover’ ettiği denli iyidir..."
Untitled-3_240853t
Başka ne denilebilir ki? Buna tek eklentimiz, topyekun "remix" hadisesini de bir tavır olarak cover ile aynı tutup , bu düsturun remix çalışmalarında da geçerli olmasını dilemek olabilir. Nihayetinde hem cover'da hemi de remix'de iş, varolan bir "şey"in, kişiselleştirilip dönüştürülmesi hadisesinde odaklanmıyor mu? İyi coverlara, kaliteli remixlere her zaman ihtiyaç olmuyor mu? Keza kim hergün baklava yemek ister?
joanaspolicewoman300
Şu sıralar memleketi Brooklyn'den ziyade başta Birleşik Krallık olmak üzere Avrupa'da ses getiren bir abla Joan As Police Woman. Şanslı olanlarımız onu Eylül ve Ekim ayı boyunca süren Avrupa turnesinde yakalayıp "yahu ben bu şarkıyı dinlemesem de, duydukça seviyormuşum..neydi ki acaba bu..ne de güzelmiş.." hissiyatı içinde deneyimleyebilirler. 2009 tarihli albümde, içlerinde bildiğimiz kadarıyla Britney Spears, Adam & The Ants, Public Enemy, Jimi Hendrix, T-Pain ve David Bowie gibi isimlerin olduğu bir skalada coverlarını sıralayan abla, parçaların içerisindeki bazı "şey"leri uncover etme iddasında gibi geldi kulağımıza.Ayrıca demeden geçemeyeceğim, son yıllarda duyduğumuz en cool dişi seslerden, en havalı boşvermişliklerden biri ile karşı karşıyayız. Mamalanmasak, soframıza almasak olmaz...

küçük bir muse

2000'li yılların başlarında Muse'u, gitarlı İngiliz popüler müziğine yeni bir çığır açmak üzere olduğuna ikna etmeye çalışan ana akım medya, grubun böyle bir niyeti ve bizce taakati olmadığını anladığı anda bundan vazgeçti. Lakin Muse 2009 senesini kutladığı yeni kaydı "The Resistance" ile, topluluğun varoluşundan hiçbir ümit beslemeyen bendenizi bile şaşırtacak bir performans gösterdi.
534537453
Gayet oturaklı bir sound ile beraber kararında minimal senfonik melodilerle bezenmiş bir podyuma The Queen, Chopin , Bill Laswell, Morphine, Black Sabbath ve Muse'un aynı anda çıktığını düşünün Londra moda haftasında...
Evet, yanlış okumadınız, Chopin ve Morphine.

piton

"lan şu neden yok yahu mamada?” diye bir başlasak karşıki dağlar yıkılır aslında, geçen mama amcası ile haspiyalimizde benim çıkardığım en mühim sonuç bu. Radiohead için alt giride söylenen tüm güzellemelere katılmamak elde değil ama, sözkonusu vaziyet salt radyo kafasında olsa yine iyi; işimiz nispeten kolay idi.
cinematic
Peki ya bu 6 adama ne demeli? Dile kolay tam 10 (yazıyla on) senedir hayatımıza her girdiğinde onu önce etraflıca bir saran sarmalayan, ardından o sarılma şevkatini giderek şiddetlendiren ve sonlara doğru sarılmayı "sıkma"ya çevirip bizi neredeyse nefessiz bırakacak kadar sıkıştıran, ölümcül bir sevgi beslediğimiz The Cinematic Orchestra? Onlar için ne demeli? Ne yazmalı, ne konuşmalı?
286676
Roots Manuva'lı "All Things To All Men" mi diyelim, bize uyurken bütün gezegeni gösteren "Burnout" tan mı dem vuralım? Avant Garde etkileşimli "Man With A Movie Camera" yı mı seyreyleyelim yoksa huzurun sadece İslam'da olmayabileceğini de bize muştulayan "Breathe" ile mi boynumuzu öne eğelim? Kulağımıza yeni mamalanan "Borrowed Time" ve "Brother" ile mi yenilenelim yoksa 10 sene evvelki "Channel 1 Suite" i bir kez daha mı zikredelim? Herşeyi geçelim, iyisi mi şurdan yürümeye başlayalım...

