Bir an için Rushdie'nin kalemini, romanın harikulade ismini, romanlardan yapılan filmleri, filmlerden yayılan film müziklerini, kulakları ruhlarına gözlerinden daha yakın olanların nezdinde bu müziklerin gittikçe filmleri silmesini, bazı işlerin hayatın bizatihi kendisine soundtrack olduğunun söylenmesinin üzerinden binlerce gün geçmesini, bazılarının bekaretlerini kulaklarından acıya acıya kaybetmelerini filan unutalım... Hatta bir an için bu satırların ağdalı ergenliğini de görmezden gelelim.
Bir an için U2'nun ne kadar antipatik bir varoluşu simgelediğini de unutmayı deneyelim. Olmaz mı?
Ezcümle, ne demişti Dosto Baba dehşetengiz uzun, kısa öyküsü "Beyaz Geceler"de: "Tanrım, bir anlık mutluluk! Ama bir ömür boyu sürecek gerçek mutluluk!... Yoksa ömrü boyunca, yalnızca bir an için, onun kalbine yakın olmak için mi yaratılmıştı?"
bağlılığın kadim bir tartışma mevzuu olması; bunca çeşidinden, bunca uygulamasından başka, bir yerlerdeki eksikliğine bağlanmalı belki.
bağlayıcılığından, kalıcılığından, iptilasından başka; yeri doldurulabilirliğinden, yüzergezerliğinden, vazgeçilebilirliğinden dem vurmak elzem. içeriğinden ziyade, biçimiyse mühim olan; onu, bıraktığı, müsaade ettiği boşluğa sormalı. nerede arayacağım bağlanmanın biçimini, doldurduğu yeri? eksikliğinde; artık varolmadığı yerde değil mi?
belki, bağlanan öznenin bizatihi kendisine bakmalı: kim o? dahası, ne o? bağlılıklardan, bağımlılıklardan ibaret bir nesneler, özneler ağı içinde yaşadığım açık. kötü addedilen alışkanlıkların bağlayıcılığından tut, saplantılı ilişkilere; gündelik rutinlerden tut, rutinden firara dek onca uyuşmaz, bir araya gelmez şeye bağlıyım, bağımlıyım. hepsini istiyorum. öyle bir ağ ki bağlandığım yumak, gün günden daralan bir alan bırakıyor bana: ‘ben’ dediğim şey, bağlandığım ağın müsaade ettiği boşlukta deviniyor. belki de salt ondan ibaret. madem ki kendimi, bağlı olduklarımla tanımlar haldeyim, o zaman, yumak çözülünce kalan: boşluk.
boşluk olma fikrinin çekilmezliği, hürlüğün belirsizliği, dağılganlığı mi beni bağlanmaya sevkeden? ‘ben’i ‘öteki’ üzerinden kurmanın konforu, giderek, zorunluğu mu? ister düşkün bir iptila olsun, ister yüce bir siyasi adanma; ister gündelik meyiller, ister arzu diyalektiği: bilinmeze, değişkene; sürekli firar halinde, uzakta olana çapa atmaktan başka çare bulamamış olmam mı? ne?
demek ki kendime bağlı olmam namümkün: hep ‘öteki’ne bağlıyım. öteki de çeşit çeşit. muğlaklığımı ertelemem gerek. madem ki bağım sınırımdır; sınırlarımı müdafaa etmem gerek.
….
iptilamdan vazgeçmem; kendimden, senden, ondan vazgeçmem demek. ben sana, sen ona: bağlıyız, işte, külliyen, hep."
güneş daha ortalıkta yokken, kendimi hep bodur şarap ağaçlarının, c vitamini depolarının, salata kaselerinin, konsantre meyve sularının, reçel kavanozlarının ve dondurmanın en güzel yerinin yetiştiği, bu yunan frekanslı evimde hayal etmiştim. şerbetli zakkum kokusu midemi bulandırana kadar yanlarından yürüdüm.
güneş daha ortalıkta yokken, o zakkum yaprakları beni öldürsün bile istemiştim. aa! o sırada aklıma geldi. saksıya razı ya da rağmen yaşamaya çalışan ama kokmayı unutmuş, beceriksiz, kırılgan, -tam da benim gibi- bir zakkum, sakinliğiyle çok korkutan bir kediyi, salındığı rüzgarda tokatlamaya çalışmıştı. o kedinin tüyleri de hala üzerimdeydi. çıkardım giysilerimi, kan lekeleri, zımbalanmış ve zımbalanırken daha da acımış yaralarımla, bavul taşırken oldu sakarlıklarımla, kestiğim saçlarımla, öfkem ve korkum ve sararmış ve ısırılmış yapraklarımla karşılaştım son kez. tedirgin, heyecanlı yürüdüm sıcak tahtaların üzerinde. güneşe hellim peyniri gibi beni pişir diye bağırırken, 18 derecelik ritüelim karşımdaydı artık ve anahtar kelimelerim su, arınma, vaftiz, abdest ve mikveydi. çok bekledim bu sefer o gökyüzüne bakarak. çok dua vardı belki de.
