tepedeki hüzme


Beşerin, kurtulmak adına etrafını olabildiğince sterilize etmesinde ve tabi ki bu sterilizasyonun kokusu içerisinde sadece psikoloji ve tıp eğitimi almış kişilere bahşedilmiş soğuk bir estetik var gibi.

Scorsese'nin "Bringing Out The Dead"inde, yıkımdan az evvelki "kurtuluş" bu sefer bir ambulans şoförüne de (kelimenin her anlamıyla) parlamamış mıydı? Peki, Andy Rene'nin After Laughter (Comes Tears)'ı bu toplamaya dühul edilmemiş ama hissiyatı ile onu özlemiş bir parça değil miydi? Oldukça.

Հրանդ Տինք


"bütün gazeteler ikinci ve üçüncü ve hatta ekispires baskı yaptılar o gün
baktım
batıdan doğmamıştı güneş
baktım
yerliyerindeydi dağlar
caddeler bildiğim caddelerdi
arabalar bildiğim arabalar
bir o yandan bu yana
bir bu yandan o yana
tüketen kaldırımlar

dedim
ne var dedim n'olmuş dedim karadeniz mi taşmış
sakarya mı kopmuş ortayerinden
hayır dediler
erciyes mi püskürmüş ege mi donmuş
gül mü açmış tuzgölü'nün tuzunda
kavakta nar mı bitmiş
meyvadan mı iğilmiş ankara'nın selvileri
dile mi gelmiş kerpiç
mezarlar mı örgütlenmiş
hayır dediler

baktım
oğlan kızı takıvermiş gidiyordu koluna
vatan ne ki
sınıf ne ki
kurtuluş ne ki?
bir yeşil yanıyordu bir kırmızı lambalar
sanki sudan geçiriyordu sürüsünü bir çoban
herkes en önemli noktasına birşeyler iliştirmişti
kadınların en ilginç yerleri yine hep oralarıydı
yine hep oralarındaydı erkeklerin aklı fikri
kuyruklu yıldız da geçmemişti üstelik
katır da doğurmamıştı
ejderha da görülmemişti dikmen tepelerinde
çankaya sırtlarında evran da
ama işte nedense
bütün gazeteler ikinci ve üçüncü ve hatta ekispires baskı yapmışlardı o gün
ve daha mektep yüzü görmemişler bile
ceplerinde ekmek ve sigara parası bulunmayanlar bile
havada kapıyorlardı bütün gazeteleri
..."
laleler, hasan hüseyin

suç ve ceza

getiriyor müzik, alıntılar kayıp edilen bağım anısı ile kötü uyku. incelik bir buket çiçek fotoğraf mı resim mi? podyum, zizek buzdolabı bir oda bir salon ilaçlar ve bir bardak krizi hep ama hep apartman karanlığına bakıyor. Doğalgaza saklanmış mektup, lanet olsun.


Paris'li ikili Mi And L'au, yeni seneye yeni albümle girdiler. Bilhassa açılıştaki Territory Is An Animal ile her paragraf "anlama geliyor". Denemesi sizden.


yıl dönüm


Her sene-i devriyenin başı ve sonunda, devrilenin en iyileri (yahut şöyle diyelim olmazsa olmazları) olmazsa olmaz yetkinlikte otoriteler tarafından belirlenir de albüm satışlarından sabah kahvaltılarının muhteviyatlarına kadar her bir şey etkilenir ya, işte yeni girilen yılın da en iyilerini kulak maması daha yılın ilk ayından neşrediyor. Hodri meydan.


Adrian Younge, her sene-i devriyenin belki de sandığımızdan daha fazla şey ihtiva ettiğini fısıldıyor. Abartmayalım peki de, o zaman albümdeki Turn Down the Sound, It's Me (Rebecca Jordan ile birlikte), Midnight Blue, Reverie ve Mourning Melodies in Rhapsody gibi işleri nereye koyacağız? Hodri meydan?

kanyaklı kahve

Michel Foucault ile yapılan bir mülakatta, neden Marx'ı bir süre evveline nazaran daha az referansladığı sorulur. Cevap, fizikle uğraşan birinin Newton veya Einstein'dan nereye kadar referans alabileceğinin ve alsa bile bunun onu ne kadar ileri götürebileceğinin muğlak olduğudur.


