son bir-iki günde dinlediğim biri birine benzemez yepisyeni albümleri ardarda dizerken, en uygun başlığın bu olacağı kanaatine vardım.
norah jones, her zamanki tatlılığını hafif 'bitter' bir lezzetle harmanladığı the fall adlı bir albüm çıkardı. piyanonun kestirmeciliği, ritmsazların dandunluğu, gitarların çıplaklığı ve basların açıksözlülüğünden müteşekkil bu 'bitter'lığın ilhamı nereden peki? şarkıları dinleyen kulaklarımız ve albüm kapağındaki fotoğrafta duvarkağıdıyla şapkaya takılan gözlerimiz bizi yanıltmadı: tom waits. zira, resmi web sitesinde baba da bundan bahsediyor:
The singer Norah Jones appeared on NPR’s Morning Edition today discussing her new album. In the interview, Jones cites Tom Waits and his groundbreaking record “Mule Variations” as such a favorite that she looked at the liner notes to find its engineer, Jacquire King, who she then used to produce her new album. They even play and then discuss Waits’ song “Cold Water.”
bu arada, yakın zamanda sevgili dostumuz a.u.nun da animasyon ekibinde bulunduğu where the wild things are adlı filmin ('being john malkovich'in, adaptation'un ve bir çok videonun da) yönetmeni olan efsanevi spike jonze'un kardeşi [ne isim tamlaması oldu bea] sam spiegel (a.k.a. squeak e. clean), ze gonzales ile bir araya gelip n.a.s.a. (north america south america) diye bir hiphop projesine girişmişler. peki bu, bizi, neden ilgilendiriyor? çünkü spacious thoughts adlı parçada tom waits'i konuk etmişler. nasıl da uymuş ama! videonun prodüksiyonu da cabası...
peki, tom waits, bir taraftan tatlı kız çocuklarının eni konu olgunlaşmalarına ilham olur, bir taraftan hiphopçu serserileri kendi mekanlarında ziyaret ederken, kendi hesabına neyliyor? hepimizi biraz daha olgunlaştıracak olan, glitter and doom turnesinin çift cd'den oluşan kayıtlarını yayınlıyor! 2008 yazında çıktığı ve bir türlü bizim mahalleye uğramadığı turunda seslendirdiği şarkıların hepsinin tadı ayrı, canlı dinlerken. ne ki dublin'de eda edilen trampled rose tom waits'in ulumalarıyla daha da görkemli hale geliyor; ve edinburgh'daki green grass, sözlerine yakışan bir hüzünle, bir hesaplaşma mırıldanmasına, geç kaldığı pek belli bir veda mektubun kıraatına dönüşüyor. ikinci cd'de, tom waits'in gösterilerini daha da teatral kılan muhabbetler kaydedilmiş. meraklısı için bulunmaz ganimet.
bir başka ganimet olan a silver mount zion'un born into trouble as the sparks fly upward başlıklı albümünü, genel atmosferine cuk oturacak biçimde, ruhumuzun daraldığı, sızgınlığımızın şiddetlendiği zamanlara katık etmiştik a, vic chesnutt'tan haberdar değildik. bu hüzünlü olduğu kadar karakterli abimiz de grupla birlikte şahane bir albüm kaydetmiş: at the cut. hayli karanlık albümde özellikle coward'a ve granny'ye dikkat.
"sükunet iyi, güzel de, bu karanlık... biraz fazla değil mi, kuzum?" diyenlerdenseniz, sizi arms and sleepers'ın matador'una davet edeceğiz. portiskafayı, belki de daha çok radyokafayı iyice dinlemiş insanlar olduğuna kanaat getirdiğimiz ikili, ince dokunuşlarla bezedikleri bir yapının üstüne kayıtsız kalınamayacak derinlikte melodiler gömmüşler.
güzel bir kadınla açtığımız pazar sabahı mamasını, başka bir güzel kadınla kapatalım: concha buika, el ultimo trago'yla bizi bir vedaya daha davet ediyor. eh, fazla söze gerek yok; davete icabet ediyoruz. iyi pazarlar!
printempo
Şef:
sputnick
on 27 Kasım 2009
/
Comments: (1)
skalpel'den sonra polonya'dan ikinci bir bomba. printempo, aynı adlı debut'uyla istişareye ve infilaka hazır!
