Dub to Jungle

Dub'ı çocuklarıyla buluşturma turlarından ilki Dub to Dubstep turu olarak yapılmıştı. Channel One Sound yanına RSD, Kromestar, Jazzsteppa ve The Uplifter'ı alıp gezinmişti sağda solda. Geçen mayısta ise bu sefer büyük oğlan jungledaydı sıra. Channel One Sound'a eşlik eden ise Congo Natty idi. Daha fazla uzatmanın manası yok, bu iki ismi anmak yeterli.
Aşağıda Kane FM'in bu tur sırasında hazırladığı belgesel var. Kaçırmayın ve dalın.

kolektif coşku

"...
Bu nedenle, toplu esrime olgusu, sömürgeci Avrupa aklına adım attığı zaman düşmanlık, aşağılama ve korku hisleri ile damgalandı. Grup halinde esrime “ötekilerin” –vahşilerin ya da alt-sınıftan Avrupalıların- deneyimlediği bir şeydi. Hatta kendini bırakma, grubun ritimleri ve duyguları içinde kendini yitirme kapasitesi, “vahşiliğin” ya da genel olarak ötekiliğin tanımlayıcı özelliği olarak, ölümcül bir akıl zayıflığına işaret ediyordu. Avrupalılar esrime ritüelini dehşet içinde izlediklerinden, ziyaret ettikleri (ve süreç içinde çoğu kez yok ettikleri) halklara dair, onların tanrıları ve geleneklerine, kültürleri ve dünya görüşlerine dair çok az şey öğrenmiş olmalılar. Ama kendilerine dair son derece önemli bir şey öğrendiler ya da hayal güçleri yardımıyla inşa ettiler: Batı aklının, özellikle de Batılı eril, üst-sınıf aklın özü, davulların bulaşıcı ritmine direnmesinde, dünyanın baştan çıkarıcı vahşiliğine karşı, kendini bir ego ve rasyonellik kalesinin duvarları ardına kapatabilmesinde saklıydı.
...
Britanyalı antropolog Robin Dunbar, haklı bir üne sahip kitabı Grooming, Gossip, and the Evolution of Language’ta (Tımar, Dedikodu ve Dilin Evrimi) optimal bir paleolitik grubunun 150 kişiden oluştuğunu ileri sürer. Yazar, konuşmanın –kitabın başlığındaki dedikodunun- insanları bu büyüklükte gruplar içinde bir araya getirmeye yardımcı olabileceği tahmininde bulunur. Diğer primatlar örneğindeyse karşılıklı tımarın –bir diğerinin tüylerinin arasındaki böcekleri ya da kir parçacıklarını toplamanın- aynı şeyi yaptığını öne sürer. Fakat her ne kadar kitabın başlığında görülmese de, yazar bu ilk insan gruplarını bir arada tutan şeyin dans olduğunu ileri sürer. Dunbar’a göre konuşmadaki sorun, “onun duygusal düzeyde tamamen yetersiz olmasıdır.”

Tartışma ve rasyonelleştirme yeteneği kazanmamızla birlikte, büyük grubumuzu bir arada tutacak daha primitif bir duygusal mekanizmaya ihtiyaç duyduk. Sözlü tartışmaların soğuk mantığını zararsız hale getirmek için daha derin ve duyusal bir şeye ihtiyaç vardı. Görünüşe bakılırsa, bunun için müziğe ve fiziksel dokunuşa ihtiyaç duyuyorduk.


Gerçekte, yazar dilin danslı ritüelin hizmetinde olduğunu, “onların kendiliğindenliğini biçimlendirmenin” ve onlara “metafizik ya da dinsel bir anlam” vermenin bir yolu olduğunu düşünür. Tarihöncesi resimlerde dans eden yüzlerce figürün bulunduğunu, ama hiçbir kaya çiziminde açıkça konuşma ile meşgul olan çubuk figürlerin resmedilmediğini de unutmamalı.