en son, ekmeğimi banarken güvensiz bir florasan ışığının çarptığı sıcak duvarda, boktan bir çerçeve içinde görmüştüm kendimi. “bak, bu lilyum”, “bak ben buyum” dediğim çerçevenin içine girmeliydim artık. yetti bu "soğuk korkusu"yla attım kendimi 18 dereceye. bütün seslerden kurtuldum o anda. işte şimdi özgürdüm. ciğerimden üflediğim baloncuklar bitip tekrar nefes aldığımda, üşüdüğümden mi, sevincimden mi böyle tepindim bilmiyorum. ama ben artık, yineyineyeniyeniyineyeniyeniden -belki bir süreliğine- “ben” oluverdim.
hastane koridorlarında dolaşılarak geçirilen vakitlerde yanımda olan bir kitaptan alıntılar:
"risalesinin ilk varaklarında, musıkinin nasıl ve ne zaman neşet ettiği konusunda kaynaklarda çok şeyin yazılıp rivayet edildiğini belirten gevrekzade hafız hasan efendi, asıl olanın 'musıkinin kendiliğinden ortaya çıkan bir şey' olduğunu bilmek gerektiğini ifade eder; sonra da konuyla ilgili rivayetleri zikreder. tarih kitaplarında yer alan bu rivayetlere göre hz.nuh'un babası lamek, ud sazını icat eden ilk kimsedir. bununla birlikte, alimlerin ortak kanaatine göre musıki ilminin nazariyatını ilk defa kuran kimse hz.davud'dur. hatta o bir ud icat etmiş, bu ud beyt-i makdis'teki odasında asılı kalmış; daha sonra buhtunnasr'ın kudüs'ü yakıp yıkmasından iskender'in zamanına kadar gözden kaybolmuştur. iskender zamanında ilk ve özel şekliyle ortaya çıkarılan bu udu, aynı zamanda aristo'nun öğrencisi olan iskender de icra eylemiştir."
... "bu rivayette enteresan olan bir diğer bilgi de, ud için farsça olan 'barbat' isminin kullanılmasıdır. icat ettiği uda dört tel takan pitagoras, her bir teli dört unsurdan biriyle tavsif etmiş ve ondan sonra gelenler de bu adeti devam ettirmişlerdir."
... " 'ud ta'bir olunan alat-ı gına el-yevm kefere yedlerinde müsta'mel olan lavta dedikleri alat olub lavtanın perdeleri olmayub anın perdeleri mevcude olduğu içün güya tanburun kısa kollusu misillü bir alat-ı gınadır ki el-yevm ba'zılarında mevcuddur.' "
... "gevrekzade, müziğin işleviyle ilgili olarak eflatun'dan şu sözleri nakletmektedir: 'eflatun -allah ona rahmet eylesin- dedi ki: biliniz ki filozoflar -hikmet sahipleri- müziği oyun ve eğlence için değil, kişiye faide vermek, ruhi lezzetler sağlamak, insanın psikolojisini rahatlatmak, kuru mizaçları nemlendirmek -sıkıntıyı gidermek-, fizyolojiyi dengelemek ve kanın akışını düzenlemek için ortaya koymuşlardır. bu ilmi inkar edenlerse müziği sadece meyhanelerde ve sokaklarda dinleyip ilkelerini, anlamlarını ve ortaya konuş sebebini kavramadan, bu ilmin sadece oyun ve eğlence için olduğunu düşünüp dnen yasaklamışlardır."
... "gevrekzade, musıki ilminin tıp ve astronomiyle yakın münasebeti olduğunu ve bu konuda tusi, farabi, urmevi gibi üstadların eserler telif ettiğini belirttikten sonra, insan nabzının belirli makamlar üzere olduğunu açıklamaktadır. usta hekimlerin ve düşünürlerin kabul ettiği gerçek, nabzın ölçülü her bir hareketinin bir makama uygun olduğu ve bir nağmeyle uyum sağladığıdır. nabız atışları usule aykırı ve bozuk olduğunda bu durum vücut sağlığı için hiç de iç açıcı olmaz. zira nabız atışlarının usulden çıkması, daha önce sözü edilen üç ruhun -hayvani, nefsani ve tabii- doğal usulden çıktığına delalet eder."