1960'lı yılların sonlarından 80'li yılların başlarına kadar olan dönemde doğmuş ve etrafın sosyo-kültürel etkilerine maruz kalacak kadar yaşayabilmiş X jenerasyonunun ekseriyetini öyle ya da böyle etkileyen Depeche Mode, kimi neye maruz bıraktıysa yanına kar kalan gruplardan biri. Maruziyetin derecesi bu denli büyüdükçe grubun büyüklüğünün, kariyerinde saptığı dönemeçlerin, hınca hınç stadyum konserlerinin, sayısız "hit"lerin,vs hiç önemi kalmıyor. Baker'in dediği gibi müzik her zamanki tekilliğini koruyarak sadece, iki kulağa akıttığı maruziyetle yetiniyor.


2000'lerin başlarında, sabahın ilk ışıkları ile masa ahşabı ve saman kağıdı kokan o odadan çıkıp ellerindeki kupalara yarı kahve yarı kanyak koyarak sokaklarda yürüyen o iki arkadaş için maruziyet ve "mühür", devam ediyor. Sadece kendileri yok artık.


arkasını dönse


Daha evvel, üzerine kelimenin her anlamıyla "hafifçe" eğildiğimiz düalite mevzusunun asıl tezahürü "içerde" gerçekleşen. Bunu sanırız basit bir kararsızlık hali gibi algılamaktan ziyade, farkında olmasalar da birbirleriyle bütünleşik ve gayet aleni bir kavga içerisinde olan iki hale yormak mümkün. Her iki tavırdan birinin diğeri ile çatışmaktan çok ezişmeye (gerilime) düştüğü anlarda, tanımı kendinden menkul akıl sağlığının korunması da sağdan soldan gelen harici gazellere kalıyor kuşkusuz.

Bu tuhaf girizgahın ardından gelişme kısmını sonra bırakarak doğrudan doğruya sonuç kısmına geliyoruz. Ve postmodern roman ve denemelerinden çok "Aristos" monoloğu ile (Mitos Yayınları, 1997 - Ayrıntı Yayınları, 2001) bizi vuran John Fowles'a kulak veriyoruz.

Adet olduğu üzere yaptığımız betimleme şudur: 'Beynimde olup biten bu rahatsızlığın bilincindeyim.' Ancak şöyle demek daha doğru olur: 'Bu rahatsızlık rahatsız etti ve rahatsızlık, rahatsızlığın yansıtıcısının, yani bu ifadeyi bildiren kişinin, içinde varolduğu özel deneyim alanında cereyan etti.' Böylelikle, 'Ben' sadece elverişli bir coğrafi betimlemedir; mutlak bir varlık değil.


Son zamanlarda biraz fazla tezahürat aldığına kanaat getirmeye başladığımız Nicolas Jaar'ın, Dave Harrington ile birlikte kotardığı kısaçalar DARKSIDE'daki üç iyi parçadan biri bana, biri size, biri de o düalitenin mutlak bir varlığı ifade etmeyen aktarıcısına düşmüş. Kerevete çıkacak kimse kalmamış.

Ai Weiwei


"Her emir, onu yerine getirmek zorunda olan insanda acı veren bir sızı* bırakır.

*Bu sözcük, Almanca metinde diken anlamına gelen Stachel; İngilizce metinde arı sokması, diken yarası, sızı anlamlarını taşıyan Sting olarak geçmektedir. Bu sözcükle kastedilen, her emirin bir diken kadar somut ve bedene dışarıdan sokulan yabancı bir niteliği olduğu, bundan kurtulmanın tek yolunun dikeni bir başkasına batırmak olduğudur. Ancak emrin alınıp verilmesi batan bir dikenin çıkarılıp başkasına batırılması kadar mekanik bir işlem değildir. Emri verenin iktidarı hep emirle büyür. Böylelikle "diken" bizleri küçük yaşlardan itibaren aldığımız emirlerden kurtulmak için sürekli bir iktidar büyütme süreci içine sokan daha içsel bir iz de bırakır. Emri alandaki bu soyut izin ifadesi olan duygunun Türkçe'deki en yakın karşılığı ise sızıdır. Yazarın emir alıp vermenin mekanik bir işlemden ibaret olmayıp insanlarda kalıcı ve sürekli bir iktidar üretme mekanizması oluşturduğu savını vurgulayabilmek için çeviride sızı sözcüğü kullanıldı. (ç.n) "