Jarvik Kalbi
Şef:
sputnick
/
Comments: (1)
Dubstep ve techno füzyonu daha 2000lerin başlarında, dubstep janr olarak ortaya çıktığından beridir yapılıyor.Hardcoreu, jungleı, dubı, reggaeyi, technoyu belleğine yedirmiş inanların 140 bpmde ve bass hakimiyetinde yaptıkları bu müzikte zaten bu füzyonun olması kaçınılmaz bir sonuçtu.
Bir şey var ki, havasından mıdır suyundan mıdır, bu işi en iyi becerenler nedense hep Bristoldan çıkıyor.Rooted Records ve Punch Drunk Records'un sahibi Tom Ford aka Peverelist bu Bristollianların önde gelen isimlerinden.Daha evvel çıkardığı 12"lerle dubstep sahnesinde her yaptığı merakla beklenen prodüktörler listesine adını silinmeyecek şekilde yazdırmıştı.30 Kasımda ise ilk uzun çalarını çıkarıyor, Jarvik Mindsate.
Jarvik ilk yapay kalbi yapan doktorun soyadı, zaten teknoloji ve insan entegrasyonu hakkında düşüncelere dalmışken yaptığı bu şarkıları topladığı albümüne daha iyi bir isim seçemezdi bay Ford.
beck is back!
Şef:
sputnick
/
Comments: (3)
beck'in kendini bozduğunu ağzımızdan kaçırmamız iyi olmamış. o sözlerimize sanki nazire yapar gibi şair babanın şarkılarını çala söyleye geri döndü, beck. yanına devendra banhart'ı, brian lebarton'u, little joy'un lokumu binki shapiro'yu, mgmt'yi almış. brooklyn'de bir bir tuhafiye dükkanı gibi, değil mi? cohen'e kendi hallerinde bir saygı duruşunda bulunmuşlar. pek hoş. hadi bunu da beğenmeyin bakalım :)
lokumun tazesi 70'lerden
Şef:
sputnick
on 24 Kasım 2009
/
Comments: (1)
1970'li yıllar hakkında söylenebilecek şeyleri buraya sığdırmakta, şu klavyeye basmakta o kadar yetersiziz ki..
Bu mamaya konu olan plak Bosporus Bridges garpta underground da olsa 60'lar ve 70'ler boyunca altın çağını yaşayan soul ve funk'ın yine o tarihlerde İstanbul'daki tezahürü. Bu tezahür tıpkı 2000'lerin sonlarındaki dubstep'in grime'ın batıyla benzer zamanlarda yeraltında üç beş kişiye sirayet etmesini (o tarihlerdeki iletişim olanaklarının kısıtlılığı bir tarafa) anımsatıyor. Durul Gence'ler, Erkut Taçkın'lar, Erol Pekcan'lar, Erkin Koray'lar, Okay Temiz'ler ve hepsinden de ötesi Ferdi Özbeğen'ler (kendisini hiç bu kadar cool, bu kadar groovy görmemiştik) o senelerde batıdaki underground kulüplerde ne dönüyorsa köprüden bu tarafa geçirmişler; kah altyapı imitasyonunun üzerine yeni söz ekleştirmişler, kah mehter marşını "tam kıvamında" groove'laştırıp tiye almışlar. 1968 ila 1978 arasını kapsayan bu toplama plak, istisnasız tüm mamacılara birşeyler anlatacak. Ahşap bavulunun üzerine oturup 1970 ila 1973 arası süren inşaası sırasında, boğaziçi köprüsünün şantiyesinde çalışmaya gelen işçilerden birinin hissettikleri gibi. Başka diyarlarda bunların alalarının olduğunun farkında ama, görüntü de pek ala be...Istanbul'un groove'u üzerinden 30-40 sene geçse de hala boğazın sularında.
ayın solduğu yer
Şef:
sputnick
/
Comments: (3)
"rita'nın muazzam gözleri"nden bakışlarını esirgemeyen sevgili dostumuz melonie mercurie'nin haklı isteğini, biraz gecikmeyle de olsa, yerine getiriyoruz; ıraklı udi naseer shamma'nın 1999'da fransa'da kaydettiği the moon fades adlı albümü, mama'nın bir kenarına özenle yerleştiriyoruz.
naseer, farabi'nin 9. yüzyıldaki elyazmalarından yola çıkarak sekiz telli bir ud üretmiş; meğer onu çalar dururmuş. tekniği, hayli modern gibi duyuluyor, gitar performansı gibi tınlıyor.
