kendine iyi bak




okuma-dinleme-görme üzerinde his pratiği



2 minutes to midnight

'For every two minutes of glamour, there are eight hours of hard work.' Read it again. 



Mayıs'68 mi, Sevgiler Günü mü?


Nedir Kapitalizm? Üretim araçlarının burjuvazi dediğimiz bir azınlığın elinde olması ve büyük çoğunluğun hayatlarını idame ettirecek bir ücret karşılığında emeklerini satarak kanlarından, canlarından, alın terlerinden kapitalistlere kâr devşirmeleridir.

Bir üretim biçimidir kapitalizm. Ama aynı zamanda üretilen şeylerin tüketilmesi yani satın alınması gerekir ki işler tıkırında gitsin. Kapitalizmin olağan krizlerinin çıkış noktası çoğunlukla üretim değil tüketimdir. İnsanları tüketime teşvik etmek kapitalizmin en önemli görevidir. Son zamanlarda tüketim çılgınlığı sayesinde finansal krizlere neden olsa da böyledir bu. İnsanlar kapitalizmin bu işleyişini kavramaktan uzaktırlar. “Kapitalizm” lafını telaffuz bile etmezler ki... Nasıl sorgulasınlar? Ama bir gün vardır ki:

14 Şubat Sevgililer Günü ya da orijinal haliyle Saint Valentine's Day (commonly known as Valentine's Day).

O gün (ki bugündür) geldi mi herkes birer Marksist, kapitalizmin Van Helsing’i kesilir. Sevgilisi olmayandan olana, evlisinden boşanmışına bir çok insan atıp tutar. Halbuki daha geçen gün onuncu çift ayakkabı alınmış ya da geçen sene alınan akıllı telefon daha akıllısıyla yeni değiştirilmiştir. “Benim sevgilim, karım, çocuğum, annem, babam vs. bana her gün kıymetli, düşmem bu kapitalizm tuzağına” diyenler bilmezler ki kapitalizm için her gün kıymetlidir.

14 Şubat da diğer kalan 364 gün 6 saat gibi kapitalisttir. Ne daha eksik ne daha fazla. Bugün üzerinden bir eleştiri ya da eylemlilik olacaksa bu onun kapitalist doğasına karşı değil muhafazakar bir şekilde algılanışına karşı yapılmalıdır. Sevgililer günü, parti liderlerinin halka duyduğu yalan sevgiye, aile içi şiddetli sevgiye, arkadaşlarımıza beslenen muhabbete, tanrıya/peygambere olan aşka yem edilmemelidir (sevgiler günü vesilesiyle dile getirilen sevgi çeşitleridir bunlar). Bugün, kuytuda ya da imzasız-yüzüksüz ev paylaşıp sevişenlerin, erkek erkeğe sevişenlerin, kadın kadına sevişenlerin, nizami şekilde sevişenlerin, hayvan gibi sevişenlerin, sevişmeyip sadece öpüşenlerin, sevişemeyip kendiyle oynayanların, sevişmeden önce doğum kontrol hapı/prezervatif kullananların, bunları kullanmayıp doğacak kazaları tıbbi yöntemlerle çözenlerin kısacası tüm "ahlaksızların" günü olmalıdır. 




Başımızda bulunanların “aşk” ilişkilerine bakış açısı malum. Bu bakış sadece düzenin işleyeceği düzlemi görmek ister ve heteroseksüellik, evlilik ve çocuk bu düzlemin sacayaklarıdır. Adı “sevgili” gibi müstehcen bir kelime olan bir günü, bu sacayakları kesecek testerenin dişlilerinden biri olacak şekilde törpülemek gerekiyor. Alalım elimize bir eğe ve sevgililer gününün bütün ahlaksızlığını ortaya çıkaralım. Ve en sonunda alalım o eğeyi Aziz Valentine’in kalbine saplayalım. Başımızdaki vampirlerin kalbi niyetine...


barba'dan şubat için 14 şarkı


herkes kendine konuşabileceği bir dil bulmalı bu hayatta 
diyen barba şubat için 14 şarkı seçti: afiyet olsun!

















Kaçamak

Merkezine olan uzaklığı gün be gün azalan noktalar kümesinin üzerinde dolaşan bir hayatın anlamı neydi?

Ayakkabılarını kapı önünde bağlarken aklında böyle bir soru yoktu tabii ki. Sadece kendisiyle baş başa kalmak, içine sıkıştığı çemberin iki tarafından bastırıp kendini merkezden daha uzak noktalara taşımak istiyordu. Kulağındaki  41.47 dakikalık albümün son notasını, ilk notasına başladığı sokak kapısının önünde bitirmeyi planlıyordu. Bir "elips arası" olacaktı bu tur. Fakat bir yandan da merkezden uzaklaşan noktalar, başka noktaların merkeze yaklaşması demekti. Bu, tek başına vakit geçirmenin getirdiği suçluluk duygusuna tekabül ediyordu. Yani "no pain, no gain"di.
 