takip


Yakıcı sözlerimle inandırıp
Kurtarınca düşkün ruhunu
O yanlış yolun karanlığından,
Saf, derin bir azap içinde,
Bükerek ellerini, lanetler ettin,
Seni çembere alan kötülüğe;
Unutkan vicdanını
Hatıralarınla cezalandırmak için
Benden önce olanın
Hikayesini anlatırken
Birden yüzünü kapadın ellerinle,
Utanç ve dehşetle
Sarsılıp, isyan duydun,
Ve gözyaşlarına boğuldun.
Vb. vb. vb.

N.A. Nekrasov imzalı fakat karşısınıza sadece Yeraltından Notlar'ın ikinci bölümünün açılışında çıkacak bir şiir. Alıntıya kimi "tag"lemek lazım şimdi?

Yıllar evvel, bir ibadethanenin altındaki kitaphaneye iki kişi girer. Birbirlerini pek tanımasalar da önemsemez, raflara sessizce bakarlar. Arada biri dönüp diğerine çok kısaca birkaç sessiz laf eder, sonra kaldıkları yerden geçici bir merakla çoğu beş par etmez kitaplara bakmaya devam ederler. Dışardan bakan, vakit öldürüyorlar zanneder sadece. Birden içlerinden biri, dizi hizasındaki bir raftaki kitap ile irkilir. "Tüm Ebeveynler İçin Çocuk Sevme Rehberi" yazar kitabın kapağında.

Kulak Maması imzalı fakat karşınıza herhangi bir sahafta çıkabilir. Tabi ki alıntılayabilirsiniz.

Halen saykadelya ile haşır neşir olan yetişkinlere bir Timothy Leary edası ile naklettiğimiz şu aptal enstantaneden sonra MGMT'ye bağlanalım. Orada da kalalım. Bir başka taksi gelene kadar.



montreal yazılır

Tavan arasına çıkmak için sandık odasındaki merdivenleri tırmanmak gerekiyordu. Merdivenin tepesinde de bir kapak vardı. Bir gün, gene sandık odasına girmiştim, tam merdivenleri çıkarken bak­tım tepedeki kapak açık. Yukardan hafif, tatlı bir şarkı mırıltısı geliyor. Tıpkı küçük kızların bir baş­larına oyun oynarken kendi kendilerine mırıldan­maları gibi... Hemen dönecektim ama şarkı birden kesildi. Y ukarıdaki ses:

«Catherine sen misin?» diye sordu.

«Hayır, benim... Collin,» diye karşılık verdim ve başımı uzattım.

Dolly'nin kar topağı yüzü hiç değişmedi. İlk kez erimemiş, olduğu gibi kalmıştı.»

«Demek buradan giriyordun. Biz de bir türlü anlayamamıştık.»

Sesi, incecik bir kâğıt gibi hafif, yumuşaktı. Melek gibi gözleri vardı. Işıl ışıl yanan, duru göz­ lerdi bunlar. Saydam nane peltesi gibi parlak yeşil renkteydi. Tavan arasının alaca karanlığında, göz­leri, çekingen bir bakışla beni dost bildiğini anla­tıyordu.

«Demek buraya, tavan arasına, gelip oynuyorsun? Verena'ya bir başına sıkılacağını söyle­miştim.»

Eğilip koca bir fıçının içine baktı.