Dunbar, grup dansının –özellikle sıra ve halka oluşturarak yapılan grup dansının- katılımcılarını Turner’in yirminci yüzyıldaki yerli ritüellerinde karşılaştığı türden communitas’lar içinde birleştirdiğini, insan topluluklarını eşitlediğini ve birbirine bağladığını öne süren tek kişi değil. İlginçtir, Yunancada “yasa” anlamına gelen nomos sözcüğü müzik bağlamında “melodi” anlamına gelir. Dans vasıtasıyla müziğe bedensel olarak teslim olmak, toplulukla, paylaşılan mitin ya da ortak geleneğin başarabileceğinden daha derin bir şekilde birleşmek demektir. Müziğe ya da şarkı söyleyen seslere göre eşzamanlı hareket ederken, bir grubu bölebilecek ufak tefek çekişmeler ve farklılıklar, kişinin bir dansçı olarak becerisinin değerlendirildiği zararsız bir rekabete dönüştürülür ya da unutulur. “Dans”, bir nörobilimcinin ifade ettiği gibi, “grup teşekkülünün biyoteknolojisidir.”

Dolayısıyla, dans boyunca bir arada kalabilen gruplar-ve bu grupların içindeki bireyler-, daha zayıf bağlarla bir arada duran gruplar ve bireyler üzerinde evrimsel bir avantaja sahip olacaklardı: topraklarına sokulan ya da başka şekillerde kendilerini tehdit eden hayvanlar ya da düşmanlık güden insanlar karşısında daha iyi bir toplu savunma oluşturabilme avantajı. Diğer hiçbir tür bunu yapmak için kafa yormamıştı. Kuşlar öterek işaret verir; ateşböcekleri eşzamanlı olarak yanıp sönebilirler; şempanzeler bazen ortalıkta birlikte tepinir ve etolojistlerin “karnaval” diye tanımladığı şekilde kollarını sallarlar. Eğer müziği yaratıp onunla eşzamanlı hareket edebilen başka hayvanlar varsa, bu yeteneklerini insanlardan saklamakta çok başarılılar demektir. Freud’un hayal etmeyi başaramadığı türden bir sevgiye, ya da en azından, insanları iki kişiden daha büyük gruplar halinde bir arada tutan yakınlığa yatkınlığı olanlar yalnızca bizleriz.
...
Gerçekte, ritmik müzikten keyif almaya eğilimliyiz ve başkalarını dans ederken izlerken, kendimizi dansın içine atacak kadar uyarılabiliriz. Yerli ya da tutsak halkların ritüellerini gözlemleyen bazı Batılıların söylediği gibi, dans etmek bulaşıcıdır; insanlar kendi beden hareketlerini başkalarınınkilerle eşzamanlı kılmak için güçlü bir istek duyarlar. İşitsel ya da görsel olarak duyulabilen ya da kasların ritme verdiği yanıtla ilişkili içsel bir duygudan kaynaklanabilen bu uyarıcı, bir psikiyatristin araştırma özetinde söylemiş olduğu gibi, “insanlarda beynin korkteks bölgesinin kontrolündeki ritimleri çalıştırabilir ve sonunda, son derece haz verici, tarifsiz bir deneyim yaşatabilir.” "

kaldırıma düşen suret




Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.

Ölüler çırılçıplak birleşecek tek bir gövdede

Yeldeki ve batı ayındaki adamla;

Kemikleri ayıklanınca ve yitince arı kemikler

Yıldızlar olacak dirseklerinde ve ayaklarında;

Delirseler de uslu olacaklardır her zaman

Batsalar da denize doğacaklardır yeni baştan;

Sevenleri kaybolsa da sonrasız yaşayacaktır sevgi;

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün


Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.

Kıvrımları altında denizin

Yatacaklar upuzun ölmeksizin yelcene;

Kıvranıp işkence aletleri üstünde

Adaleleri çözülünceye dek

Kayışla bağlasalar tekerleğe ezilmeyecekler

Avuçlarında ikiye bölünecek inanç,

Tek boynuzlu canavarlar yönetecek onları

Yıpratamayacakları her şeyi o paramparça kıracak;

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.


Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.

Martılar ağlamayacak artık kulaklarına

Dalgalar kırılmayacak gürültülerle deniz kıyılarında;

Bir mayıs çiçeği soldu mu hiçbir çiçek

Başkaldırmayacak vuruşlarına yağmurun;

Çılgın ve ölü olsalar da çiviler gibi,

Başları çekiç gibi vuracak papatyalara,

Güneş batıncaya dek güneşte kırılacaklar,

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.


Dylan Thomas.




hissi kablel vuku

"düş gören bir insan, düşünde bir şey yapmak ister, hareket eder, tepki gösterir, konuşur, ama eninde sonunda etkisi altına alamayacağı bir hikayenin seyrine boyun eğer. düş onun başına gelen bir şeydir. sonradan bu düşü başkasının yorumlamasını isteyebilir. ama bazen de düş gören insan kendi kendini uyandırarak gördüğü düşe son vermeye çalışır."


kadın, sarı ışıklı geniş bir caddede, heidi gibi saçlarını savurarak koştururken, arkasından “tren geliyor, kenara çekil!” diye bağıran adama güvenmeyip, önüne biraz geç -zaman algısı göreceli tabi- baktı. tren farları yüzünü ısıttığında “bu kadar mıydı?” hayal kırıklığıyla sadece derin bir nefes alabildi. ani çarpan tren, tertemiz bir beyaz yaydı gözünün önüne, bir de gerçek bir kan tadı. rüyadan uyanınca ne fenaydı. kaza olmuştu da kurtulmuştu sanki. hatta ne iyi hissetmişti yaşadığı için.
halbuki doğanın kadına kendini derhal koruması için verdiği o önsezi yeteneği, ne olur iki kere iki dört etmesin!'e de amin dedirtmişti. 

git gel, git.



"Baykuşlar tam bir sessizlik içinde avlanır. Bütün vücudu yumuşak ve ince tüylerle kaplıdır. Tüyler, uçuş sırasında tabii bir susturucudur. Uçuş esnasında kanatlarının “pırpır” sesi duyulmaz. İri gözleri, başlarının yanında değil önündedir. Aşırı büyüklükteki gözleri, göz oyuğunda hareket edemez. Araba farı gibi yuvalarında sabittir. Ama baykuş boynunu 270 derecelik alan içinde rahatça çevirerek çevresini kontrol edebilir. İnsanın sadece bir ışık parıltısını fark ettiği yerde baykuş buradaki cismi bütün teferruatı ile görür. Hassas kulaklarıyla, gecenin sessizliğinde uçan pervanenin kanat sesini veya bir tohumun çiğnenişini, hatta tam sessizlikte düşen iğnenin sesini bile işitebilirler. Baykuşların ilginç özelliklerinden biri de kulaklarının perdeli oluşudur. İstedikleri zaman açar, istediklerinde kaparlar. Dinlenme halinde ve yavaş uçuşlarında kulak perdesini açar, hızlı uçuşlarında ise kaparlar."


Baykuş, tarihte akıl, bilgelik ve koruyuculuğu temsil etmiştir. Ama konumuz o değil..

güz

güz, hayatımıza, çok önceden derinde verilmiş ama bir türlü zihinde belirmemiş bir karar gibi; sezdirmeden birikmiş, kuvvetlenmiş, ancak bu kuvvet marifetiyle, hacmi bir eşiği aşınca tebarüz eden bir his gibi, bir sıvı gibi giriverdi. hararetle, bunaltıyla gövdemizi dünyaya tüküren yataklar müşfik ve kucaklayıcı bir sığınak haline geldi.

güz, içerinindir. güz, içeridedir.



