Woven Hand

woven hand ten stones

David_Eugene_Edwards

Gençliği peder büyükbabasının yanında geçiren David 17 yaşında terkettiği hayatın eleştirisini, yozlaşan hıristiyan değerleri müziğiyle eleştirir.

Tam bize göre sözleri, acı var, inanç var, kefaret var, var da var.

ellen'la elele

Ellenallien-thrills
Hazır Berlin'in rahle-i tedrisatından bahsetmişken, güzeller güzeli Ellen Allien'i es geçmek tabi ki mamacillolara yakışmazdı. B Pitch plakçılığın en müstesna üyelerinden Ellen, electro'nun sağlam örneklerini kah kendi kayıtlarında, kah tek başına plaklar başında , kah Apparat gibilerle beraber prodüksiyon koltuklarında, kah radyo setlerinde önümüze açılmamış kuşe kağıt mecmua kokusu gibi sermeye devam ediyor. Hafsalamıza ve tabi ki kulaklarımıza en çok işleyen 2005 tarihli eseri Thrills gide gele, döne döne, salına salına etrafımızda dolanmaya devam ediyor. Mama boş durmadı, zat-ı muhteremin yeni bulaştığı moda sektörünü ayaklarınıza kadar getirmekle kalmadı , misafir olduğu Ellen'ın çalışma odasının gizlice fotoğrafını bile çekip magazin basınına da gözünü kırptı. Daha ne olsun?
ellen's room

bigbeat'te reaktiften ziyade proaktifimdir

1990'ların bigbeat depremini sadece uzaktan takip etmekle kalmayıp kendilerini piste fırlatanları 1 Ağustos 2009 Cumartesi gecesi Kuruçeşme sahilinde çok eskilerden bir yaşlı Britanyalı bekliyor olacak. Eminiz ki naçizane mama takipçileri arasında yaşları başları ile beraber kot pantolonları ve trainerlarını da alıp "ne güzeldi okulları kırıp, brit pop'un dans pistine yansımış halleri eşliğinde zıplayışımız yahu" düsturu ile orada terini akıtacaklar vardır. Gitmeden evvel yanınıza bir ufak su alın.
fbsdb

ne yapabilirim?