The Cinematic Orchestra, sokarak aniden değil, sarılıp sıkarak öldürür.

radyo kafasına girizgah!

mama kumandanlarının olağan buluşmalarından biri daha gerçekleşti. "lan şu neden yok yahu mamada?" listesinin en üst sırasını işgal eden, yüzyılın olayı radiohead, öyle ha denince yazılabilecek bir şey olmadığı için; bir muamma, bir mucize olduğu için; hayatlarımıza nevi şahsına münhasır, eşsizlik abidesi bir hediye olarak girdiği ve o yıkıcı andan sonra bizi sürekli yıkıp yeniden inşa ettiği, hiç yanımızdan ayrılmadığı için; ve daha pek çok sebepten ötürü, önce bu mucizeye şahitlik eden dostlarla bir girizgah yapalım, sonra belki cüretimizi, cesaretimizi derler, toparlar yazarız hissiyatımızı..


Radiohead2




gnarls barkley, reckoner duasını eda ediyorlar.

unutmayın: bir 'cover', şarkının orijinalinde varolan ve fekat pek derinde, örtük olanı 'uncover' ettiği denli iyidir.

ya garajdayım ya tavan arasında

2558211886_fcf6698fb0
Her ne kadar büyük şehirlerdeki akademik entelijansiya tarafından da el üzerinde tutulsa da, Sonic Youth bana hep Amerika Birleşik Devletleri'nin alacalı bulacalı, gökdelenli mökdelenli metrolopollerindeki göreceli kaotik vaziyetten ziyade, tek katlı bahçeli beyaz evlerin (ve tabi ki o evlerin tavan arası ve garajlarının...) ekseriyeti oluşturduğu, nispeten az nüfuslu ama yeraltı üretkenliğinin çok daha "görülebilir" olduğu küçük-ve-orta-ölçekli-amerikan-yerleşkesi buhranlarının soundtrack'i gibi gelmiştir. Burada tekrarlamaktan imtina ettiğim derecede mühim ve teferruatlı bir maziye sahip topluluk 2009 yılında da o garajları ve tavan aralarını boş bırakmıyor ve 16. uzunçalarları The Eternal ile geri dönüyor.
eternl
Bir Sonic Youth plağını, hele ki Goo gibi bir şaheseri yapmış bir Sonic Youth ise, teknik olarak kritisize etmek çok gereksiz ve manasız. Sonic Youth, bildiğimiz Sonic Youth, o ev bildiğimiz ev, bildiğimiz garaj. Müzikteki hissiyat da çok fazla değişime uğramamış gibi geldi bize, zira tahayyül etmeye çalışmanıza uğraştığım o hayatın buhranı öyle çabuk geçen günlük sıkıntılardan da değil. Alttan alta , bir derin sızı modeli o evlerdeki buhranlar.
Albümü birkaç kez döndürün, herşeyin gereğinden fazla yerli yerinde göründüğü bir anda, o habitatın ilk bakışta verdiği huzura hiç oturmayan dehşetengiz hikayelerin döndüğü bir american-suburban-depression'ınının hakkını verin. Sonra albümü sakin kafa(?)yla bir daha döndürün. Sonra bir daha.

lay your head where my heart used to be

tree

think of me as a train goes by

babaların babası tom waits babaya, hürmet ve şaşkınlık karışımı bir muğlaklıkla...

palermo'da vurulasıca...

dün akşam wim wenders'ın son osurtusu palermo shooting'i izledim, mamaperverler.. lisanımı mazur görün: ama vallahi o kadar pahalı bir prodüksiyon, ve o kadar boş ki; insanın, yapımcılara, yaşlanmış ve kafayı yemiş yönetmenlere verecekleri parayı, kısa filmlerle muhayyilemizi canlandıran anarşist gençlere aktarma zorunluğu getiren bir yasayı destekleyesi geliyor. uzun olduğu kadar hakaretamiz de olan cümlelerimi mazur görün.