Yörünge aşağı yukarı aynı kalınca rota da pek değişmez. Bu yüzden kısa turun ara durağı, şehirli insanın ikinci evi, her türlü nanenin satıldığı süper marketlerden biriydi. Eve bahane ettiği süt, meyve, ekmek vs. için yürüme mesafesindeki en uzak olanı seçmişti. Yağmurlu havalarda yürümek özgürlük gösterisinin en fiyakalı örneği değil miydi? 

Marketin akıllı kapısı “buyrun bayım” diyerek açılınca, yerleri paspaslayan bir görevliyle karşılaştı. Çocuğun yüzü, temizlediği yerlerde birazdan bırakılacak ayak izleri için peşinen edilen küfrün ta kendisi gibiydi. Bu surat, marketin kapanmasına birkaç saat kala ona paspas işini veren “mağaza müdürü”ne ya da saat iki gibi izin alıp giden iş arkadaşına da olabilirdi. Duble basa ve piyanoya eşlik eden adımlarla küfürlü suratı geride bırakıp yerlerini ezbere bildiği reyonlara daldı. Ellerini bakmadan raflara uzatarak teker teker “bahanelerini” aldı ve biraların yanına geldi. Özgürlüğünün sembolleri olan tuborggoldların, efesdarkların, bomontilerin yanına… Kaptı iki kutu. Çünkü sokakta kutudan içilirdi, racon uydurulurdu…

Dışarı çıktığında yağmur biraz daha hızlanmıştı. Gökyüzü ağlıyordu. Ne malum, belki de işiyordu. Ama hem Dolores’in hatırına, hem de teşbihte hata olmasın diye düşen damlaları gözyaşı olarak düşündü. Kapüşonu kafasına geçirdi. Biraları içmeyi planladığı parka geldi. En kuru bankı aradı gözleri ama hepsi de gözyaşları ile yıkanmıştı. Ağacın altında vardı bir tane, ona oturdu. İşte tam o anda planlarına uymayan bir şey oldu: Ezan. Hem de kulağındaki müziğe rağmen çok net bir şekilde duyabildiği bir ezan. Yatsı ezanı olmalıydı. Etrafına bakındı. Kaydırakların yarıya kadar suya gömüldüğü, sağlam salıncağın olmadığı çocuk parkının hemen  yanında, her tarafından ışıklar saçan camiyi buldu gözleri. Nasıl unutmuştu bunu. Canı sıkıldı bu işe. Gerçi okunan ezana rağmen camiye pek giren çıkan yoktu ama caminin dibinde bira keyfi yapan birine hesap soracak "hassas" bitirimler çıkabilirdi ortaya. Müziğin sesini arkadan gelecek ayak seslerini duyabilmek için bayağı kıstı. Ama kafasındaki incecik kapüşona çarparak davulun serbest stiline tıpır tıpır diye eşlik eden yağmur damlaları sanki düşmanla iş birliği yapıyorlardı. Caz yaparken de dinlerken de özgürdünüz ama sokaklardaki özgürlük tehlikeli olabilirdi.

İlk kutunun son yudumlarını kafaya dikerken parkın diğer tarafındaki cami duvarının yanından bir karaltı hızlı   bir şekilde geçiyordu. Tam sokak lambasının altına geldiğinde aniden durdu, şemsiyesini kapattı ve şemsiyeyi parkın suyla kaplı çimlerine fırlattı. Uzun saçlarının fönlü olduğu belli oluyordu ama buna rağmen şakır şakır yağan yağmur altında yavaş yavaş uzaklaşırken sanki özgürlüğün resmini yapan ressama modellik yapıyordu.

Gözlerini modelden 2-3 metre ötedeki çöp sepetine kaydırdı. Boş bira kutusu üzerinde ihtiyatlı bir güç denemesinin ardından onu sepete fırlattı. Metaller çarpışınca nasıl ses çıkarsa öyle çıkan sesi duyunca kısık olan diskmenin sesini tekrar sonuna kadar açtı. Ayağa kalktı, torbaları eline aldı ve kızın attığı şemsiyenin yanından geçerek eve doğru yola koyuldu. Bu arada insanları şemsiye kullananlar ve kullanmayanlar diye ayıran zat-ı muhterem geldi aklına. Kimdi hatırlayamadı. Kafasında bu soru, kulağında müzik yarım saat önce üzerinden özenle atladığı su birikintilerine artık bata çıka yürüyordu. Bu arada içilmeyen ikinci kutu, torbada süt şişesine çarparak çıkardığı "tong" sesiyle "beni unuttun" demek ister gibiydi.

Apartmana birkaç on metre kala akşamın ikinci plan dışı şeyi gerçekleşti: "Low battery". Elips üzerindeki kuvvet geri çekildi. Anlaşılan tur, çember üzerinde tamamlanacaktı. Sokak kapısını açtı, içeri girdi. Otomat sensörünün altından geçerken ışık yandı, ardından cebindeki telefondan “bip bip” sesi geldi. “Işık sesten hızlıdır” diye bir espri yaptı. Yüzündeki gülümsemeyle merdivenlerden çıkarken cebinden telefonu çıkarıp “gelen kutusu”na baktı: “MILES&SMILES kredi kartıyla yaptığınız uçuşlarda, yol boyunca sınırsız kurabiye.” Ekte de şöyle bir fotoğraf.