Bir çift lacivert mahmur gözü, bir tutamı hep yanaklarına sarkan kumral saçlarıyla Odette, bahar başında açan çiçeklere benzerdi. Saatlerce zarif ve soluk profiliyle pencerenin önünde oturur, bacak bacak üstüne atıp roman okur, çorabını yamar ya da dikiş dikerdi.
Hele hele kemanla Grizri'nin valsini çalarken kalbim yerinden sökülecekmiş gibi olurdu.
Odamın penceresi Odette'in odasının penceresiyle karşı karşıyaydı. Penceremden dakikalarca, saatlerce, belki de tüm pazar günleri bakardım ona; özellikle çorabını çıkarıp yatmaya gittiği geceler.
Böylece gizemli bir bağ kuruldu onunla aramda. Onu bir gün görmesem, bir şey kaybetmiş gibi oluyordum. Bazı günler ona o kadar çok bakıyordum ki sonunda kalkıp penceresinin kepengini kapatıyordu. İki haftadır hergün görüyorduk birbirimizi. Ama bakışlarında bir soğukluk, bir aldrımazlık vardı. Ne bir gülümseme, ne bana karşı eğilimini belli edecek bir hareket. Çok ciddi ve ketum görünüyordu.
Bir sabah bizim sokağın köşesindeki kahceye gittiğimde ilk kez yüzyüze geldim onunla. Kahveden çıktığımda Odette'i gördüm; keman çantası elinde. Metroya doğru gidiyordu. Selam verdim; gülümsedi. Sonra çantayı taşımak için izin istedim. Cevaben başını sallayıp "Mersi" dedi. Tanışıklığımız işte bu tek eklimeyle başladı.
O günden sonra pencereleri açtığımızda el hareketleri ve işaretlerle konuşuyorduk. Bunun ardından aşağı inip Lüksemburg parkında dolaşmaya çıkıyor, sonra sinema veya tiyatroya gidiyor ya da başka bir şekilde birkaç saat vakit geçiriyorduk birlikte. Odette evde yalnız kalıyordu. Çünkü üvey babası ile annesi seyahate çıkmışlar, o ise işi yüzünden Paris'te kalmıştı.
Çok az konuşurdu ama çocuk gibiydi. Huysuz ve inatçıydı. Bazen çileden çıkartırdı beni. Bir gün Neulliy çarşısındaki Cuma şenliklerini seyretmeye karar verdik. O gece Odette yeni mavi elbisesini giymişti ve her zamankinden daha güzel görünüyordu. Restorandan çıktıktan sonra metroda yol boyunca yaşamından söz etti bana. Lunaparkın önünde metroya bindik.
Sürekli kaynaşan bir kalabalık vardı. Caddenin iki tarafı insaı eğlendirecek, meşgul edecek şeylerle doluydu. Kimileri gösteri yapıyordu. Ateş etme, şansını deneme, tatlıcı, sirk, bir eksen etrafında dönen küçük eletrikli otomobiller, yine kendi çevresinde dönen balonlar, hareketli koltuklar, türü türlü gösteriler vardı. Kızların çığlıkları, konuşmalar, gülüşmeler, uğultu, motor sesi, her telden müzik birbirine karışmıştı.
Zırhlı vagona binmeye karar vermiştik. Kendi çevresinde dönen hareketli bir koltuktu. Dönmeye başlayınca üstüne kumaştan bir örtü çekiliyor ve yeşil bir tırtıl şeklini alıyordu. Bineceğimiz sırada, sarsıntı ve hareketten düşmesin diye Odette eldivenleriyle çantasını bana verdi. Yan yana sıkış tepiş oturduk. Vagon hareket etti, yeşil örtü yavaş yavaş gerildi ve beş dakika boyunca bizi izleyenlerin gözünden gizledi.
Vagonun örtüsü geri çekildiğinde dudaklarımız hala birbirine yapışıktı. Ben Odette'i öpüyordum ama o kendini savunmuyordu. İndikten sonra, yolda bana Cuma şenliklerine üçüncü defa geldiğini söyledi. Çünkü annesi yasaklamıştı. Birkaç yeri daha gezdik. Nihayet gece yarısı yorgun argın dönmeye karar verdik. Fakat Odette oradan kendini alamıyordu bir türlü. Nerede gösteri varsa , orada duruyor, ben de ister istemez yanında dikiliyordum. İki üç defa zorla çektim kolundan da mecburen benimle yürüdü. Son olarak jilet satıp, mallarının üstünlüğünü uygulamalı olarak anlatan bir işportacının önünde durdu.Bu defa tepem attı. Sertçe kolunu tutup "Ama bu kadınları ilgilendirmez ki!" dedim.
Kolunu çekerek "Biliyorum canım, seyretmek istiyorum!" dedi. Ben de cevap vermeden metroya doğru yürümeye başladım. Eve vardığımda sokak tenha ve Odette'in penceresi karanlıktı. Odama girip lambayı yaktım. Pencereyi açtım. Uykum gelmediği için bir süre kitap okudum. Gece yarsını geçmişti. Pencereyi kapatıp yatacaktım ki Odette'in, odasının pencersinin altındaki gazlı sokak lambasının yanında dikildiğini gördüm. Bu hareketine şaşırdım; kızgınlıka pencereyi kapattım. Soyunduğum sırada boncuk işli çantasıyla eldivenlerinin cebimde kaldığını fark ettim. Anahtar ve parasının çantada olduğunu biliyordum. Çantayla eldivenleri birbirine dolayıp pencereden aşağı attım.
Üç hafta geçti ve bütün bu süre içinde ona yüz vermedim. Odasının penceresi açıldığında ben penceremi kapatıyordum. Bu arada Londra seyahatim girdi araya. İngiltere'ye hareketimden önceki gün, köşebaşında, keman çantası elinde metroya doğru yürüyen Odette'e rastladım. Selamlaştıktan snra seyahat haberini verdim ve o geceki davranışımdan dolayı özür diledim. Odette soğukkanlılıkla boncuk işi çantasını açıp ortasından kırılmış küçük bir aynayı elime tutuşturdu.
-Çantamı pencereden attığın gece böyle oldu. Biliyor musun uğursuzluk getirir bu!
Cevap olarak güldüm ve batıl inançlı olduğunu söyledim. Hareket etmeden evvel onu tekrar göreceğimi vaat ettimse de ne yazık ki mümkün olmadı.
Hemen hemen beş aydır Londra'dayım. Şu mektup Odette'ten gelmişti.