ud müziği, kimi istisnai örnekler dışında, bağlamaya benzer biçimde, katmanlı olmaktan ziyade hayli lineer bir yapı içinde seyrediyor. çok seslilikten bu denli uzakken yine de hatrı sayılır bir derinliğe vakfolmasının nedenini, aletin sesindeki karakterde aramak lazım; bir de çalanın ruh derinliğinde, herhalde. her nasıl olursa olsun, dipte bir yerlerle bu kadar tatlı bir temas sağlaması, udu mühim bir enstrüman, giderek tinsel bir protez, ruhun en birinci uzantısı haline getiriyor.
tüm kabuslarım sana
Şef:
sputnick
on 23 Kasım 2009
/
Comments: (2)
Mama'nın amcalarından biri ile en büyük ortak paydalarımızdan olan kişisel tarihimizi musiki kayıtları üzerinden tutmanın nelere mal olacağı üzerine daha yüzlerce yıl istişarede kalabilirm lakin; bir musiki albümünü başka bir yapıtla ya da- daha açık olalım- başka bir duyu ile algıladığımız bir "uyarıcı" ile özdeşleştirmek ne ola? Biri varsa illa ki diğerinin de olma gerekliliğinin saplantıya dönüştüğü ve bu saplantının rüyalara kabuslara kadar sirayet ettiği, sizi bilemem ama, bizim için gayet olağan (don't panic, take it easy, calm down, behave yourself) durumlardan artık.
Kabus demişken, tüm karabasanlarımızın çok özel detektifi, mükemmel aşık ama kronik bir depresif ve iflah olmaz merdümgiriz, Oidipus kompleksinden, Peter Pan sendromundan, uykusuzluktan ve (hayli ironik olarak) karabasanlardan muzdarip Dylan Dog'dan bahsetmeden geçmek olmaz. Olamaz. Dedik ya Dylan çok "özel" bir özel detektiftir. Tüm ecinnileri yakalamak için para alır lakin aslında onlara had safhada hayrandır. Zira Dylan'ın yayınlandığı süre boyunca maceralarında "öldürdüğü" ecinni sayısı hayli azdır. Katlettiklerini sıralamak gerekirse : 16 zombinin dokuzunu tabancayla, dördünü tüfekle, birini okla, birini asitle, birini tabanca kabzasıyla yok etmiştir: Lağımda yaşayanından bitkisel ve organik olanına değin farklı türlerde sekiz canavar, toplam altı erkek ve kadın vampir, üç büyücü ve cadı, üç katil robot ve bilgisayar, iki manken ve kukla, iki hayalet; iki gulyabani; bir golem, bir mumya ve bir kurt babaane çıkar ortaya.
Tüm bunlara rağmen eğer bir Dylan müşterisiyseniz maceranın sonuna canlı ulaşamama ya da suçlunun bizzat kendiniz olduğunu keşfetme olasılığınız çok yüksektir. Belki de neredeyse tüm hikayelerinin sürpriz sonunda son birkaç karede bizi bekleyen asıl "gulyabani", kapağı kapattıktan sonra parmaklarımızı hala hikayenin olduğu sayfalarda gezinmesini sağlayandır.
Vaziyeti etraflıca betimlemekten ziyade, Dylan'ın eski alkoliklerden olduğunu da ilk sayılardan beri bildiğimizi söyleyerek gevezeliği seyreltelim. Hatta alkolizm onda ve (hali hazırda sarsıntılara açık) psikolojisinde derin izler bırakmış; bir dönem dibe vurmasına, duvarlarda örümcek, hamamböceği ve kelebek sanrıları görmesine, kalbini ve beynini delirium tremens'e (titremeli sayıklamalar) teslim etmesine neden olmuştur.
Başa dönelim, belirli bir müziği başka bir uyarıcı ile bütünleştirmek dedik, karabasanlar dedik, Dylan Dog dedik, kelebek dedik!
2003 yılında grubu dağıtıp tek tabanca kalan 3D, hem kişisel tarihimizde bizi en titreten uzunçaları 100th Window 'u çıkarttı; hem de Dylan Dog'un tüm külliyatına soundtrack oldu. Daha n'olsun sorarım!