Truman Capote, Çimen Türküsü



Etiyopya orijinini Toronto'ya taşımış ve kuzeyin şevkatli ve soğuk kollarına sığınan bir başkası olmuş Abel Tesfaye, The Weeknd rumuzu ile aynı sene içerisinde üçüncü uzun çalarını kara gömmüş. Michael Jackson'a çakılan en estetik selamlardan biri ile açılan albüm, nefaseti ile bizi "donuk" bırakan güzellik Montreal ile devam eder ve nihayetinde Next'in sonundaki dehşet solo ile biter. Sadece bu üç parça bile albüm ile oradan oraya "aktarmalı" olarak seyahate yeter. Gideceğiniz yer neresi olursa olsun.

dört ayak üzerinde


"Her günkü gibi bir gün, sokak, ağaçlar, arabalar, büfe, çiçekçi, kuşçu (egzotik kuşlar), bahar olmalı, mavimsi, berrak, metro yolundaki işyerlerinin önü kalabalık, öğlen olmalı.
Orada, kendisiyle birlikte zangırdayan dünyanın merkezinde duruyor, titriyor, kuyruğu bacaklarının arasında, benzersiz, eşsiz, tek başına. Diğerlerinin iki, onun dört ayaklı olması değil bunun nedeni, kuyruğu da değil; korkusunun, kederinin, ümidinin benzersizliği…
Pelte gibi titriyor mavimsi gün de şimdi…
Çömeldim, yanımızda bacaklar, sesler, duvar, geride caddenin arabalar geçtikçe parlayıp sönen şeridi, bıçak gibi.
Yaşlı, tasması iyi deriden, kanepede yatmasına göz  yumuluyor, şakacıktan azarlanıyor, hardal rengi tüyleri yıkanıyor, silkiniverince evdekiler bağrışıyor. Sonra ne oldu Kocaoğlan, ne oldu? Doğacak bebek, yeni ev, evlenme, boşanma, ekonomik kriz?
Galiba, arabayla getirip bıraktılar: bankanın bekçisi.
Okşuyorum, konuşuyorum, bana izin veriyor, anlıyor ama kafası yatmıyor.
Şok geçiriyor, buraya getirin, biz  gelemiyoruz: zengin mahallesi veterinerinin ölçülü biçili sesi…
Verdiğim suyu içmeye çalışıyor, sonra vazgeçiyor.
Saatler zangır zangır ilerliyor, birileri onu götürmek, bakmak istiyor. Tatlı bir kadın, orta yaşlarda, yakındaki bir evden, bahçeden söz ediyor: Hadi şanslısın, kulüben de olacak, sana arkadaş bile var…
Direniyor, terk edildiğine inanmıyor, hafif bir baş hareketiyle, neredeyse şefkatle, kadının zinciri takmasına engel oluyor, arabaları izliyor, ümitle bekliyor, kadının her hamlesinde kibarca başını yana çekiyor, titreyerek birkaç geri adım atıyor, kimseyi incitmek niyetinde değil, yalnızca gitmek istemiyor. Onu almaya geldiklerinde burada olmalı, bunu akıl edemediğimize şaşıyor.
Yanımızda bacaklar, sesler, duvar, geride caddenin arabalar geçtikçe yanıp sönen şeridi...
Sonunda güçten düştüğünden belki, boyun eğdi, tatlı kadının ardından gitti, teselli edilemeyecek ölçüde kederli ki kuyruğundan belli, beynimde bir klik sesi, peltemsi gün donup kalıyor ve sarardıkça sararıyor eski bir fotoğraf gibi. ..
Ertesi gece, köprünün altında yatıyor, taa uzaktan seçiyorum onu, orada olacağını biliyorum, şaşırmıyor. Başını zorlukla tutuyor,  gözleri kayıyor.
Sahibin seni bulabilsin diye bahçeli evden, o iyi kadından mı kaçtın Kocaoğlan? Ah Kocaoğlan…
Seni veterinere götüremem ama gidip camlarını kırabilirim: madeni masa, serum hortumu, çiğ ışık, yabancı koku, nöbetçi veterinerin lastik eldivenleri…
Yoldan geçen siyah cipe bakıyor, gözünün feriyle birlikte son ümit de sönüyor. Bahçe, kulübe, mama tabağı istemiyor, bir köpeğin benzersiz seçimiyle, bir köpeğin benzersiz kederiyle ölüyor. Bunu anlayabilmem için bazı kelimeler gerek bana, ama bulamayacağım; çok önceden biliyorum olmadıklarını…
Bir zamanlar yazı çizi işlerine merak sarmıştım, tabii daha ilk günlerde fark ettim faciayı, bir yabancıydık ki dünyaya, hani boşuna uzaylı falan arama! Çağın henüz patlamamış en büyük skandalı! Allahım ne hazin, ne ümitsiz çabaydı o! İnsanların önünde kurşuna dizildiği duvarın dehşeti , kuruyan nehrin kederi, havai fişek yangınında martı ölümü, yaşlı ağacın hayat bilgisi, kuşların uçabilmekten duyduğu haz, güneş açıverince duyduğumuz nedensiz sevinç ki, bizi birazcık dünyaya yakıştıran… Evdekiler baktılar sararıp soluyorum, bir tanıdıkların  dağ evine yolladılardı beni, filmlerdeki gibi. Karlara bakarken, bakarken anladım, o ciğer yoktu bizde, dünyanın nefesini soluyacak, vah!
Şimdi anımsamıyorum ama ertesi sabah olacakları düşünmüşümdür: köprü çıkışındaki binanın bekçisi, sabaha karşı çöp kamyonu alıp götürdü, galiba ölmemişti daha, bir sigara yakıyor, siz de alır mısınız, hafifçe asılarak…
Sokak, taksi durağı, ağaçlar, kuşçu (egzotik kuşlar), çöp varilleri, kediler, gecenin siyah eli.
Belki, m olmalı, a olmalı, u, h olmalı, hepsi birden fazla olmalı, uzun uzun ulur gibi, bir köpeğin ciğerinden kopmalı, dişlerin arasından salyayla karışıp çıkmalı, yere akmalı, dört ayak üzerinde durmalı…
Yanı başımda bacaklar, sesler, çöpler, rüzgâr, görüntüler silinip giden, geride caddenin ışıklı şeridi."