"Paris, 21 Eylül 1930

Sevgili ...... ,
Ne kadar yalnız olduğumu bilemezsin. Bu yalnızlık azap veriyor bana. Bu gece seninle biraz konuşmak istiyorum. Çünkü sana mektup yazarken seninle konuşuyor gibi oluyorum. Mektubumda "sen" diye hitap ettiğim için bağışla beni. İçimdeki derdin ne büyük olduğunu bir bilsen!
Günler ne kadar uzun! Saatin akrebi o kadar ağır hareket ediyor ki ne yapacağımı bilemiyorum. Zaman sana da mı bu kadar uzun geliyor? Paris'teyken her dakika gözümün önündeki o küçük odada olduğu gibi başının hep kitapta olduğundan eminim ama belki orada bir kızla tanışmışsındır. Şimdi odayı Çnili bir öğrenci tuttu, ama dışarıyı görmemek için pencereye kalın bir perde astım. Çünkü döne döne "Başka diyara giden kuş geri dönmez" şarkısını söyleyen sevdiğim kişi yok orada.
Dün Helene'le Lüksemburg parkında dolaşırken, o taş banka yaklaşınca, hani orada oturup bana memelektini anlattığın günü hatırladım. Ben de o vatlere kandım ve bugün arkadaşlarıma alay konusu oldum; herkesin diline düştüm. Oysa ben senin için hergün Grizri valsini çalıyorum; Vincennes koruluğunda çektiğimiz resim masamın üzerinde. Resmine baktıkça içim ısınıyor. Kendi kendime "Hayır,bu resim aldatıor beni!" diyorum. Çok yazık! Sen de inanıyor musun inanmıyor musun bilemem ama aynamın, hani bana verdiğin aynanın kırıldığından beri içimden bir ses kötü şeylerin olacağını söylüyor.
Son görüşmemizde, hani İngiltere'ye gideceğini söylediğin gün, kalbim senin çok uzaklara gideceğini ve bir daha birbirimizi göremeyeceğimizi söyledi bana. Korktuğum da başıma geldi. Madam Bourelle "Neden o kadar üzülüyorsun?" dedi bana.Beni Bretagne'ye götürmek istiyordu, ama gitmedim onunla.Daha fena olacağımı biliyorum çünkü.
Geçelim bunları; olan oldu bir kere. Mektubum sert olduysa, canımın sıkılmasındandı. Beni affet. Seni üzdümse, umarım unutursun. Mektuplarımı yırtıp atacaksın değil mi?
Bir bilsen şimdi ne kadar acı çekiyorum, ne kadar üzgünüm! Her şeyden nefret ediyorum; günlük işlerimden usandım. Oysa eskiden böyle değildim. Birçok kişiyi merak içinde bırakacak olsam da bu böyle devam etmeyecek. Kararımı verdim bir kere ,Paris'ten ayrılacağım. Altı otuzbeş treniyle Calais'e gideceğim; senin geçtiğin son şehre. Denizin mavi sularını seyredeceğim. Bütün bedbahtlıkları yıkar bu su! Her an rengi değişir. Kederli ve büyüleyici mırıltılarıyla kumsala vurur, köpürür. Kumlar tadına baktıktan sonra yutar köpükleri. Hem bu deniz dalgaları son düşüncelerimi de alıp götürecek. Ölüm birine gülümsemeye görsün, bu gülücüklerle kendine çeker onu. "O böyle birşey yapmaz" diyeceksin mutlaka, ama yalan söylemediğimi göreceksin.
Uzaktan öpücüklerimi kabul et.
Odette Lasour."

Odette'e iki cevabi mektup yazdım, ama birine cevap vermedi, öteki de geri geldi. "Gönderene iade" mührü vurulmuştu üzerine.
Ertesi yıl Paris'e dönünce soluğu Saint-Jacques sokağında aldım; eski evimin bulunduğu sokakta. Benim odamda bir Çinli öğrenci ıslığıyla Grizri valsini çalıyordu. Odette'in penceresi kapalıydı ve kapısına bir pusula aslımıştı : "Kiralık Ev"
SC105hires

2005 yılında "sevgili" Antony & The Johnsons, hepimizi hikayedeki Odette'in akşamüzeri bir denizin kıyısında gördüklerini "dinleyeceğimiz" bir kayda davet eder. Tüm hatıratımızla, giden(ler)in ardından albümü döndüre döndüre bir hal oluruz; "Hope There's Someone" da , "Man Is The Baby" de, "What Can I Do" da tüm kalbimizi piyanosunun tuşlarına çalmasına izin veririz. Mama'nın amcasının albümün çıkış tarihinden takriben 1 yıl sonraki bir buluşmamıza, kulağında "What Can I Do" ile gelirkenki surat ifadesini hatırlar, o ifadeyi bir arttırırız.
Her gidene hediye.

Hangi albüm böyle açılır ki?





hope there's someone
who'll take care of me
when i die, will i go

hope there's someone
who'll set my heart free
nice to hold when i'm tired

there's a ghost on the horizon
when i go to bed
how can i fall asleep at night
how will i rest my head

oh i'm scared of the middle place
between light and nowhere
i don't want to be the one
left in there, left in there

there's a man on the horizon
wish that i'd go to bed
if i fall to his feet tonight
will allow rest my head

so here's hoping i will not drown
or paralyze in light
and godsend i don't want to go
to the seal's watershed

hope there's someone
who'll take care of me
when i die, will i go

hope there's someone
who'll set my heart free
nice to hold when i'm tired.

PG. Lost

pglost-itsnotme

pglost-yes-i-am

Güzel birşeyler dinlemek istiyor musunuz? Bununla başlayın.

İsveç'ten diğer melodilerle  devam edin.

Kuzey Avrupanın karanlığı neleri ortaya çıkarıyor.

Charles Mingus - The Black Saint and the Sinner Lady (1963)

Mingus_Black_Saint60’ların hipppileri ve rok müziğini konuşulurken, kimse müziğin gerçek özgürleşmesinden, doğaçlamadan,  jazz’dan bahsetmez.  63 yılında, belki de müzik tarihinin en önemli albümlerinde biri Mingus tarafından  çıkarılır. Kendisine göre en önemli hatta başyapıtı olduğu kesindir ve bu sebepten dolayı kapak ön sözünü pisi-kiyatrisine yazdırır.