palermo_shooting


spoiler geliyor:

yaşlanmaya, ölüme kafayı takmış nice adamın nice filmini gördük: bergman'ın üstüne de tanımayız bu hususta. ama, hadi wenders'ı anladım; die toten hosen'in solisti campino'nun ne işi olur geç ortayaş kriziyle? ayrıca, oyunculukla da pek işi olmadığını biz bile ilk bir kaç sekansta anladık, vre wim, sen neden bu işi sonuna dek götürdün?

nedir o diyaloglar? filmin finaline yaklaşırken filmin baş karakteri bunalımlı fotoğrafçı finn (campino) ile ölüm (denis hopper) arasında geçen diyalog nedir? ölüm'ün, digital fotoğrafçılığa verip veriştirdiği, analog fotoğrafın 'essence'lerle işlediğini iddia ettiği sahneyi çekerken, sen körcesine inandın senaryona, gülmek gelmedi içinden ama, ya oyuncuların, dennis babanın saklayamadığı sırıtma müsveddesini de mi görmedin? hadi onu da görmedin, leica'nın digital rangefinder'ı m8 çıktığında, onun digitalliğinin leica'lığına halel getirmediğini savunduğun reklam filmini çektiğini de mi unuttun, vre şerefsiz!

güzel şeyler yok mu filmde? eh, var tabii. giovanna mezzogiorno var mesela. güzel kareler var mesela.. campino'nun sürekli elinde gezdirdiği plaubel makina 67 adında medium format bir bebek var mesela.. palermoda karşılaştığı bir kadının elinde arz-ı endam eden leica m7 var mesela. bir de, mamayı ilgilendiren güzel bir soundtrack var. [portishead'den the rip'e, get well soon'dan good friday'e, grinderman'dan dream'e (u2'yu andırıyor demeyin, ondan daha iyi) ve song for frank'e, ve en önemlisi irmin schmidt'den flavias thema I'e dikkat edelim derim.]

o kadar.

ayrılmayacağız

Kalite nedir sorusuna, diğer tüm subjektif kavramlara öngörülen tanım gibi, kitabın verdiği yanıt mesafeli : bir ürün ya da hizmetin belirlenen veya olabilecek ihtiyaçları karşılama kabiliyetine dayanan özelliklerin toplamı...
l_2023d8c4011b40269cc24484617e343e
Büyük Britanya menşeili Zoot Woman, 2001 yılındaki debutu "Living In A Magazine" ve onu takiben 2003 senesinde basılan "Zoot Woman" plaklarıyla bilhassa pop müzikteki kalite anlayışımızı ,ne kadar sakil bir tanım olsa da, yukarıdaki tanımda söylenen kıvama getirmiş, kararında süslü bir topluluk. Gün içerisinde herhangi bir saatte kulaklarınıza değse ne üzerinde çok düşüneceğiniz ne de onu tırmalayacak bir müzik ile , hem moda camiasına hem de "kaliteli pop müzik nedir?" düşüncesine hayatlarında en az bir kez olsun takılmış olan herkese ilaç oluyor.
l_ffc55feffbda437e9de12a25c1894fb3
Sonuncusunun üzerinden 6 sene sonra, dumanı üzerinde tüten üçüncü albümleri ile soframıza gelen yeni mama Zoot Woman. Albüm ilk iki uzunçalardaki tüm referansları sürdürüyor, kaliteli bir pop müzik içerisine olmazsa olmaz electro,electro-clash,new wave,house,rock soslarıyla vokalist Adam Blake'in o naif ve sakin tavrını iliştiriveriyor.
Bizim için uzak bir ihtimal olarak görünmekle beraber , ana akım dinleyici üzerindeki etkisi ilk iki albüm kadar olur mu bilinmez. Keza bu albümün o raddeye gelip gelemeyeceğini söylemek için henüz çok erken. Belki de 6 sene albüm yayınlamadan turne yapmaya vesile olacak kadar çok beğeni kazanan o ilk iki albümün tamamiyle sindirilip bağırsaklara gitmesini bekleme taakatini gösteren gruba, biz de bu sabrı gösterebiliriz. Tıpkı gardırobun önündeki kararsızlık zamanlarında kendimize veya birisine gösterdiğimiz sabır gibi.