Ayşegül Devecioğlu, Olmayan Kelimeler, Metis Ajanda 2012

ütülü gömlek

"Yeni siyah" Buika, her iç çekişinde panik atağın hiç erişemediği o huzura erişmeyi vaat edermiş gibi geri veriyor aldığı nefesi. Genel kanının aksine, (zaten, "genel kanı" denen şeyin ne menem bir bela olduğu aşikar) bu nefesin hiç de öyle dumanlı, hırıltılı, astımlı ve bitkin kokmaması, sanırız o nefesi duyan kulakların ondan çok daha fazla hasta olması ile açıklanabilir. İlla da bir açıklama, saptama gerekiyor ya hani? Açıklamanın, saptamanın cartın curtun ağa babasını yapan müziklerin neşredildiği şu naçiz blog, daha fazlasını kaldırmak için, unutmadıklarına geri dönme cesaretini gösteriyor.


Merdivenin başındaki belli belirsiz suret, tıpkı yeni ütülenmiş bir gömlek sıcaklığında tekrar hatırata geliyor. Sanılanın aksine buhran değil, ferahlık getiriyor sanki. Ya da getirirmiş gibi yapıyor bir iki saliselik göz (kulak) kaymaları ile. Ve bu arada Buika, toplama için kaydettiği Como Era'nın nakaratla başlamasının formülünü yine o nakaratın içine gizliyor.

Ofelya


Belki düstur baştan beri yanlıştı...Belki de kitapta yazdığı gibi Tanrı, neyi O'ndan daha fazla severseniz, onu sizden alırdı. Kendiniz dahil.

Gideceği yerin elbet bir haddi hududu olduğunu bile bile katırın sırtına yükü bindirmeye devam etmek, yıllarca bu blog'da yazılan "hatıratı müziğin üzerine yıkmak" düsturunu istiap haddinden emekli etti sevgili mamaperverler. Yük, her adımda ağırlık merkezini değiştirerek sabrı da etkisiz hale getirdikten sonra, yavaştan hiç taşmaması gereken yerlere taştı da üstelik. Taştıkça da ağırlaştı.