The Black Saint, Mingus’un kendisidir. Ve Siner Lady, Özgürlük ve Devrimdir. Artık eskisi gibi olmaması gerektiğini sözle değil, müziğiyle anlatmak istemektedir. Bunun için de pisi-kiyatrisinden yardım talep etmiştir.

Yaklaşık bir yıl sonra John Coltrane, A Love Supreme, albümünü piyasaya sürerken biri varoluşcu, diğeri seküler  kurtuluşun müzikteki simgeleri haline gelir.

Plak kapağında bir şiirden şu sözler yazar: “touch my beloved's thought while her world's affluence crumbles at my feet”

Söyle çevrilebilir, “dünyasın zenginliği ayaklarımın altında ufalanırken sevgilimin düşüncesine dokunun

izmir yanıyor!

sundurmanın altında öğle sıcağında böyle bir başlıktan başkası mümkün mü, kan ter içindeki mamaperver terakki fırkasının pek kıymetli üyeleri?

ayhan abinin tumbasından babylon balığına..

yaz benim zihnime bir pus olarak çöküyor genelde.. vaktin nasıl geçtiğinin farkında olmadan sıcağı asfalt üzerindeki buğu gibi uçurup günleri geçiriyorum.. ne ki akşamlar benim: serinlemek için alkole başvurmak orta vadede akıllıca değilse de kısa vadede hayli etkin bir çözüm.. zaten yazın uzun vadesi hayal edilemiyor: hangi saatte izmir güneşinin dibine devrileceğimiz hiç belli değil; olamaz da...

günlerimizi şenlendiren şeyler var pek tabii: reklam cıngıllarından videolara, zihnimizde yer etmiş yaz müziği kalıbının latin ritmlerinden döküldüğünü zaten biliyoruz. latin ezgisi de çeşit çeşit: devrimci türküsünden dans kafasına dek türlü haline sürekli maruz kalıyoruz. geçen gece; yurdumuzun yetiştirip güney amerika'ya saldığı, oraların rahle-i tedrisatından, o ruha nüfuz etme suretiyle takdirnameye layık görülerek mezun olmuş bir abisi arkadaşlarıyla hücum ettiler; biz de naçizane dinledik. sıcak mıcak demedik, bolca içip dans ettik. babylon'un palmiyelerinin altında terden parlayan tenler, rengi koyulaşan keten gömlekler, salınan kalçalar, gülen suratlardan müteşekkil bir enerji topağıydık. vallahi de billahi de pek şendik.


mu938772dt629500ut1


bunu sağlayan ayhan sicimoğlu ve ekibi, latin ritmleri ile bizimkiler arasında şahane bir tercuman takımı olarak çalıştı: bizden fışkıran terle beslenen ve ezgiler üreten babylon balığı sürüsüydüler. bu neşeli insanları şu albümle yaz günlerimizin bir kıyısına iliştirmek hoş olur diyor, ısınan yerlerinize üflüyorum.

Olé vre Coltrane, cool is Coltrane!


Bir tavır olarak "cool"un ne olduğu (on)yıllardır konuşuladursun, 25 Mayıs 1961 günü New York'taki bir stüdyoda olayın girişli gelişmeli sonuçlu kompozisyonu yazılmıştı bile birbirinden havalı sevgili mama takipçileri. Nasuhi Ertegün prodüktörlüğünde kaydedilen ve Atlantic Records etiketi ile piyasaya çıkarılan Olé, salt free jazz'ın en mühim duraklarından biri olarak kabul görmemiş, aynı zamanda XX. asrın en "cool" plaklarından biri olarak da hepimizin kulaklarına kazınmış. Albüme adını veren giriş parçasındaki yan flüt Eric Dolphy tarafından her yanımıza ilmek ilmek işlenirken, "loop" hissiyatının bir free jazz kaydına bile nelere kadir olabileceğini cümle aleme göstermiştir ustalar. Melodinin-daha da mühimi- tekrarlanan melodinin, emprovizasyon bile olamayacak kadar kaotik bir sıralama içerisinde bile nasıl da "loop"laşabildiğini, ve bunun genel hissiyata ne dehşet sirayet ettiğini daha iyi anlatabilecek bir kayıt sanırız yapılmamıştır. Üstadın diğer tüm kilometre taşından ziyade bir nevi "rakım ölçer" olan kayıtlarından gözümüzde tuhaf bir şekilde ayrılan Olé hiçbir zaman eskimiyor, ne kadar yere basan bir kayıt olsa da yüksek irtifasını her daim koruyor.