Zira bu gezegende herkes bir diğerine "belirlenen veya olabilecek ihtiyaçları karşılama kabiliyetine dayanan özelliklerin toplamı" değil mi son kertede?
İlk bakışta "Memory" ve bilhassa "We Won't Break" e pür dikkat. Kaliteli dinlemeler.




han solo : tom jenkinson

up-squarepusher_n_bassLG
Safi serin mekanik ile başlayıp , orta karar sibernetik sosu vererekten, nihayetinde ahşap bir organikliğe kavuşmuş gibi gözüken eski dostumuz (kocamız) Tom Jenkinson, Eylül 2007'de Paris'teki "Cité de la Musique" de verdiği canlı solo performansını alışık olduğumuz üzre Warp Records etiketiyle piyasaya sürdü sevgili mamma mia'lar...Plak şirketine bakılırsa sınırlı sayıda basılan bu plağın isminin "Solo Electric Bass 1" olmasından, bombardımanın devam edeceği kokusunu alıyoruz. Genel hissiyattaki tavır aynı kalsa da, yukarıda da bahsettiğimiz üzere Squarepusher, "Tom Jenkinson" olmuş bu performansta... 1990'lar ve 2000'lerin ortalarına kadar yaptığı işlerin ekseriyetinde vücudumuza yavaşça acıtmadan sokuverdiği o steril,incecik,gri ve soğuk şırıngaları bir kenara bırakmış; artık o dehşetengiz estetikteki mekanik görüntüleri değil Tom'un beyaz parmaklarını,kazağını gömleğini, titreyen saçlarını ve bass gitarına düşen ter damlalarını görüyoruz.
WARPCD174-480-1
Parçaların bazılarının ortalarına bazılarının sonlarına serpiştirilen "bu melodiyi bir yerden hatırlıyorum" refleksli harikulade referanslar (Jimi Hendrix??) ve çağrışımlar işi bir highly güzelleştiriyor. Squarepusher bu sefer çoğu silahından arınmış bir halde; karşınıza nüfus kağıdındaki ismiyle geliyor. Performans sonrası harap bir şekilde "o delinin zoru neydi öyle? neler yaptı bize!" den ziyade, yerden aydınlatmalı sarı renkteki loş bir odada uslu bir kadeh eşliğinde sakince haspiyal halindeyken, hala o potansiyeli herifin tek bir bakışında ya da göz kaçırmasında yakalamak gibi...

fink & yaşar kurt

bıktırma pahasına fink'e dönüyorum ve yeni bir hissiyat kazısının sonuçlarını açıklıyorum:

fink'te beni bunca etkileyen şeyin ne olduğunu sözle anlatamam. ne ki seneler evvel, biraz da gecikerek, 1996 sonunda dinlediğim bir albümün etkisiyle karşılaştırmalı anla(y)(t)abilirim ancak.

yaşar kurt, tıfıl yaşamımıza bir sokak şarkıcısı olarak girmiş idi. pek tuhaf, pek hüzünlü zamanlardı. stüdyoya sadece gitarıyla girip içinden geldiğince söylediği şarkılardan mürekkep "sokak şarkıları" albümü, garipsemeyiniz, bende bir devrim alametiydi.


sokakuy3


tekrar tekrar dinlemekte, giderek fink'e bağlamakta bir sakınca görmüyorum. faide görüyorum, bilakis... 'hırsızlar'ı dinleyin, tekrar konuşalım..

venedik biennale'inde cafer yusuf ve francis bacon!

planlamada ciddi bir hata: temmuz sonu-ağustos başı, saçma sapan, uyduruk bir konferans için venedik'te bulunmak zorunda kalan naçiz yazarınızın karşısına çıkan en güzel iki sürpriz aşağıdadır:

1. dhaffer youssef, tutup saudi arabia pavyonundaki hoş bir videoya müzik yapmış.

bacon


2. armenia pavyonunun bulunduğu palazzo'nun biennale'le alakası olmayan arka odalarından birinde francis bacon'un eskizlerinin sergisi varmış, meğer!

ikisini siz birleştirin, pek gıymatlı mamaseverler! insanın insanlıktan çıktığı noktaların arasını çizince, ikisini birbirine bağlayan bir haritayı elde etmiş olacağımızı sanıyorum ben, naçizane... gerçi, cafer'in çapı francis'inkiyle karşılaştırılmaz ya...