tekinsiz sükunet: vol.2




sokağa ve gürültüye dair süzülmüş bir bilgeliğin -ve yeniden- tekinsiz bir sükunetin ürünü: mama'ya daha evvel de konuk olan nicolas jaar kaydediyor da kaydediyor, sonra da bunun adına 'space is only noise' diyor, iyi mi?
kuzey avrupa 'sakinleri'nin ilahiyatla imtihanına dair şaşırtıcı bilgiler edindik ilkgençliğimizde, black metal grupları sağolsun. ateizmin bu denli yaygın olduğu bir yerin varolduğunu bilmek nasıl da heyecanlandırmıştı hepimizi! sonra sert, ahlakçı ve absürd kültür ürünleriyle iştigal ettik yıllarca: lars von trier'inkilerden aki kairusmaki'ninkilere tuhaf bir rotada seyreden -ve seyrettiren- hikayeler oralarda neler olduğunu anlatmaya girişti.

tekinsiz sükunet

adorno/horkheimerci kültür aydınlanmacılığını bırakalı çok zaman oldu: "popüler kültür yekten yozdur; zira endüstriyel üretimin ve dahi dağıtımın yapısı, kültür ürünlerine nüfuz ettiğinde bozar onları" demeye cesaret etmek mümkün değil nicedir. ada'da buna örnek teşkil edecek ve müzik endüstrisinin bokunda boncuk, hatta inci bulmayı mümkün kılacak tuhaf şeyler oluyor. (ne de olsa, yine buraların çocuğu john fowles'un lafzında egosentriklikten öteye giden bir muzırlık var: "çok satan roman iyi olamaz, benimkiler hariç!") aynı minvalde devam eden ve hayli popüler hale gelen bir takım veletin çok sıkı işler çıkardığını görmek, duymak, nicedir içine düştüğümüz karanlık güney londra atmosferini -en azından bir süreliğine- dağıtıveriyor.






james blake, kısa sürede genç bir efsane haline geldi. hakediyor da kerata, zira tıpkı fink'te olduğu üzere (ve fink'in 'piç'liğinden arınmış, daha karanlık sulara açılmış bir halde) pek çok genre'ın süzülmüş halini, yetingen -ama hayli cesur- dokunuşlarla müziğine işlemiş. kimi zaman eni konu gospel geleneğine yaslanan, kimi zaman vocoder numaralarına girişen jimi, arkada akan hayli hazmedilebilir r&b strüktürünü şahane minimal dokunuşlarla electronica'nın alanına davet ediyor. kimi zaman lennon'a, hatta elton john'a uzanan beklendik referanslar bir kenara konursa (hadi, biraz zorlayarak da olsa kapakta tespit ettiğimiz francis bacon referansını da ekleyelim); elemanın ses tonu, sükuneti, dinlerken verdiği huzursuz hüzün, kırılganlık, ve güftelerindeki şairanelik, hala mississippi'nin çamurlu kıyılarından seslenen merhum jeff buckley'i andırıyor -flying lotus'u da dinlemiş bir jeff buckley'i.. biraz da bağımsız damardan akan sufjan stevens, devendra banhart, beck gibi tuhaf tipleri.

ada, yeni dünya'ya sürekli cevap yetiştirmekle uğraşıyor. yahut tersi. her ikisi de iyi gidiyorlar.

seriye bağlanan tek atım






İşin başından beri, hatıratımızı muhtelif musikiler üzerinden kurduğumuzu ve belki de asıl amacın kurulan bu kurgusal "an"ları yeniden yaratmak olduğu hakikatini defahatle tekrarladık. Peki ya belirli bir zaman dilimi kayıt altına alınmasaydı n'olurdu? Herşeyi "ya save edip ya terk ettiğimiz" gerçeği, aciz beynimizin en acıklı faturası ya hani, WARP'un yeni gözdesi Bibio'nun Mind Bokeh gibilerine maruz kaldığımızda bu fatura iyiden iyiye ağırlaşıyor. Bu tip işleri "deneysel folk-tronica" olarak adlandırıp bu terimleri günlük hayatlarında da bir an olsun durup düşünmeden kullananlar zaten bir muamma, naçizane yoldaşınızın takıldığı "an"lar o tek atımlık bir anlık "an"lar...