Aynı zamanda bu albüm bütün bunlardan öte, 2007'de gezegenden ayrılan sevgili eşi Alice Coltrane'in bir başka mama'ya konu olabilecekken es geçemediğimiz muhteşem Journey in Satchidananda 'sına adeta girizgah işlevi görüyor. Satchidananda yolculuğu hakkında yazılabilecek fazla birşey yok esasında , siz bi gezin, dönüşte buraya uğrayıp gördüklerinizi (daha doğrusu size görünenleri) yazın. Mutlaka.

berlin'in "reich"le-i tedrisatı

Minimal tekno, minimal house, deep house, click house,glitch, microhouse ve bunun gibi türlerin salt "biraz mürekkep yalamış dans müziği" kategorisine sokulmasının haksızlık olduğunu düşünerek geçti son bir iki gün kadirşinas mama takipçileri. Bilhassa Berlin menşeili bu "yükte hafif pahada ağır işler"in(minimal'ın tanımı olsun bu) her zaman illa da "dans" etmek veya salınmak için olmadığını iyi ses sistemlerinde doğru ekolayzır ve volume ayarları ile hissetmek mümkün. Elektronik müziğin birçok türevinde olduğu gibi bu işlerde de minimal tekno, bulunduğunuz mekana ayrı bir dekorasyon yapıştırıverip , bulunduğunuz zamanda da belirgin kırılmalara neden oluyor. Bir nevi şahsına münhasır bir ambient yaratmakta oldukça yetili olan janrı, Berlin'in hip underground kulüplerinde geceyarıları plakların başına geçen hikaye anlatıcılarından takip etmek naçizane tavsiyemiz.
watergate
Söz konusu kulüpler arasında nehir kıyısındaki Watergate son dönemde olayın başatlarından sayılmakta. Uluslararası bir şöhrete çoktan kavuşmuş mekan, salt bir janrın kalbi olan şehirde yaşamını sürdürmekle kalmıyor, bünyesindeki resident DJ'lerin yaptığı setleri de plaklaştırıp işi büyütüyor son iki senedir. Şu ana kadar kronoljik sıra ile Onur Özer, Sascha Funke ve Konrad Black gibi isimlerin setlerini basan şirket bu güzellemeleri devam ettirecek gibi görünüyor. Bir kez daha ana akım teknonun berbatlığını, Berlin'in "mürekkebi ziyadesiyle yalamış" underground minimal teknosu ile gideriyoruz. Salt volume'ü yüksek gece dansları için değil , günün her saati için bir ambient olarak servis ediyoruz. Derdimiz de bu. Watergate serilerini yakinen takibe devam, mis gibi kapak tasarımları için de Matthias'a selam...
Watergate Image #7Watergate Image #2Watergate Image #5

sürülmüş güneş kremi kokusu ve boşalmış mojito bardakları

00-quantic_and_his_combo_barbaro-tradition_in_transition-(trudd190)-2009-shanky
Quantic boş durmuyor , boş durmadıkça bize "e hadi artık sürüşmeye başlayın güneş kremlerini..." diyor. Şaka bir yana (ne demekse, hangi yanaysa?) son yıllarda nefret edilesi yaz mevsimini bu kadar estetize edebilen daha iyi bir kayıt duymamıştık. Klasik latin havalarının gereğinden fazla kalabalık, yorucu, ruhsuz tekrarlara dayananan sıcak sakilliği bu kadar modernize edilip güzelleştirilebilirdi , onu da yapsa yapsa tabi ki Quantic yapardı. Sevgili Holland , zaten birkaç senedir sadece DJ masasının arkasında harikalar yaratmakla yetinmiyor , durmadan gezip tozup, kah Spanky Wilson gibi unutulmuş olduğu kadar "cool" soul solistlerini tozlu plaklardan tekrar günlük hayatımıza sokuyor , kah masanın etrafından dolaşıp bir davulun ya da trompetin başına geçip kurduğu canlı gruplara eşlik ediyor. 2009 senesi için de liderliğini yaptığı yeni toplaşka Combo Barbaro ile beraber bardaklarda buz olmaya devam eden Quantic, bu canlı kayıt işini olabildiğince "olgunlaştırmış" , işin kıvamını iyiden iyiye çözmüş görünüyor. Bu havalarda mama, beklentileri boşa çıkarmıyor : Quantic And His Combo Bárbaro 'yu getiriyor , Tradition In Transition , daha plakçılara düşmeden buzdolabındaki yerini alıyor...

jean saul partre

buyrun, karısını alıp tatile çıkan çapkın filozofa başlıktaki adı takan boris vian'ın sesini dinleyin!

boris_vian11

bu arada, yengeyi esefle kınıyoruz, zira kime sorsanız (simone de beauvoir dışında) ikisinden boris olanını seçer. zaten tatilde de hayır etmemiş, "çalışacam" deyip kitabın başına oturmuş hafız.

metropolitain

henüz görmek kısmet olmadı a, okulda bahsi çok geçmiştir: hector guimard'ın evvelsi yüzyılın sonunda, geçen yüzyılın başında art nouveau nam stilde tabiattan mülhem tasarlayıp cuk oturttuğu metro giriş merdivenleri, kapıları hayranlığımızı kazanmıştır hep. kenti daha makul kılmak, güzelleştirmek fikri, aslında, hiç hoşumuza gitmez: rezil olan rezil kalmalı, öyle görünmeli, cilalanmamalı, giderek bıktırmalı, püskürtmelidir ki insanlar kurtulsun.. kentsel mobilya tasarımına ilişkin naçizane cinai fikirlerimizi bir kenara bırakalım da kentin doğurduğu en güzel şeylerden birini, kent müziğini konuşalım. hatta konuşmayalım, dinleyelim.