Fazla sese ne hacet; yetinip, memnun kalacaklarımızın gerçekten öyle olduklarını, onları kaybetmeden nasıl anlarız ki? Her neyse, kıvamı hafif artırılmış gibi yapılmış kişisel gelişim lafları da "istiap eşeği"ne yaramıyor; yaramayacak.

Stephan Micus, neyin, sonuna kadar kafi geleceğini bas bas bağırıyor işte.

balina nasıl balina oldu?

"Tanrı'nın evinin arkasında küçücük bir bahçe varmış. Tanrı bu bahçede kendisi için havuç, soğan, fasulye gibi şeyler yetiştirirmiş. Minicik, güzel bir yermiş burası. Sebzeler sıra sıra, düzenli bir şekilde ekili; bahçe, yabancı hayvanlar girmesin diye, derli toplu bir tahta perde ile çevriliymiş. Tanrı çok memnunmuş bahçesinden.
Bir gün havuçların bulunduğu yerde ayrıkotlarını temizlerken havuç sıralarının arasında tuhaf bir şey görmüş. Kapkara bir şeymiş bu. Boyu da iki-üç santim ya var ya yokmuş. Bir ucundan toprağa kök salmış bir şey.
"Çok tuhaf," demiş Tanrı kendi kendine "Hiç buna benzer bir şey görmemiştim şimdiye kadar. Acaba büyüyünce ne olacak?"
Böyle diyerek ona dokunmaktan vazgeçmiş.
Ertesi gün, bahçede çalışırken, birden o ufacık parlak şeyi hatırlamış. Gidip bakmış, bir de ne görsün? Sabaha kadar bir gün öncesine göre boyu iki kat uzamış. Beş santimlik, parlak siyah bir yumurtaya benzer bir şey olmuş.
Tanrı her gün gidip bakıyor, o da her gün biraz daha büyüyormuş. Aslında, her sabah, bir önceki güne göre boyu iki kat uzuyormuş.
Boyu bir buçuk metreyi bulunca, Tanrı, "Artık çok büyüdü." demiş. "Onu koparıp pişireyim."
Ama bir gün daha bırakmış bahçede.
Ertesi gün üç metre olmuş o garip bitki. Bu durumuyla Tanrı'nın tencerelerinden hiçbirine sığamazmış.
Tanrı durup başını kaşımaya başlamış. Bu haliyle bile bir sürü havucu eziyormuş. Eğer aynı hızla büyümeye devam ederse kısa bir süre sonra Tanrı'nın evini itip yerle bir etmesi bile beklenebilirmiş.
Birden Tanrı bu ne olduğu belli olmayan şeye bakarken, o da gözünü açıp Tanrı'ya bakmaz mı?
Tanrı çok şaşırmış.
Göz oldukça küçük ve yuvarlakmış. Kökten en uzak ve çok kalın olan öbür uçtaymış. Tanrı yaratığın çevresinde dolanmış. Öbür yanda da bir göz varmış ve o göz de Tanrı'ya bakıyormuş.
"Vay! Vay! Vay!" demiş Tanrı. "Günaydın!"
Göz bir açılıp bir kapanmış, gözün altındaki dümdüz parlak deri parçası hafifçe kırışmış, yaratık gülüyor gibiymiş. Ama görünürde bir ağız olmadığı için Tanrı yaratığın gülüp gülmediğini anlayamamış.
Ertesi gün Tanrı erkenden uyanıp bahçesine çıkmış.