Bazılarının espri anlayışı anlaşılan daha iyiydi. Kapı ziline bastı. Tur bir şekilde tamamlanmıştı.




gel-git!



gel-git: böyle birşey değil mi hayat nihayetinde?





Rheya


- Sessizlik bulaşıcı mıdır? Yer altından dahi duyulur mu? Ne yapmaya çalışır, neden saklanır bu kadar? Neden buradasınız?
- ...

Mutlu Yıllar!


‘A merry Christmas, uncle! God save you!’ cried a cheerful voice. It was the voice of Scrooge’s nephew, who came upon him so quickly that this was the first intimation he had of his approach.

‘Bah!’ said Scrooge, ‘Humbug!’

He had so heated himself with rapid walking in the fog and frost, this nephew of Scrooge’s, that he was all in a glow; his face was ruddy and handsome; his eyes sparkled, and his breath smoked again. ‘Christmas a humbug, uncle!’ said Scrooge’s nephew. ‘You don’t mean that, I am sure?’

 ‘I do,’ said Scrooge. ‘Merry Christmas! What right have you to be merry? What reason have you to be merry? You’re poor enough.’

‘Come, then,’ returned the nephew gaily. ‘What right have you to be dismal? What reason have you to be morose? You’re rich enough.’ 


Noel (o geçti zaten) ya da (haşa! biz yeni yılı kutluyoruz) yılbaşı bahane, Dickens şahane. Bir de Diana "kral" hatun. 




So What?


-          -  Adaletsiz bir dünya.
-          -  
-          -  Kiminde yok, kimi bollukta.
-          -  
-          -  İnsanca geçsin ömrün. Eşitiz eninde sonunda.
-          -  
-          -  Alooo! Kime diyorum ben.
-          -  
-          -  Arkadaşım bunlar önemli şeyler; hak,insanlık, eşitlik...
-          -  
-          -  Umurunda değil, değil mi?
-          -  Amma caz yaptın be!
-          -  Halbuki giriş ne güzel olmuştu.
-          -  Eee, n’olmuş?
-          -  Bravo! Anlaşacağımızı biliyordum.
-          -  




Dub Selection #4


Keep on the Fire! Burn Down Babylon!!

{resourceTitle} by {username}

Serbest Çağrışım


Bir masadayım. Karşımda Behzat Ç var; ona içimi döküyor, efkar dağıtıyorum. Su gibi akan rakıyı gözyaşlarımla beyazlatıyor, sek içip içmediğini sormadan abinin eline tutuşturuveriyorum kadehleri. O hiç konuşmuyor, sadece dinliyor. Belki de ellinci kez “Abi, ben hep yanlış anlıyorum, herkesi ve her şeyi” dediğim zaman istihzalı bir gülümsemeyle “belli belli...” diyor, pikapta yavaş yavaş dönmekte olan Coltrane plağına bakarak.

Çok içerliyorum tavrına. ”Ha siktir oradan yavşak!” diye bağırıyorum. “Benimle taşak geçeceğine kendi haline bak” diyorum. Gülmeye devam ediyor. “Oğlum, süt ve elma suyu içmekten içki içmeyi unuttum, dayanıklılığım azaldı bu merete, sırıtışım bundan olmalı, takma kafana” diye güya gönül almaya çalışıyor. Ama Coltrane, sopranosunu en keskin bilediği yerden üflemesini (12:09-12:13) bitirir bitirmez “sen de masaya oturduğundan beri salya sümük takılıyorsun, ben bir şey diyor muyum?” diye çakıyor lafı. Gözleri yine dönen plakta.

Çılgına dönüyorum, yerimden doğruluyorum, göbeğimle önümdeki kadehleri devirerek yapışıyorum yakasına. “Bana bak, herkesin muhalifi” diyorum, “mavi boncuklarını al, sok bir tarafına; sonra dön bak aynaya, götünle dalga geç” der demez önce müzik gidiyor sonra da ışıklar. Etraf kapkaranlık oluyor.

Meğerse uyanmışım.

Hayatımda bir kere bile izlemediğim “Behzat Ç” rüyama girmişti. Kalkıyorum bir bardak su içmeye. Elimde su bardağı ile kütüphaneye doğru seyirtiyorum. Odanın ışığını açıyorum. Işıktan kamaşmış gözlerim daha kendine gelmeden aradığım plağı alıyorum elime. Üzerinde, başka bir plak için elimle yaptığım kartonetin mürekkep izlerinin bulunduğu “tracklist”e bakar bakmaz “hay ben böyle çağrışıma sokayım!” diye sövüyorum.





2012'nin Enfesleri

Sıralama; 
alfabetiktir,
tamamen kişiseldir, 
yapandan başka hiç kimseyi hiç bir şekilde bağlamaz,
öneri değildir.


Ve bunu hep yapmak istemişimdir.

15tebir alti