0000197580_350

emmanuel santarromana'nın metropolitain albümünün kapağında yukarıda bahsi geçen metro girişlerini görüyoruz. albümde de metroya inip paris'in pluralité'si ile karşılaşıyoruz. şehre kulak verip kim varsa dinlemiş, üzerine sesleri, ezgileri dizmiş üstad.

yeni bir buluş değil bu, hayli vakit olmuş albüm çıkalı, ne ki sabah sabah listemizin shuffle'ında müthiş opera'yla karşılaşınca, yazmadan edemedik.

p.s. paris deyince, kent müziği deyince, la haine'da koca speaker'ları cama dayayıp ellerini ovuşturup edith piaf eşliğinde vinil marifetiyle polise kalayı basan kenar mahalleli dj'i es geçmek mümkün mü, a dostlar? bu da celalettin cerrah'a valilik hediyesi olsun osmaniye sokaklarından doğru :)

azıcık Benga sür, geçer...

benga
Sadece kapalı mekanlardaki ses sistemlerinin mükemmelliği ile ilgilenen odyofillerden değilseniz , dışarda yürür,koşar,bisiklete biner, metroda ivmesini hisseder, otobüsle gider,uçaktan aşağı bakar iken de iyi bir kulaklıkla müziği deneyimlemek ve hissiyatının dönüşümünü algılamak isteyenlerdenseniz , bizdensiniz. Hani Miles'ın dünyada sadece iki tür müzik olduğunu iddia etmesi gibi : İyi müzik , kötü müzik. Ya o , ya bu.
CS330159-01A-BIG
Benga son 4-5 senedir , ne gariptir ki bilhassa taşınabilir müzikçalarlarınız için gezegenin en makul seslerini diziyor. Dubstep'in rüzgarının ilk esmeye başladığı 2004-2005'lerde adı en sık duyulan isimlerden birisiydi şüphesiz. Şu sıralar biraz daha yeraltında , biraz daha yakın. Hani o güzeller güzeli Leftfield vardı ya , hani her fırsatta saygıdan başımız önde el pençe divan durduğumuz , Diary Of An Afro Warrior albümünü dinlerken bizdeki o saygıdan çok daha fazlasını Benga'nın gösterdiğini anlıyoruz "mighty" Leftfield'a...

Benga. Tuğlalı bir duvar dibinde gecenin bir vakti asık suratlarla yanyana fotoğraf çektireceğiniz tek adam!

Seni aldatmadım, öyle bir şey yok, olmadı.

ThomYorke-TheEraser

Please excuse me but I got to ask,
Are you only being nice
Because you want something?

şen ola düğün!

düğünler hayli tuhaf 'gathering'ler. kız tarafının, oğlan tarafının, her iki tarafı da tanıyan 'ikili oynayanlar'ın, hiç bir tarafı tanımadığı halde partnerinin peşine takılıp oraya gelmek durumunda olanların toplaştığı, tarafların gizli gizli yahut açıktan birbirini tarttığı, memnuniyetsizlere pek çok malzeme sunabilecek türlü aksaklık ve sakilliğin kuvvetle muhtemel vuku bulduğu sazlı sözlü, içkili pastalı kıprışmalar silsilesi..

hayli eğlenceli bir düğüne iştirak ettim; yanlış anlaşılmasın. tabii ki absürditeden kaçış yoktu: pek sevgili gelin hanım ve damat bey nikah masasına ilerlerkenki müzik, örneğin, hayli 'victorious' bir kafa yapıyordu. keza, şahane bir terasta verilen yemekte de cevdet nam bir çılgın şarkıcı, detone ötesi çığırtganlığıyla insanları kah kolbastıya kah harmandalıya, oradan sezensi hüzünlemecelere, giderek hızlanan halaylara filan davet ediyor, davet etmek de ne, çekiştiriyordu.


dugun


patlayan baslar, kötü mikrofonlarla farklılaşmış keman sesleri, synth'e kayıtlı cızır cızır ziller, davullar, per total kalabalık bir uğultuya, kollektif bir iniltiye dönüşen bir şey değil de nedir, düğün sound'u?

ikinci defa: yanlış anlaşılmasın! bu sound'a gıcık olduğumdan değil, bunun da bir estetiği olduğu için yazıyorum bu fakir satırları. bedük'ün düğünlü videosunu hatırlayalım: videoda pembeye çalan dolgun renklerin, hayli baskın noise'un, ses kaydındaki boktanlığın 80-90'lara dair bir şey olduğuna kani isek, düğün sound'unun da farklı bir estetik deneyim olduğunu kabul etmemiz gerek. tıpkı pavyon sound'u gibi.