Kabus demişken, tüm karabasanlarımızın çok özel detektifi, mükemmel aşık ama kronik bir depresif ve iflah olmaz merdümgiriz, Oidipus kompleksinden, Peter Pan sendromundan, uykusuzluktan ve (hayli ironik olarak) karabasanlardan muzdarip Dylan Dog'dan bahsetmeden geçmek olmaz. Olamaz. Dedik ya Dylan çok "özel" bir özel detektiftir. Tüm ecinnileri yakalamak için para alır lakin aslında onlara had safhada hayrandır. Zira Dylan'ın yayınlandığı süre boyunca maceralarında "öldürdüğü" ecinni sayısı hayli azdır. Katlettiklerini sıralamak gerekirse : 16 zombinin dokuzunu tabancayla, dördünü tüfekle, birini okla, birini asitle, birini tabanca kabzasıyla yok etmiştir: Lağımda yaşayanından bitkisel ve organik olanına değin farklı türlerde sekiz canavar, toplam altı erkek ve kadın vampir, üç büyücü ve cadı, üç katil robot ve bilgisayar, iki manken ve kukla, iki hayalet; iki gulyabani; bir golem, bir mumya ve bir kurt babaane çıkar ortaya.
Tüm bunlara rağmen eğer bir Dylan müşterisiyseniz maceranın sonuna canlı ulaşamama ya da suçlunun bizzat kendiniz olduğunu keşfetme olasılığınız çok yüksektir. Belki de neredeyse tüm hikayelerinin sürpriz sonunda son birkaç karede bizi bekleyen asıl "gulyabani", kapağı kapattıktan sonra parmaklarımızı hala hikayenin olduğu sayfalarda gezinmesini sağlayandır.
Vaziyeti etraflıca betimlemekten ziyade, Dylan'ın eski alkoliklerden olduğunu da ilk sayılardan beri bildiğimizi söyleyerek gevezeliği seyreltelim. Hatta alkolizm onda ve (hali hazırda sarsıntılara açık) psikolojisinde derin izler bırakmış; bir dönem dibe vurmasına, duvarlarda örümcek, hamamböceği ve kelebek sanrıları görmesine, kalbini ve beynini delirium tremens'e (titremeli sayıklamalar) teslim etmesine neden olmuştur.
Başa dönelim, belirli bir müziği başka bir uyarıcı ile bütünleştirmek dedik, karabasanlar dedik, Dylan Dog dedik, kelebek dedik!
2003 yılında grubu dağıtıp tek tabanca kalan 3D, hem kişisel tarihimizde bizi en titreten uzunçaları 100th Window 'u çıkarttı; hem de Dylan Dog'un tüm külliyatına soundtrack oldu. Daha n'olsun sorarım!
Tanrı bir Astro-nohut
Şef:
sputnick
/
Comments: (4)
Uzun bir aradan sonra yeniden katılmanın keyfini bir mesai bitimi sigarası yakarak kutluyorum.
Tanrının ne kadar adaletsiz olduğu, Fransa İrlanda maçında tartışıla dursun.
Gagarin hepimizin müzik ilahı olsun. (Bu arada Metin, Ali, Feyyaz koysun :))
İrlanda'dan özel bir grup, God is an Astrounaut.
Tanrının ne kadar adaletsiz olduğu, Fransa İrlanda maçında tartışıla dursun.
Gagarin hepimizin müzik ilahı olsun. (Bu arada Metin, Ali, Feyyaz koysun :))
İrlanda'dan özel bir grup, God is an Astrounaut.
midas'ın maması
Şef:
sputnick
/
Comments: (3)
Kral Midas. Ankara civarında kurulmuş olan Frigya'nın, M.Ö. 738 - M.Ö. 696 yılları arasında Gordion olarak bilinen kentte yaşamış efsanevi kralı.
Yapılan bilimsel çalışmalarda, Midas'ın ana karnında bir hastalığa yakalandığı ve kulak kanalları asimetrik olarak doğduğu anlaşılmıştır. Asimetrik kulak yapısı nadir görülen bir hastalık şeklidir. Önden veya arkadan bakıldığı zaman bir kulağın diğerinden çok daha yukarıda veya aşağıda olduğu görülür. Çirkin bir görünüm oluşturan bu hastalık Midas'ın kafatasında belirgin izler de bırakmıştır. Halkından utanan Midas'ın sürekli olarak başına geçirdiği bir "serpuş"la gezdiği, kulaklarını hiçbir zaman göremeyen halkının ise, krallarının kulakları hakkında yorum yaparak, göremedikleri kulakları eşek kulağına benzeterek kralları hakkında dedikodu yaptıkları düşüncesi kuvvet kazanmıştır.