artık, iğdelerin dallarda kuruduğu, sabah fırtınalarının ve dahi gitgide koyu bir turuncuya kesen gün doğumunun geceki hissiyatı sürdürmekte direttiği terk edilmiş sayfiyelerin hayalini kurma vakti. sokakların değil, evin vakti. funk'ın değil, folk'un vakti. elbette minör akorlarla yazılmış gitar şarkılarının vakti. sabah sabah böyle şeyleri sayıklama vakti. ada'nın, ada'nın tekinsiz sükunetinin vakti. ada sakinlerinin.

ada'dan, crouch end'den bombay bicycle club, bir kez daha, bu kez flaw ile huzurlarınızda.

git gide, daha da...



my god

all the eyes are downwards/all your fumble words are spent/paying no attention/to the thoughts of your dear friend

no point louder/the sound of my power/sink in deeper/further each hour/my god

when our flower's fading/when our stem begins to fold/I will take off quietly/like a bird that flees the cold

no point louder/the sound of my power/sink in deeper/further each hour/my god

bir nefeslik rüzgar


Imam Baildi live in Athens - Flybeeyond Festival... FlyBEEyond

Albümün geneli, birine benzettiğiniz vefakat arkası dönük olduğu ve üzerine şanssız bir gölge vurduğu için tam çıkaramadığınız biri gibi. Ama bazen üç buçuk dakikalık bir şarkı, hiç de beklenmedik bir anda, iyi bir benzetmenin hakkını ziyadesiyle veriyor. Yunan topluluk Imam Baildi, iyi bir dost ile hasbıhalden hatırlanan bir laf gibi, masadakiler için değil masanın bizatihi kendisi için iyi giyinip süsleniyor ve birçoklarına sahte gelen bu tavrı tüm albüm boyunca sürdürüyor. Naçiz mama yazarınız da sırf yukarıdaki estetik için tüm albümü emrinize sunuyor. Siz yine de birine benzetmişsiniz gibi yapabilirsiniz tabi...Biliyorum, ters bi açıydı.


Conatus


Mevsim dönümlerine denk gelen farenjit hezeyanları, eski mevsimin gidişini mi yoksa yenisinin gelişini mi müjdeler bilinmez. Farenjit, ne kadar estetize edilmeye çalışılsa da bir türlü oldurulamayan o Pazar durağanlığının artık rahatsızlık vermeyen kronik sızısı olarak da tanımlanabilir pek tabi. Mevsim dön-ümü, ne tarafa döndüğünüze göre-celi...



İnsan sesinin, arada sırada da olsa, onun icat ettiği tüm enstrümanlara nazaran daha "belirleyici" olduğu zamanlar oluyor. Tıpkı Rus asıllı Amerikalı şarkıcı Zola Jesus'ın (Nika Roza Danilova) tavrında olduğu gibi. Prodüktör Alex DeGroot ile birlikte kaydettikleri üçüncü uzunçalar "Conatus" insan sesinin, tüm farklı tavırlarıyla, sesi çıkmayan birine nasıl belirleyici olabildiğinin kanıtı gibi. Kararında tutturulmuş electro bir altyapı ile birleşen insan (Adem manasında) tavrının estetiği, ne Pazar sızısı ne de farenjit sızısı dinler; değil mi?

düalité'ye "çifte" gidiyoruz

Bir önceki mamada bahsini ettiğimiz iki ayrı koldan (ama tek bir yoldan) ilerlemenin estetiği, teknik olarak "stereo" mevzusunu aklımıza getirmişti. Tekniği anladık hafız da, ya ruh n'olcak? derseniz...Haklısınız.

Farklı kollardan aynı emele gitmenin tezahürlerinden biri olarak da bu cover/remix hadisesini düşünebilir miyiz? Her daim düstur edinmekten bıkmadığımız, lakin mama takipçilerinin okumaktan bıktığı "iyi cover/remix, şarkının orjinalinde var olan vefakat görünmeyeni uncover edendir" lafı ile paralel olarak bir lafımız daha var: "İyi cover/remix, şarkının orjinalinin eninde sonunda varacağı yere, ondan bambaşka bir güzergah izleyerek (bazen kestirmeden hatta) gidendir."