daha önce mecmuamızda arabesk'e ilişkin yazıldı çizildi. fairuz derin bulut & ali tekintüre işbirliği gibi, müslüm gürses'in inauthentique albümleri gibi pop konulara değinmişliğimiz var. ne var ki bu damarın bağlandığı daha derin, sığası yüksek bir dip suyu var: cengiz kurdoğlu, arif susam gibi pavyon synth'cilerinin albümlerinin yok sattığı bir çocukluk anımsıyorum. bir taraftan da pavyon müziği denebilecek sound'u hayli melezleştirmiş örnekler var. cengiz coşkuner nam zat-ı muhterem'i anımsıyorum: hayli türki bıyık ile elvis'in son zamanlarındaki saçlarını gülcemalinde birleştirip bembeyaz fender'iyle bizi kaset kapaklarından içeri davet eden o tuhaf adam (evet, hatırlayanlar için, hüner coşkuner'in ağabeyi olmalı) .

ve bir de geçenlerde öte yana göçmüş biri: adanalı santana kurtuluş türkgüven. ankaralı her gencin gece yarılarında tuhaf bir hayranlıkla ve gıcıklıkla izlediği süleyman bağcıoğlu'na pek benzeyen bu gitaristi en iyi yansıtanlardan biri olmasa da fikir vermesi ve açılışı yapması için şu videoyu önerip çekileyim. pavyon sound'una radikal bir uçtan eklenebilecek erken örneklerini aramak da meraklısına düşsün.

p.s. k.t.'den bahseden ş.ye pek çok teşekkür.

Drum'n'Bass nereye?

Alttaki videoda gönlümüzün kraliçesinin derdini anlatırken "modern dokunuş"lardan ve drum'n'bass'ten dem vurmasından sonra , bir "drum'n'bass nerelerdeydi, neler oldu da nerelere geldi..." fırtınası bizi sardı saygıdeğer mamacillolar. 1990'lı yılların ilk yarısından itibaren başlayan janr , o yıllarda şüphesiz muhafazakar dinleyiciler tarafından en çok sataşılan janrlardan biri oldu. "Garage'larda 3-5 kişilik veletlerin kendin-çal-kendin-dinle düsturu ile saçmaladıkları bir tür bişeyler işte" olduğuna uzun müddet herkesi inandırmaya çalıştılar lakin , olaylar çok farklı gelişti malumunuz. Drum'n'Bass yıllar içinde, o yeraltı hangarlarından çıkıp, onlarca kola ayrılıp , milyonlarca kulağı zehirledi. Ana akım listeleri zehirlemezden evvel , dünya müziği ile sevişip , bu sevişmeden olan oğlan çocuğunu da dünya müziği haline getirdi.
Drum'n'Bass, Dub , Garage , Dubstep, Breaks gibi şeyler deyince söz konusu işlerin başatlığını yapan bir iki memleket gelir akla ilk etapta lakin size İspanya desem? Evet evet yanlış okumadınız ,bugünkü konuğumuz güzel İspanya'dan DJ Filastine. Muhteremi size anlatmak zor , en iyisi "kimim ben?" sualini kendi ağzından cevaplasın bizlere : " i am a specialist in counter-hegemonic brown sound, world's only luddite laptopist, on a mission to jam their signal with my noise..." Diyecek tek şey var : Vay arkadaş!
filastine.jpg
Filastine 2000'lı yılların başlarından itibaren öncelikle bazı lokal yeraltı toplamalarında kendisini göstermeye başlar. Giderek işlerini verdiği toplamalar lokalliklerini yitirip, tüm Avrupa'da isminin duyulmasına vesile olurlar. 2006 yılında Soot Records etiketi ile yayınlanan debutu "Burn It" ile etrafı iyiden iyiye yakmaya başlayan Filastine , bu sene ikinci albümü Dirty Bomb 'u da raflara bırakıverir.
Filastine - Burn It.jpgFilastine - Dirty Bomb.jpg
Plakların her ikisininde de dikkatimizi çeken ilk şey , birçok parçada Filastine'in müziğe "konuklar" davet ettiği oldu. Yalnız bu davetler alışkın olduğumuz featuring'ler gibi sadece "bi uğrayıp kaçarak" işi soğutmaktan ziyade daha da bir ısıtıyor. Kendileri de salt misafir olmaktansa işin içine-derinine girdiklerinden, mevzudan son derece haberdar görünüyor ve yapılması gerekeni yapıyorlar sadece. Filastine'in kafasından ise nasıl görüntüler geçtiğini hala anlamaya , görmeye , hissetmeye çalışıyoruz.

Yazının bir yerlerinde dem vurmuştuk sanırım "muhafazakar müzik dinleyici"lerinden , hani neredeyse (on)yıllardır pelesenk ettikleri laf vardır ya "..bilmiyorum , bu müzik çok ...soğuk?..yani.." İlk başlarda buna tevazuyla yaklaşıp yıllar geçtikçe derdi anlatmaktan dil epilasyonuna uğramış mamacılar için geliyor Filastine ; soğuğu mu kaldı artık yahu , adam her yeri yakıyor , gerçek bir İspanyol gibi!
Olabildiğince sıcak ve acılı servis ediniz.

ya allah, ya bismillah...