Olan bitenin bizatihi kendisini, albümün açılış parçası "Excuses"daki melodilere bir "an"lık takılmak olarak tanımladıktan sonra, o takıldığı yere mıhlanan insanlar, müzik endüstrisinin son 20 yılda geldiği şu "one-hit-wonder" meselesini de iyi tanımlayıp açıklayacak insanlardır! "Artık müziği değil, sesleri dinler hale geldik, meramımız budur..." diyen bir dinozor kısmen ne kadar haklı ise de, es geçtiği estetiğin ruhlarımızdaki tezahüründen de o kadar bihaber sanki. Koca bir albüm ile, o albümdeki herhangi bir şarkı arasındaki fark (veya ilişki) nedir hakikaten? Tüm hayatımız ve hatıratımızla, o bütünün içinden akla gelen ilk sahne arasındaki ilişkidir işte o. Değil midir? Bir daha "Excuses..."

soğuk butonlardan sıcak bass tellerine...

yine 90 sonları, 2000 başları gibi 'kafamızı karıştıran seslerin müsebbibi' makamında oturan mühim şahsiyetlerden bir diğeri squarepusher idi, malum. müdür, alıp başını yürümüştü: o ne delilik, ne hazmedilemezlikti, yarabbi! sonradan, emekliliğine yakın, ilk enstrümanına eni konu rücu etmiş, salt bass sedasından ibaret parçalar hediye etmişti küçük alemimize, sağolsun. warp records'dan edindiğimiz bilgiye göre squarepusher emekli olmaktan vazgeçmiş, çalışmaya bir süre daha devam edecekmiş. ruhsuz butonlara basa basa geçirilen yıllardan sonra yanına aldığı çocuklarla -ben uydurmuyorum, kendi anlatıyor- artık bir bando olarak icra edecekler bu tuhaf musıkiyi.. karebasıcımız da bass çalacak -ve daha neler neler kim bilir...





buradan dinlemek mümkün.

cex, cex, ceeeeex!

"2000'e girdiğimizde yanımızda kimler vardı, onlarla neler dinliyorduk?" muhasebesine girişsek, özellikle hüzünlü gecelerde en çok dinlenen parçalar arasında cex'in 'first for wounds'unu ve kıyıcı başlığıyla 'an axe for the frozen sea within her'ünü saymak gerek, herhalde. aradan yıllar geçti, zaman değişti, e tabi cex de değişti. -biz de değiştik elbet.. nicedir herşeyi kendimizi mahvetme malzemesi olarak kullanmıyoruz! :)



o hüzzam makamından okuyan karanlık IDM'in yerini kah dans pistlerini kavuracak funky bir karmaşa, kah tek başına dinlenebilecek bir koyu dantel işi almış. kalabalık, sofistike ve elbette groovy işler var, cex'in yeni ep'si megamuse'da. her satırda, son 11 yılda bohem stüdyolarda ve karanlık dj kabinlerinde olan bitenlere referansları okumak mümkün.

alibaba londra'da.

mama'nın yere bakan yürek yakan, mutedil dalgalı yazarı alibaba, 23 şubat 2011 çarşamba gecesi, victoria station'u sallamaya hazırlanıyor. daha önceki buluşmamızda dönen muhabbetin ayrıntılarını aktarmıştık.



işte, afişte kendileri de pek güzel tasvir etmişler: dub ve deep house öğelerini hipnotik bas yürüyüşlerinin çekip çevirdiği, pistin tozunu attırma gayeli minimal tekno; ama öyle böyle değil, süfli olan karmaşadan arındırılmış, pür-ü pak, sütten bir ak kaşık edasıyla çıkmış bir tekno...


eee, ne demişler, sadık çeviri güzel olmaz, güzel çeviri sadık olmaz...

taze kafalar -yahut thom yorke'un bir modern dansçı olarak portresi



kendilerine ada'da rastlamak henüz nasip olmadı. ama, işte, yeni albüm sofrada. the king of limbs'in atmosferi in rainbows'unkine yakın.

ne ki bu kez beleş değil. hayal kırıklığı? evet, biraz..

dinlemek, dinlemek ve açılmak lazım. henüz deneme sürüşündeyiz. siz de buyurmaz mısınız?

ilk etapta "hadi bir daha dinleyeyim" dediklerimiz lotus flower ve codex oldu ya, hadi hayırlısı. zar atacak değiliz, elbet. radiohead'e dair hissiyatımız malum.

kendi sitelerinde lotus flower eşliğinde dans eden thom'u da izleyebilirsiniz.

kendileri ne içtiyse aynısından istiyoruz. iki duble lütfen. ("duble" denen ölçü, o malzemeye ne kadar müsait, emin olamıyoruz, gerçi...)

haydi kızlar gokula!