Lakin asimetrik de olsa "kulak" mamasının ilgisini çeken özelliği bu kralın "kulak"larından ziyade, dokunduğu herşeyi altına çevirdiğine dair rivayet oldu. Bunu yapmaya hala devam ediyor ki kralımız; ta Londra'lardan Hyperdub etiketli King Midas Sound uzunçaları Waiting For You şirketin genel çizgisinin 5. yıllarında artık nasıl da bir nevi olgunlaştığını , mağrurlaştığını gözümüze gözümüze sokar gibi. Altın değerinde bir Trip Hop, derin spoken word'ler, 24 ayar bir sound, daha evvel Kode 9'ların, Burial'ların geçtiği sokaktan usulca yürüyüp köşeyi dönüyor...
Yapılan bilimsel çalışmalarda, Midas'ın ana karnında bir hastalığa yakalandığı ve kulak kanalları asimetrik olarak doğduğu anlaşılmıştır. Asimetrik kulak yapısı nadir görülen bir hastalık şeklidir. Önden veya arkadan bakıldığı zaman bir kulağın diğerinden çok daha yukarıda veya aşağıda olduğu görülür. Çirkin bir görünüm oluşturan bu hastalık Midas'ın kafatasında belirgin izler de bırakmıştır. Halkından utanan Midas'ın sürekli olarak başına geçirdiği bir "serpuş"la gezdiği, kulaklarını hiçbir zaman göremeyen halkının ise, krallarının kulakları hakkında yorum yaparak, göremedikleri kulakları eşek kulağına benzeterek kralları hakkında dedikodu yaptıkları düşüncesi kuvvet kazanmıştır.
Lakin asimetrik de olsa "kulak" mamasının ilgisini çeken özelliği bu kralın "kulak"larından ziyade, dokunduğu herşeyi altına çevirdiğine dair rivayet oldu. Bunu yapmaya hala devam ediyor ki kralımız; ta Londra'lardan Hyperdub etiketli King Midas Sound uzunçaları Waiting For You şirketin genel çizgisinin 5. yıllarında artık nasıl da bir nevi olgunlaştığını , mağrurlaştığını gözümüze gözümüze sokar gibi. Altın değerinde bir Trip Hop, derin spoken word'ler, 24 ayar bir sound, daha evvel Kode 9'ların, Burial'ların geçtiği sokaktan usulca yürüyüp köşeyi dönüyor...
"zinc" dedi, çıktı evden
Şef:
sputnick
on 21 Kasım 2009
/
Comments: (1)
Drum'n'Bass 'in hala mücevherler yumurtlamaya devam ettiği 2000'lerin başlarından kalma bir dost; artık gündüzleri plak dükkanlarında kafasında kulaklıklarla plak tırmalarken değil, geceleri bir saatte kapıyı vurup çıkmalarıyla tanınmaya başlamış. Şehrin sokaklarının, "street art"larının, "güneş tepedeyken underground olanlar"ının aralarından çıkıp, geceleri arka sokaklardaki karanlık dans pistlerinde gözlerini yumanların adamı olmuş. Biz onu daha hala The Fugees şaheseri "Ready Or Not" a yaptığı dehşet remixle hatırlarken, o nerelere gitmiş, kimleri görmüş, DJ Zinc yeni EP 'si Crack House 'da sıcağı sıcağına biiir bir anlatmış...
EP demek de haksızlık olur, plak tamı tamına 10 parçadan bir başka deyişle 55 dakikadan oluşmakta; düpedüz bir albüm bu. Ha "tamam tıraşı kes, bu iş bize ne anlattı son kertede?" derseniz, 1990'lar boyunca ve 2000'li yılların başlarında had safhada etkin olan tüm drum'n'bass prodüktörlerinin 2000'lerin sonlarına geldikçe dümenlerini illa da dub'a, dubstep'e kırmadıklarını; orijinleriyle ilk bakışta pek örtüşmeyen bu evrimin de gayet estetik sonuçlar verebileceğini okudum. Gerçi bu "alternatif evrim"in bir sağlam örneğini de taaa 2002 senesinde büyük üstad Photek, dümeni minimal house-deep house semalarına kırarak "Solaris" adlı plağında da gerçekleştirmişti amma, varsın o da başka bir mamanın konusu olsun. Naçizane. Bakalım siz ne diyeceksiniz.