1 Ağustos gecesi , Babylon Alaçatı'da kucaklarımız da kulaklarımız gibi apaçık olacak.





Söylenecek ne olabilir ki şundan başka : "Kurban olurum!"

Haydi Kızlar Ghetto'lara...

_cdcover
Ne zaman Ghetto'lardaki hissiyat şehir merkezlerinden fersah fersah ileri gitti dense , işte o an akla Hip Hop da gelmemeli mi sevgili mama fetişistleri? Artık can sıkan bir temcit gitarı kıvamına gelen "Punk tavrı ve tarihi" konulu yazılar gibi , biz de burada sizlerin önüne Hip Hop'un arka sokaklardaki pikaplarda dönen maceralarını , Afrika Bambaata'ları , Spoken word'leri filan bir kez daha koymayacağız. Lakin meramımız beyazların da uzun bir müddettir zıplayabildiği! Yeraltındaki "beyaz" DJ/Prodüktör ve MC'ler uzun süredir kayda değer işler çıkarmakta iken bu işlerin en sert yumruklarından birini 2003 yılında Maker vurmuştu bile.
pic_maker
İşi salt hip hop'ta bıraksa yine iyi , ne arasak buluyoruz abide , downtempo ise güzeli , trip hop ise kıvamı , soul ise bedenden ayrılmamışı hep burada. "Beyaz" dediğimize bakmayın tabi ki , işin her yerinden güvenebileceğimiz bir siyah "groove" akmakta. Hip Hop ana akımdaki çirkinliğini , yeraltı samimiyeti ve groove'u ile dengelemekte. Hangi kıtada olursanız olun kulak kesilmenizde fayda görüyoruz. "Abandon All Cargo" eşiliğinde kafalarımızın hafif salınımında huzuru buluyoruz.

n.ye notlar...

pek kadirşinas, pek 'haklara saygılı' mecmuamıza bir tekzip geldi. kendi ağzımızın süzgecinden geçirerek de olsa yayınlamamak, ilkelerimize aykırı davranmak olmaz mı? (aslında olmaz da, n. memnun olsun, tek dileğimiz bu)..

şubat 2009'da kültür pazarı (adorno ve horkheimer değil, radyodtü) başlıklı girimizde, ailemizin çellisti pek gıymatlı n.yi, brahms'ın piyano viyolonsel sonatının ilk kısmını (ki favorimizdir) 'oryantel' bulmakla suçlamışız. halbuki o, onu, sadece 'arabesque' bulmuş idi :)


07


eh, madem bu kadar muhabbeti oldu, o zaman dönüp, istanbul pre-modern yazımızda gönderme yaptığımız last boat from halki / heybeli’den son vapur albümünde 4. track'i teşkil eden çello taksimini dinleyelim de bir çello nasıl arabi bir güzelliği kat edermiş görelim...

(ama, n. de dinlesin ha..)

izlanda'nın güllerinden...

emiliana torrini (davíðsdóttir) istanbul nam şehiririsine gelecek ve lakin biz muhtemelen orada olamayacağız. yani, kimilerimiz orada olacak da, hepimiz değil.. amaaan, işte..

i52bn9


ne gam! buyrun buradan yakın, izlanda'nın daha akıllı uslu cicilerinden birini, başkalarının tune'ları ile soslanmış halde tadın.

Günün İlk Albümü, Günün İlk Şarkısı...

Hayatımızın soundtrack'lerini dizerken en mühim kısımlardan biri de sabahları , o güne başlamak için seçilen ilk albümler değil mi sevgili mama takipçileri? O albümün günün geri kalan kısmının nasıl geçeceğini belirlemekte önemli yeri olduğunu düşünenler için bugün kulunuzun güne başladığı uzunçaları sunmakta hiç imtina etmiyoruz. Stephen Marley , soyadının rahatlıkla getirebileceği rahatlığı ve tembelliği bu albümün prodüksiyonu sırasında göstermemiş neyse ki. "Babasının mirası" geyiklerine hiç girmeden pek kırılgan olduğu kadar pek profesyonel ve kıvamlı bir iş çıkarmış. Kullanılan sample'lardan , beat'lerden , vokallerden , düzenlemelerden ve tabi ki ruhtan çıkardığımız, Stephen'ın bu albümdeki featuring'lere ( Mos Def , Damian Marley , Ben Harper , vs..) çok daha ciddi bir katkı yapıp bir sonraki albümünün prodüktör koltuğuna mesela DJ Shadow'u oturtması gerektiği oldu. Evet evet , DJ Shadow Stephen Marley elele , nice tuhaf sabahlara...
16486_01_Booklet.qxd

E iyi güzel de Stephen , bunun bir de akustik versiyonlarını kaydetsen ne iyi olurdu diyen obezlerimiz için de birşeyler düşündük :
stephen%20marley
Gitmeden geçemeyeceğiz : "You're Gonna Leave" , son yıllarda dinlediğimiz en "groovy" ağıt değil de nedir ki? Hayatta herhangi birşey "groovy" olmamalı da ne olmalı?

Sputnik.

barber

adagio for strings op. 11