Uzun müddettir, punk tavırlı çatallı vokali ve harikulade bir distorsiyona sahip, hayli çekici gitar sound'u ile sessiz takdirlerimizi toplayan Jack White'ın, Detroit'li birkaç yoldaşı ile beraber kurduğu cool topluluk The Raconteurs, düalite'ye gönderme yaparak "bang bang" diye iki kere haykırıyor...


Nihayetinde, ister "Bang! Bang!" desin, ister "Dan! Dan!", gidilen yer aynı: İki "Dom! Dom!" kurşun yarası!

kusur - eksiklik, sınırlama - yok etme


"Ceset, kokmuş ettir. Güzel, ya peynir ne? Sütün cesedi. Durmadan içeriye girip çıkanlar. Her hastanın sayısız iyileştiricisi var. Kahvaltıdan sonra akıl verenler, öğle yemeğinden sonra akıl verenler. Kente eşlik edenler, bir mağazaya eşlik edenler, ormana eşlik edenler ve her gün burada oturan ve kazak ören sayısız iyileştirici. Sayısız ipek, pamuklu ve yünlü kazak örülüyor. Karışık iplikle, renkli motiflerle yapılanları da var. Kimbilir ne zaman ve hangi amaçla giyilecekler.

Klinikte beş ya da on yıl geçirenler, mutfak ya da bahçede çalışmaya hak kazanıyorlar.
Geldim. Doğru bahçeye koştum. Ağzıma üç yaprak verildi, zehirlendiğimi sandım. Akşamın yaklaştığının farkına varamadım. Sayısız parçalara bölünüşümü, benimle birlikte dünyanın da parçalanışını anımsıyorum. Her şey koyu kahverengi. Benim sayısız parçam, dünyanın ve evrenin sayısız parçası, dönen hareketlerle yeniden bütünleşti. Birinin, bir insanın böyle bir şeyi ancak bir kez yaşayabileceğini söylediğini anımsıyorum. Çok acı vericiymiş. Ben, kendimi parçalarımla birlikte bir ocağın içinde yeniden buldum. Geçmişti. Hangi zamandaydım? Kaç yaşındaydım? Yaşanmış yıllara geri mi dönmüştüm?
Ben bendim. Zaman yaşanmış zamandı. Birkaç yaşanmış gün de eklenmişti bu zamana. Kemerle bağlanmıştım. Acılarım vardı, kendi kendimi kemere bağlı olarak iyileştirmek zorundaydım. Yanıma yaklaşan herkesi düşmanım olarak görüyordum..."



iki olsun!


Düalite, Türkçe’de “ikilik”, “ikilem”, “ikileme”, “ikili denge” gibi çeşitli biçimlerde kullanılmakta olup, doğadaki, evrendeki karşıtlık ve birbirini tamamlayıcılık ilkesini ifade eden genel bir terimdir.

Okultizm ve ezoterizm literatüründe esas olarak, sayısal sembollerden iki rakamının içerdiği anlamlarla ilgili olarak kullanılır. Genellikle, birlik-çokluk, ruh-madde, bilinçli-bilinçsiz, tesir eden-tesir edilen, şekil veren-şekil alan, aktiflik-pasiflik, Gök-Yer, spiritüel alem-fiziksel alem, ışık-karanlık, ak-kara, hayır-şer, iyi-kötü, vicdan-nefsaniyet, özgecilik-bencillik, müsbet-menfi, saflık-kirlilik, iç-dış, yüksek olan-alçak olan, pozitif güçler-negatif güçler, soğuk-sıcak, eril-dişil, doğum-ölüm, yükseliş-iniş, mikrokozmos-makrokozmos vb. gibi bir tür karşıtlık ve birbirini bütünleyicilik gösteren iki şeyi, iki gücü, iki varlığı, iki unsuru ifade etmede kullanılır.