Charles Mingus -Cumbia & Jazz Fusion
Şef:
sputnick
on 15 Kasım 2009
/
Comments: (0)
Dün Gramafoncu Ali'ye plak bakmaya gitmek için at pazarının o katır deviren yokuşunu çıkarken, Rus plakları arasında Charles Mingus'la karşılaşmayı hiç beklemiyordum.Pikapta Abdullah Yüce 'Hiç Mi Gülmeyecek'i okuyordu ve benim bunu kesip Mingus'un albümünü dinlememe gerek bile yoktu, temizse alacaktım ve aldım.
Charles Mingus, 10 Mart 77'de albümü kaydettiğinde hala hastalığından haberi yoktu, ama ufaktan bas çalmasını da engellemeye başlayan bu hastalık, İtalyan filmi Todo Modo için yaptığı 2 şarkının geniş versiyonlarını kaydetmesine engel değildi. Mingus'un Kolombiya müziği Cumbia'dan etkilenerek yaptığı 28 dakikalık bu şaheserde, ovalara yayılan kuş sesleriyle açılan şarkı ardı sıra başlayan ve altta sürüklenen perküsyonlar üzerinde Jack Walrath'ın trompeti,Ricky Ford'un saksafonu, Jimmy Knepper'ın trombonu ve arada bağıran Mingus 'Cumbia Cumbia, freedom now'. Pazar sabahına daha güzel başlanamazdı sanırım.
from gagarin's point of view (hakikaten!)
Şef:
sputnick
on 6 Kasım 2009
/
Comments: (0)
"...
Müziğin duyumsal yoksunluğa karşı mücadelede büyük bir yardımı olduğu gösterilmiştir. Duygusal etkisiyle insanlara umut verir ve çalışma kapasitelerini arttırır. Uzay gemisinde müzik teyp ya da radyodan sağlanabilir.
...
Duyumsal yoksunluk koşullarında müzik, değişmez olarak, duygusal estetik bir tepki yaratma sonucunu vermektedir. Bunun sonucu olarak bir uzay uçuşunda bir ekibin tüm üyeleri müzik dinlemelidir; ne var ki dozaj sorunu da incelemeyi gerektirir.
Herşeyden önce, bilinmektedir ki, aşırı müzik uygun olmayan tepkiler uyandırabilir ve neşe ve mutluluk getirecek yerde, bu sanatların en soylusunu, işkence haline getirebilir.
Sovyet müzik profesörü S. Mezhinsky, şöyle yazıyordu: "Sabahtan gece geç vakitlere dek müzik dinlemekten hoşlanan insanlar hala var, ancak yalnızca dış görünüşleri itibarıyla dinliyorlar. Gerçekten böylesi bir kişi için radyodan çıkan sesler sadece havayı doldurur, programın içeriği beynine ulaşamaz. İşitme yetisini müzik ve şarkılarla doldurmak, kişinin estetik gelişimine zararlıdır, bu, onun müzik dünyasına gerçek bir içgörü kazanmasını engeller ve tedricen duygusal kayıtsızlığa ve estetik sağırlığa yol açar."
..."
Gagarin, Y. ve V. Lebedev, [1970] 1984, Uzay ve Psikoloji, çev. Sibel Özbudun, Süreç Yay.
beş yıl geçti ama sanki daha dün gibi
Şef:
sputnick
on 5 Kasım 2009
/
Comments: (2)
Dubstep 2000lerin başlarında UK Garage içinden süzülüp kendine yeni bir janr olarak yol açtığında, bu kadar büyüyeceğini kimse tahmin etmiyordu.İlk yapılan FWD>> partisine katılımın 7-8 kişi olduğu düşünüldüğünde, o partinin katılımcılarına, 2000lerin sonlarına gelindiğinde dubstep poptan hiphopa ordan technoya bir çok müzisyeni etkileyecek denilse gülerlerdi kesin.Ama olan oldu 4x4luk 140 bpmde seyreden wobble bass yüklü bu müzik tabir-i caizse yeraltını fethetti.
Bundan beş sene önce Hyperdub plak şirketini kuran Steve Goodman aka Kode9'ın amacı onla bunla uğraşmadan kendi şarkılaını özgürce plağa basmaktı, ama işler öyle gelişmedi, şirket büyüdükçe büyüdü ve janra yön veren isimlerden biri oldu.