1990'lı yılları kapatmamızda mühim etki ve katkıları olan Kula Shaker'ı yeniden hatırlamak. Önündeki aynaya baktığında gördüğü arkasındaki aynadan yansıyan üçüncü sureti, kendisinin 10 sene önceki hali olarak görüverenler için gelsin.

the wire'dan naklen...

senelerdir ada'da 'adventures in modern music' altbaşlığıyla çıkan serin magazin the wire'ın şubat sayısında, meram sahifesini dizen chris bohn, müziği dinlemek ve o deneyim üzerine konuşmak arasındaki gerilime şöyle işaret etmiş:

"to be sure, when the conditions are right, all other considerations fall away and the only thing that matter is the emerging dialogue between sound and process, moment-forms and the trajectories they shape over the duration that binds audience and improvisor in a mutually rewarding contract of focused playing and composerly deep listening.
...
the contract between listener and player is broken the moment anyone attempts to communicate the night's intimate acts to a third party. they might be inadequate to the task, but words are the best most of us have got for articulating experience of this most ineffable of music through description, metaphor, anectode, physics -cod- or otherwise, progress report, comparison and, inevitably some biographical information."

"demek, elimizde sözcüklerden başkaca bir şey yok.. onları nasıl kullanacağız öyleyse?" sorusuna yanıt da bir kaç sayfa ileride tony herrington'dan geliyor. 'critical mass: words of advice to the lonely music critic' başlıklı tavsiye listesinden bir-iki alıntı yapalım:

"in music criticism, style (how you say something) is as crucial as content (what you say). unlike the contributor to academic journals, who can count on the institutionalised compliance of a captive audience, the music critic must grab the attention of the lasissez-faire reader and hold it rapt for the duration of their disquisition. for this reason, the music critic must make every sentence count, and dress it up accordingly.
...
the music critic must keep the musician at arms length at all times while coaxing them into an intimate discourse regarding their philosophy and praxis.
...
the music critic should be aware of a work's world-historical significance, its cultural capital, and if that work has no such status, be prepared to construct a new world in which it will have."

nasıl?

Капитал







Ляпис Трубецкой (Lyapis Trubetskoy) geliyor, Капитал (Kapital) diyor...Fazla söze ne hacet, dahasını etsek de kiril alfabesiyle olacak zira.

ateşten gömlek

şimdi, bunu alibaba yazsa elbet yerine oturacak herşey ya, turistize ekipler amiri olarak bir ‘kick start’ yapalım; belki pasımızı alır, rövesatayı çakar, alibaba, londra tabutunda.

geçen cumartesi, ada’daki bilmemkaçıncı club çıkartmamızı eda ettik. herşey beklendiği gibiydi: etnik ve cinsel çeşitlilik açısından hayli zengin bir küçük nüfus, küçük jestlerle el değiştiren onlarca kimya, pet şişelere arzuyla uzanan parmaklar, her daim görev başında bakışlar, müziği -hakettiği gibi- mimari bir entite olarak algılayan ve içinde rahatça dolaşan zihinler ve dahi vücutlar.. hasılı; et, kemik, tırnak, ter, sidik, salya... daha ne olsun!

sabaha doğru yeryüzüne çıktık, alibaba’nın evinde kurduğu ses mağarasına vardık, algı kapılarını açtık ve kendimizi, kendi seçtiğimiz müziğe teslim ettik. ada’da hayli geç ağaran –ve pazar sabahları özellikle ağırdan alan- gün bizi bulduğunda başka bir alemin yaratıklarıydık: dinlediklerimizi müşfik bir edayla katmanlarına ayırıp her bir katman üzerine mutlulukla iki çift laf ediyorduk.



o gün dile gelenlerin hülasası şu idi: elektronik musıki icra eden mahlukatın işi bir yandan hayli kolay, bir yandan da zordur. zira pek çok 'genre' için oturmuş formülleri elinin altındaki milyonlarca gereçle, örnekle, ritmle yeniden üretebilirken bir taraftan da –birlikte çalan müzisyenlerin çalma anının dolayımsızlığı içinde yakalayabildikleri- groove denen herzeyi bir yerlerden bulup çıkarmak, onu o katman katman, o tane tane, o atom atom ses parçacıklarının birbirine iliştiği yerlere, ilişmediği yerlere, es’lere, aksamalara yedirmek zorundadır. elbette örnekleme mantığının mekanik gereçlerden sonra dijital olanlarda da sonsuz olanakla hayata geçmesi, makinenin başındaki bu yalnız kişiyi yalnızlığını hissetmeyeceği denli kalabalık bir ortama salar: alıntı mübahtır, alıntılara yapılacak müdahalere ilişkin had hudud yoktur. ama, işte, temel paradoks da burada karşısına dikilir: sınırın olmadığı yerde bir şey yapmanın zorluğu, ahlaki bir zorunluğun olmadığı yerde özgürlük etiği oluşturmanınkiyle yarışır.