Düalite sembolünün tradisyonlarda genellikle, hayır ile şer, iyi ile kötü, vicdan ile nefsaniyet, özgecilik ile bencillik, olumlu ile olumsuz unsurlarının bulunduğu fiziksel ortamı, yani varlığın ruhsal gelişim göstermek üzere bulunduğu tezahür ortamlarını (üç boyutlu alemi) ifade etmek üzere kullanıldığı görülmektedir.

Ezoterizme göre düalitenin olmadığı hal tradisyonlarda çoğunlukla androjenlik (erkek veya dişi olmayış), cennet veya hakikat ağacı’nın meyvesinin henüz yenilmemiş olması sembolizmiyle ifade edilir. Düalitenin henüz mevcut olmadığı hal, varlığın erkek veya dişi bedenine sahip olmadığı ve iyilik ile kötülük gibi ikili denge unsurlarının bulunduğu fiziksel ortamda henüz doğmamış olduğunu, düalitenin aşılmış olması sembolüyle ise varlığın artık ıstırabın sözkonusu olduğu, ikili denge unsurunun bulunduğu dünyalarda doğmasına gerek kalmamış olduğu hali ifade eder ki, “büyük kurtuluş” denilen bu hedef nirvana ve mokşaterimleriyle ifade edilen “küçük kurtuluş” hedefinden daha ileri bir hedefi ifade eder.

Bu hedef,Okültizm’de rebis sembolüyle, kimi tradisyonlarda androjen hale gelme veya “ilahlarla özdeş olma” vs. gibi sembolizmlerle ifade edilir. Eski Mısır bilgeliğinde bu konu şöyle ifade edilir: “İlahlar ikiliği bir etmiş insanlardır. İnsanlar ise birliği bilmek için ikiliği yaşayan henüz çocuk ilahlardır.

The Roots, Kanye West, Jay Z, Outkast, Lupe Fiasco, Lauryn Hill, Alicia Keys gibi mühim isimlerle işbirliği yapmış multi-enstrümantalist R&B ve neo soul müzisyeni John Legend'ın şaheseri Stereo şarkısının klibine kadar geçen o karanlık asırlar kadar uzun girizgahı okuma sabrı gösteren mamaperverlere, söz konusu şaheserin de için de olduğu 2006 tarihli uzunçalar "Once Again" (albümün adı bile düalite!) armağan olsun.

Düalite meselesini yukarıdaki gotik paragraflardan sonra, bir de bir kavram olarak stereo ile özdeş düşünmek gerek öyle değil mi? E madem insanlar birliği bilmek için evvela ikiliği yaşayan küçük ilahlar (ve iki kulakları var), naçizane yazarınızın aklına bu "ikiliğe" stereo'dan başlamaktan daha iyi bir yol gelmiyor. Düalitenin de tıpkı stereo gibi bir simetri hissinden çok, ayrı kollardan yürüyen vefakat sadece bir diğerinin de yürüdüğü bilindiği sürece o yolun anlamlı olduğu varoluşlar olarak görmek (duymak) en iyisi...Simetri değil, düalite. anı ve değer.