... "bimarhane -akıl hastanelerinde- kadrolu sazendeler ve özel görevliler bulunduğunu, kilerlerin ve duvarların ihtiyaç duyulabilecek her türlü enstrümanla dolu olduğunu anlatmaktadır."
ahmet hakkı turabi, gevrekzade hafız hasan efendi ve musıki risalesi, rağbet yayınları, 2005
Makineli tüfeğin kırmızı tükürükleri Her gün sonsuz ve mavi gökte ıslık çalarken; Onlarla alay eden bir Kralın yanında Kızıl, yeşil taburlar tutuşup yok olurken;
Ve korkunç bir çılgınlık şu yüzlerce insanı Toz edip çevirirken bir alev yığınına Yaz ayların, otların, kıvancın ölü dolu Sen ey insanları sağ esen yaratan Doğa!...
Bir Tanrı var sunakların çiçekli örtüsüne, Buhurdanlara, büyük altın kadehlere gülen; Bir Tanrı var duaların beşiğinde uyuyan
Ve ancak karalar giymiş acılı anneler Mendillerine bağlanmış gümüş liraları Ona armağan ettikleri zaman uyanan!
Nedir bu dehşet? Sadece sabaha karşı vakitler, O'na iyiden iyiye yaklaşılır; bir evvelki gün neler olduğunun muhasebesi iyice çökmeye başladığından mıdır? Yatak göğüs kafesine sadece sabaha karşı vakitler batar; O'na iyiden iyiye yaklaşıldığından mıdır? Nefes durur; O'na iyiden iyiye yaklaşıldığından mıdır? Yine de bin sabaha karşı, bir laf edilemez; O'nun yüzünden midir? Sadece sabaha karşı, lanet olur! Söylenecek her bir şey söylenir.
İnsan, karardıkça ve köklere dönüşün ne menem bir garabet olduğunu fark ettikçe, yatağın altından bir soru daha çıkıyor aslında: "İyi, peki ama hangi kök? Hangi katman, kaçıncı kabuk?"
Alttaki güncesinde de belli olduğu üzere ergen Johnny'nin kapatıldığı odadaki yatağının altından da çıktığı belli olan bu hangi kök meselesi, belli ki daha uzun müddet tırmalayacak. Örneğin şahsi köklerin 1997 tarihli Chiastic Slide'da mı, yoksa 1917 tarihli Slavery And Suffering'de mi olduğuna nasıl karar vereceğiz? Bu iki katman arasında ve sonuncusundan sonrasında daha ne kadar katman var? Peki biz kendimizi nereye koyacağız? Evet, hepsine. De... nasıl?
"Sizler bir zamanlar, içinde yaşadığınız suç ve günahlarınızdan ötürü ölüydünüz. Bu dünyanın gidişine ve havadaki hükümranlığın egemenine, yani söz dinlemeyen insanlarda şimdi etkin olan ruha uymaktaydınız. Bir zamanlar hepimiz böyle insanların arasında, doğal benliğin ve aklın isteklerini yerine getirerek benliğimizin tutkularına göre yaşıyorduk. Ötekiler gibi doğal olarak gazap çocuklarıydık..." Pavlus'un Efeslilere mektubu
Belli ki, Johnny'nin vaziyeti bir malüllük taşımıyor. Veya mallülük bizi taşımıyor. Bulamadıkça, kayboldukça, karardıkça kök-lemeye devam. Kaybedecek neyimiz kaldı?
Antik Yunan'da genç bir kadın bir adama aşık olur. Lakin adam başka bir ülkeden gelmiş ve oraya geri dönmek zorundadır. "Elbet bir sonu var her şeyin; unut varlığımı." der adam.
Son kez buluşacakları gece kadın yanında koca bir mum getirir ve mumu öyle bir yere koyar ki, aşığının gölgesi büyük bir kayanın üzerine düşüverir. Kadın sevgilisinin gölgesini kayaya çizmeye başlar. Böylece aşığının nasıl göründüğünün kaydını, o anın bir kanıtını, birlikte oldukları son dakikayı saklayabileceğine inanır.
Derler ki insanoğlu resmi böyle bulmuş... Hatta bazıları daha da ileri gidip der ki, kızın üzüntüsüne daha fazla dayanamayan babası kayanın üzerindeki resmi kullanarak delikanlının çamurdan bir modelini yapmış ve heykeli icat etmiş.
Kadın o geceden sonra sevgilisini bir daha hiç görmemiş. Hikakeyi her anlatan da bir resmin, bir heykelin veya bir öykünün sevilen birinin yerini alabileceğini sanacak kadar lanetlenmiş.
şaştım, senin hançerin bu kadar mıydı varmadı yüreğime için suçlu bir deniz gibi dokunma yüreğime tabansızım,aklım başımda, ellerim uyanık bir atmaca gülüşünde ellerin boyalı da olsa kentten de gelsen dağdan değilsin dokunma yüreğime şu ölenler kimdi, şu şarkı nerden sana dokunma yüreğime sondur bu akşamlar, geceler diriltir beni bir kuşun sesinde sen nerdesin hepimiz nerdeyiz güneş oyalıyor ikindiyi bir kuş sesinde kuşla mukayyet değiliz.