Düşündüğü gibi bir de bakmış ki, küçük gözlü siyah sebzesi bir gecede bir kat daha uzamış. Başıyla bahçenin tahta bahçesini itmiş, yola taşmış; başı yolun üzerinde, bir gözü yere bir gözü göğe bakıyor, sırtı da mutfağın duvarına yaslanıyormuş.
Tanrı başına doğru yürüyüp yaratığın gözünün içine bakmış.
Sert bir sesle, "Çok da büyük bir şeysin," demiş. "Rica ederim, evim yıkılmadan şu büyümeni durdur."
Tanrı'nın şaşkın bakışları arasında yaratık ağzını açmış. Gözlerin biraz aşağısında baştan başa ince uzun bir yarık varmış.
"Durduramam..." demiş ağız.
Tanrı bu söze verecek karşılık bulamamış. En sonunda, "Peki nasıl bir şeysin sen, bana onu söyleyebilir misin? Nesin, kimsin,haberin var mı?" diye sormuş.
"Ben," demiş yaratık, "Balina-otu'yum. Sen öküz-gözü, katırtırnağı, atkestanesi gibi şeyler duymadın mı? Ben de Balina-otu'yum işte.
Artık Tanrı'nın yapabileceği bir şey yokmuş.
Ertesi sabah Balina-otu yolu baştan başa geçmiş, gövdesinin bir yanı da mutfak duvarını, mutfağın içine doğru çökertmiş. Artık bir otobüsten hem daha uzun, hem de daha genişmiş.
Tanrı bunu görünce, bütün hayvanları bir araya toplamış.
"Tuhaf bir şey var burada," demiş. "Şuna bakın. Ne yapacağız bunu?"
Öbür hayvanlar Balina-otu'nun çevresinde dolanmışlar. Derisi o kadar parlakmış ki, ona bakınca tıpkı aynadaki gibi kendi yüzlerini görebiliyorlarmış.
Devekuşu, "Olduğu gibi bırakalım," demiş. "Nasıl olsa kuruyup gider."
"Ya büyümeye devam ederse?" demiş Tanrı. "Bütün dünyayı kaplayıncaya kadar büyürse? Onun sırtında yaşamak zorunda kalırız. O zaman halimiz ne olur, düşünebiliyor musunuz?"
"Bana kalırsa," demiş Fare, "denize atalım gitsin."
Tanrı düşünmüş. "Olmaz," demiş, "çok sert bir ceza olur onu denize atmak. En iyisi bir-iki gün daha kendi haline bırakalım."
Üçüncü günün sonunda Tanrı'nın evi yerle bir olmuş, Balina-otu'nun boyu da bir sokak boyu kadar uzamış.
"İşte," demiş Fare, "şimdi de bunu denize atmak için çok geç kaldık. Balina-otu yerinden kımıldatılamayacak kadar büyüdü."
Ama Tanrı Balina-otu'nun her yanını iplerle sarıp sarmalamış, sonra da bütün hayvanları onu yerinden oynatmak için yardıma çağırmış.
"Hey!" diye bağırmış Balina-otu. "Rahat bırakın beni."
"Doğru denize," demiş Fare. "Sen de bunu hak ettin doğrusu. Hiç o kadar yer kaplanır mı?"
"Ama ben hayatımdan memnunum!" diye bağırmış Balina-otu yeniden. "Ben burada yatmaktan başka bir şey yapmıyorum ki. Bırakın beni uyuyayım. Ben burada yatıp uyumak için yaratılmışım."