alibaba'nın kendine bulduğu yol, önündeki gereçlerin her birini en "basic" halde kavramayı denemek, ondan sonra, bu kavrayışta yetkinleşmenin ardından ancak, alıp yürümek. benim önerim ise yalnız başına yapmamak müziği, hep başkalarıyla birlikte yapmak.. bir de, daha önceki bir yazıda da bahsettiğim gibi vücudun işin içinde olduğu, "material" olandan yüz çevirmemek. çok muhafazakar gelebilir. gelsin.

p.s. bu arada, o geceye eşlik eden playlist'ten bir kupleyi anmadan geçmemeli -her ne kadar ada'daki güvenlik koşulları yüklememize müsaade etmiyorsa da, bir yerlerden bulunabilir herhal:

masomenos - 'coco classico'
zev feat. beckford - 'forget the world'
pantha du prince - 'lay in a shimmer' ve 'the splendour'
burial - 'wounder' ve 'archangel' (plaktan)
bjork - 'joga' (eskmo retake)
actress - 'und u boat'

altı üstü kültür, işte..

david rodigan, bugün hayli kolay olan bir işi londra’nın arka mahallelerinde 60’lardan bu yana icra ediyor: reggae’ye yatırıp terbiye ettiği ruhu, maaşallah hala sapasağlam. bizim hasan ali toptaş’ın london music scene’deki muadili gibi herif biraz: vergi dairesindeki gebertici memuriyetinden yeni emekli olmuş, kendini eski merakları üzerinden yaşatmaya çalışan bir adama benziyor, ama pikabın başına geçip mikrofonu eline aldığında bir alt-kültür ikonuyla, didaktik bir dub mc’siyle, eski toprak bir “sonradan olma jamaicalı’yla” karşılaştığınızı hemmen anlıyorsunuz. 30 yıldır radyoda dj'lik yaparmış meğer!



reggae aleminde baştan beri hayli yaygın bir pratik olduğunu öğrendiğimiz "parçalara ara gaz babında müdahale etme, icabında ayar verme, seyirciyi parçanın doruklarına ilişkin bilgilendirme, daha da ileri gidip künye aktarma" gibi tripleri öyle doğal, öyle yetkin bir biçimde yerine getiriyor ki mr.rodigan, bunca yılın boşa geçmediğini hissetmemek namümkün. (4 olumsuz art arda)

kırk küsur yıl önce carnaby street’te reggae ile iştigal etmek elbette bugün zaten bir jamaica mahallesi haline gelmiş olan brixton’da –düşünsenize, hootenanny diye bir mekan, önündeki bahçede ingilizce konuşmaya bile tenezzül etmeyen, şahane renkli berelerinin içine zorla tıkıştırdıkları rastalarını salladıkça çevreye envai çeşit çiçek kokusu yayan abiler ve ablalar- yıllanmış şarkıları çalmaktan çok daha heyecan verici ve bir o kadar da zor olmuş olsa gerek.

rodigan, turist ya da antropolog/etnograf kafasıyla girmemiş bu işlere, belli! tarzan’ı kurtların yetiştirmesi gibi rodigan’ı da bu şehre erken vakitte gelmiş reggae üstadları yetiştirmiş. neyle beslediklerini siz tahmin edin...

ustalara kaygı

her ne konuda olursa olsun, işinde ehil olan birinin elinden çıktığı 1000 KM'den belli olan işler, estetik olarak her zaman ayrı bir çekicilik arz etmekte. Korkarız Kid Loco ile ilgili bu fakir blog'da söylenmesi gereken neredeyse herşey söylendi bugüne kadar. Daha fazlasına ne hacet; her daim saygıda kusur etmemek boynumuzun borcu.

Hem elinizi vicdanınıza koyun lütfen, bunca yıl sonra tekrar bir trip hop seçkisi dinlemek isteseniz kimin mutfağını tercih ederdiniz? Cevap açık değil mi? Bazı ustalar bizi hiç yanıltmıyor; kaygımız bundandır...