Burial, The Bug, LV, Quarta 330, Zomby, Ikonika hepsi Hyperdubtan çıakrdıkları plaklarla isimlerini duyurdu (The Bug'ı ayrı tutabiliriz burada).Beş sene geçti Steve Goodman geriye dönüp baktığında yaptıklarından oldukça memnun olmalı ki, bize Five Years of Hyperdub toplamasını hediye etti.Dubstep'in önemli isimlerinden 32 şarkının yer aldığı bu toplamada ikinci CD geçmişin özeti, ilk CD ise geleceğe yön verir mahiyette.
Kulaklarınızın pasını silmek için, dubstepe ısınmak için gerçek bir mama kıvamında sizleri yorumlarda bekliyor.
acı şeker
Şef:
sputnick
/
Comments: (0)
60ların bublegum poplarından kulaklarımızın aşina olduğu, birazda acı şeker kıvamında bir ses bize hikayelerini anlatıyor.İsveçten gelen bu sesi dinlememek olmaz.
İlk çıkardığı self-titled albümüyle (İsveçte çıkan Look!It's El Perro Del Mar ve El Perro Del Mar, bir şarkı dışında teknik olarak aynı albüm) bize kendini tanıtan bayan Sarah, bildik twee yapıyordu; şaşırtmadı şarkıları ama özellikle God Knows ile sevdirdi kendisini.Sonraki albümü, From The Valley to the Stars iyiydi, ama ilk albümün o büyüleyici havası yoktu onda.
Bu yeni mini albümünde ise prodüktör koltuğunda oturan Rasmus Hägg'ın etkisiyle elektronik cenahla bir kaynaşma söz konusu, ama bu müziğin hala twee olduğu gerçeğini değiştirmez.Aslında bu albümü daha düzgün bir biçimde tanımlamak gerekirse, ilk albüm bir rüya ise, bu albümde uyandıktan sonraki pazar sabahı mahmurluğu, bir önceki geceden arda kalanları banyoda yüze suyu çarparken hatırlama ve bi sigara yakma...
fala inanma
Şef:
sputnick
on 2 Kasım 2009
/
Comments: (0)
Bristollı ikili Andrew Hung ve Benjamin John Power, 2004'te Fuck Buttons'ı kurduklarında, 3 sene sonra müthiş bir debut ve debutdan sadece bir sene sonra ise gene müthiş bir albüm daha çıkartmayı planlamışlar mıydı bilmiyorum. Ama ATP Records grubun potansiyelini farketmiş olmalı ki, bastırmışlar hemen imzayı.
İlk albümleri Street Horrrsingdeki noise seviyesini azaltıp daha sade bir sounda kavuşmuşlar bu albümde, diğer bir deyişle noise kendini elektrifiye post-rock şablonuna donüştürmüş.Bu degişim bir grubun daha en erken zamanlarında bile hissedilen, içte mevcut cevherin dışa vurumu olarak dubdan post-rock a seyirten Ez3kiel'in değişimini hatırlattı bana.
Bristol içinse bir parantez açmakta fayda var.Sanatın her kolunda öncü isimler çıkaran bu şehir, özellikle müzikte punk/funktan duba, oradan yepyeni bir tür yaratıp trip-hopa ve peşine drum'n'basse, oradansa dubstepe uzanan yolda bizlere sunduğu isimler yetmezmiş gibi şimdi birde noisea el attı.İlerde o coğrafyadan çıkacak yeni sesleri heyecanla beklerken, şimdilik Fuck Buttons'ın yeni albümü Tarot Sport'a kulak kabartalım.
minimal avangard piyanoyla bir pazar sabahı - ya da kültür pazarı 2
Şef:
sputnick
on 1 Kasım 2009
/
Comments: (0)
anouar brahem'in son albümünde birlikte çalıştığı basçı bjorn meyer, aslında nik bartsch'ın ronin projesinde yer alıyor imiş. zürihli avangard pianist nik'in 'zen funk' olarak adlandırdığı işlerinde; yakaladıkları bir temayı temele koyup yakın varyasyonları arasında gezindikleri ve tüm bunları zen olmak için nispeten komplike bir ritmik yapı üzerine inşa ettikleri bir müziği veriyor bize.
stoa ve holon, emrinize amadedir. loş bir pazar gününde zihninizi açabilir.