sadede gel sadede

"Hikayeye göre Fars kralı Şah Şehriyar "Hindistan ile Çin" arasındaki bir adada hüküm sürer (eserin daha sonraki biçimlerinde bunun yerine Şehriyar'ın Hint ve Çin'de egemenlik sürdüğü yazar). Şehriyar karısının kendisini aldattığını öğrenir ve öfkelenir, tüm kadınların sadakatsiz, nankör olduğuna inanmaya başlar. Önce karısını öldürtür, sonra da vezirine her gece kendisine yeni bir hanım bulmasını emreder. Her gece yeni bir gelin alan Şehriyar, geceyi hanımıyla geçirdikten sonra tan vakti hanımını idam ettirir. Bir süre bu böyle devam eder. Vezirin akıllı kızı Şehrazad bu kötü gidişata son vermek için bir plan kurar ve Şehriyar'ın bir sonraki eşi olmaya aday olur. Evlendikleri geceden başlayarak, kardeşi Dünyazad'ın hikaye dinlemeden uyuyamadığını söyler ver her gece Dünyazad'ın da yardımıyla çok güzel ve heyecanlı hikayeler anlatmaya başlar ama tam şafak vakti geldiğinde, hikayenin en heyecanlı yerinde, hikayeyi anlatmayı keser. Hikayenin sonunu merak eden Şehriyar, Şehrazad'ın hikayeye ertesi gece devam edebilmesi için, o gecelik Şehrazad'ın idamını erteler. Her gece bir önceki masalın devamını anlatıp yeni bir hikayeye başlar ve yine tam tan vakti hikayenin en heyecanlı yerinde anlatmayı bırakır. Kitabın sonuna kadar yer alan hikayeler, Şehrazad'ın Şehriyar'a anlattığı hikayelerdir. Sona gelindiğinde, Şehrazad üç erkek çocuğu doğurmuştur ve evliliklerinden uzunca bir süre geçmiştir. Kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri dinmiş, Şehrazad'ın sadakatine inanmıştır."

vesaire (bla-bla)...vesaire (bla-bla)... sadede gelelim:


Electro'nun yeni dünyanın batı yakasından çıkan örneklerini dinledikçe, daha evvel "el iquaa" kolektifi için tahayyül ettiğimiz durumu görebiliyoruz. Arap Baharı, sadece karanlık odalarda önünü görmeye çalışan bedroom dj'lerini değil, dans pistlerine kendilerini atan birbirinden "skinny" dimağları da hedef seçiyor tabi ki. Los Angeles'li electro(punk) ikilisi Rainbow Arabia, kulak verenin kuşağına dolanmakta gecikmiyor.

atatürk'ün sevmediği şarkılar


'bugün, işte, şu üç müziğin karşısındayız. doğu müziği, batı müziği, halk müziği. acaba, bunlardan hangisi bizim için millidir? doğu müziğinin hem hasta, hem de milli olmadığını gördük, halk müziği milli kültürümüzün, batı müziği de yeni medeniyetimizin müzikleri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. o halde, milli müziğimiz, memleketimizdeki halk müziğiyle batı müziğinin kaynaşmasından doğacaktır. halk müziğimiz bize birçok melodiler vermiştir. bunları toplar ve batı müziği formlarına göre “armonize” edersek hem milli, hem de avrupalı bir müziğe sahip oluruz. işte türkçülüğün müzik alanındaki programı esas itibarıyla bundan ibaret olup bundan ötesi milli müzikçilerimize aittir.'

ziya gökalp, 'milli müzik', türkçülüğün esasları içinde, 1923

'arkadaşlar! güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. bu yapılmaktadır, ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan türk musikisidir. (alkışlar). bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi ve kavrayabilmesidir. bugün dinletilmeye çalışılan musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. bunu açıkça bilmeliyiz. (bravo sesleri, alkışlar). ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. ancak bu şekilde türk ulusal musikisi yükselebilir ve evrensel musiki içinde yerini alabilir. kültür işleri bakanlığı'nın buna değerince özen vermesini, kamunun da bunda ona yardımcı olmasını dilerim.'

gazi mustafa kemal atatürk, 1 kasım 1934, meclis açılış konuşması

'dahiliye vekaleti bugün büyük millet meclisi'nde gazi hazretlerinin alaturka musiki hakkındaki irşadlarından ilham alarak bu akşamdan itibaren radyo programlarından alaturka musikinin tamamen kaldırılmasını ve yalnızca garp tekniğine vakıf sanatkarlar tarafından çalınmasını alakadarlara bildirmiştir.'

2 kasım 1934, anadolu ajansı

aktaran: tolga tüzün, 'atatürk'ün sevmediği şarkılar', altüst dergisi, sayı 3, eylül 2011