"Doğru denize!" diye bağırmış Fare.
"Yapmayın!" diye bağırmış Balina-otu.
"Doğru denize!" diye bağrışarak iplere asılmış bütün hayvanlar. Yeri göğü sarsan bir inlemeyle Balina-otu'nun kökü topraktan kopmuş. Balina-otu çırpınmaya, kıvranmaya başlamış. Öbür hayvanlar onu büyük bir güçle denize sürüklerlerken Balina-otu'nun kıvranan uzun kuyruğu da evleri, ağaçları yerle bir ediyormuş.
En sonunda çok yüksek bir uçurumun kenarına gelmişler. Büyük bir gürültüyle onu uçurumun kenarından denize yuvarlamışlar.
"İmdat! İmdat!" diye bağırıyormuş Balina-otu. "Boğulacağım! Ne olur karaya çıkmama izin verin de, orada rahatça uyuyayım."
"Boyun kısalmadan olmaz!" diye bağırmış Tanrı.
"Boyun kısalmadan gelemezsin!"
"Peki, ama nasıl küçüleyim?" diye ağlayarak sormuş Balina-otu denizin ortasında bir o yana, bir bu yana sallanarak. "Ne olur, karada yaşayabilmek için nasıl küçülebilirim bana söyler misiniz?"
Tanrı o derin uçurumun kenarından eğilip parmağını Balina-otu'nun başına sokup çıkarmış.
"Ay!" diye bağırmış Balina-otu. "Ne yaptınız, öyle? Bir delik açtınız başımda. Şimdi içime su dolacak o delikten."
"Yo, hayır," demiş Tanrı. "Gövdenin bir bölümü oradan dışarı çıkacak. Şimdi gövdenin bir bölümünü oradan dışarı püskürtmeye başla."
Balina-otu püskürtünce, gövdesi Tanrı'nın açtığı delikten yukarılara kadar fışkırmış.
"Şimdi püskürtmeye devam et," demiş Tanrı. Balina-otu püskürtmüş, püskürtmüş. Biraz sonra epeyce küçülmüş. Küçüldükçe eskiden dümdüz, pırıl pırıl olan derisinde minicik kırışıklıklar meydana gelmiş.
Sonunda Tanrı "Bir hıyar kadar küçülünce, bana seslen. O zaman seni yeniden bahçeme alırım. Ama hıyar boyuna gelene kadar denizde kalacaksın." diyip bütün hayvanlarla birlikte oradan uzaklaşmış. Balina-otu denizde tek başına kalakalmış.
Bir süre sonra Balina-otu bir otobüs kadar küçülmüş. Ama püskürtmek oldukça yorucu bir işmiş, Balina-otu'nun da yorgunluktan uykusu gelmiş. Derin bir soluk alıp uyumak için denizin dibine inmiş. Çünkü en sevdiği şey uyumakmış. Uyandığı zaman öfkeyle kükremiş. Uyuduğu sırada yeniden bir sokak uzunluğunda çift bacalı gemi şişmanlığında bir Balina-otu haline gelmiş.
Çarçabuk suyun yüzüne çıkıp içini püskürtmeye başlamış. Kısa bir süre sonra bir kamyon kadar küçülmüş. Ama biraz sonra uykusu gelmiş. Derin bir soluk alıp denizin dibine inmiş.
Uyandığı zaman gene bir sokak boyu uzamışmış. Bu yıllarca böyle sürmüş. Bugün de sürüp gidiyor.
Balina-otu püskürtmeyle küçülmesine küçülüyor, ama uyudukça da büyüyor. Arada bir çok güçlü olduğu bir gün, kendisini bir otomobil kadar küçülttüğü bile oluyor. Ama, her zaman, hıyar kadar küçülmesine vakit kalmadan aklına uykunun ne tatlı bir şey olduğu geliveriyor. Uyandığı zaman bir de bakıyor ki gene büyümüş.
En çok istediği şey yeniden karaya çıkıp toprağa kök salmak ve güneşin altında uykuya dalmak. Ama bunun için azgın denizlerde dolanıp içini püskürtmek zorunda. Yeniden karaya dönünceye kadar da, öbür canlılar ona yalnızca Balina diyorlar."

aralık ya da ara'lık


Karenin sol alt köşesinde. Ona göre sağ üst. Aralık, köşeden diğerine üç metre, üç adım, üç saniye. Kendine verdiği sozleri yerine getirmeyen bir yirmibeş bu ara'lık. Sızı veren koku buralarda bi yerde, ama bulamıyor. Aklındakini konuşmuyor, konuştuğu aklından geçmiyor. Ölen akasya ağaçlarının kaçıncı mezar ziyaretindeki, kaçıncı kaçma teşebbüsünün veya uzun cümlelerin kafa karıştırıcılığının vazgeçilen hikayesi bu, hatırlamıyorum. Emniyet kemerini takınca, istemsiz dönüp bakan şoförün aklına gelen ilk şey neden güven? Peki ya kulağa fısıldanmış üç santimetre kalınlığındaki kitabın, altı çizili sessiz bir cümlesini, uykudan once kim seçip hatırlatıyor?