eski bir arkadaşla karşılaşmak..

zamanın, yani deneyimlenen zamanın bile değil, o takvimde temsil edilen çizgisel, ileri doğru homojen adımlarla giden kurumsal zamanın müzik meraklıları için tuhaf bir biçimde hızlandığını söylemek mümkün mü? mp3 teknolojisi, tanrı onu ve interneti kutsasın, ciddi sayıda albümle hemen tanışmamızı sağlıyor; ama bir yandan da janrlar arasındaki zamansal bağları söküp daha post-modern bir müzik tarihi inşa etmemize neden oluyor tahayyülümüzde..

şikayetçi olduğumdan değil, sadece bir tespit bu.. başka bir blog'da takılırken quantic'in the 5th exotic'inin kapağını görünce, heyecandan yanındaki 2001 tarihini gözden kaçırmışım. dinlerken, "bu sanki biraz tanıdık gibi" havası ağırlaşmaya başlayınca, özellikle de 'time is the enemy' odaya yayılınca dönüp bakma ihtiyacı hissettim. unutuvermişim işte. adını anımsayamadığınız bir arkadaşınızla karşılaşınca duyulan hicap nasıl sizi, onun adı yerine "abi" kelimesini joker olarak kullandığınız ayaküstü konuşmanın samimiyetinden alıkoyarsa; quantic'le ve daha nicesiyle benzer bir unutuşu yaşamış olmanın ağırlığı beni şu mp3 macerasından soğutuyor.. tekrar cd almaya, kartonetleri ezberleyecek kadar çok okumaya niyetim yok pek tabii ama.. neyse, hissiyat kabaca bu işte..

toxxic


evet, guy ritchie filmleri biraz daha yavaş olsaydı, müziklerini quantic yapabilirdi.. belki de yapmıştır.. (bu arada revolver'ı izledim geçen gün, 'lock, stock and two smoking barrels' ile 'snatch'in havasını yakalayamamış baro..)

şimdi sputnik olsaydı da "yahu şu adamlar kimlerdi" diye sorunca, "90'ların ortasında londra'da tuhaf müzikal eğilimler tomurcuklanmaktaydı" falan diye anlatmaya başlasaydı.. benim master narrator'um da o işte, bu müzik muhabbetlerinde, n'apalım...

zulya

ev sahibimiz sayesinde tanıştığımız zulya, yeraltı çocuklarıyla birlikte iki albümdür çalışıyor gibi görünüyor. ondan önce daha bir tatar havalardaymış. yaşadığım kent, tatar kökenli vatandaşların ağırlıkta olduğu bir kent. zulya'yı dinledikten sonra, hele ki "how lovers fail and fall" adlı şarkıdan sonra, keşke her tatar zulya gibi olsa dedim, durdum.. rusça, ingilizce ve tatarca şarkıları kabare havasında avustralya'dan doğru okuyan zulya, bir hikayeyi baştan sona katediyor gibi.. ama bilemiyorum, rusça bilen dostumuzdan da henüz haber yok.. neyse..

zulya_front


buyrun, 3 nights adlı albümü siz de dinleyin. kapaktaki matruşkaların şirinliğine de dikkat!

zulya

şeş

bir fikrin, görüntünün, sesin siyasi olma koşullarını düşünüp duruyordum. ilk aklıma gelen, maruz kalan kişiye, tarihine gönderme yapmadan siyaset taşıyabilen şeyin mutlak siyasi imge olduğunu varsaymak oldu. sonra vazgeçtim bundan ama yine de istisnalar var.. hazır gündem, yeni trt kanalına teğet geçiyorken anlatayım:


ahmet_kaya1


ilk ahmet kaya albümümü dinlediğimde çok küçüktüm.. yani o siyasi fikirlerin olamadığı bir hal vardır ya, zihin jel gibidir, işte o zamanlar.. ne mahpusluk çekmişliğimiz var, ne ailede var öyle biri, solculuk bilmeyiz, falan.. hem henüz hayata dönüş operasyonu da olmamış.. yani hiç de verimli bir ortam değil siyasi fikirler için bizim zihin. ulan, nasıl etkilendim, nasıl etkilendim belli değil! şimdi daha iyi anlıyorum bu adamın şarkılarının gücünü!

tutarsızdı, ateşliydi; dengesiz, serseriydi. lümpenin önde gideniydi, kimi zaman çekilmezdi.. güzel adamdı vesselam... herkesi bir yerden yakalayabilir beklenmedik bir anda bir şarkısı... metris türküsü'nü konserlerinden birinde çok acayip okur..

bahçeli'de bir kebapçıdan çıkarken görmüş bir arkadaşım onu, bir mercedes'e binerken; "aa, ahmet kaya!" deyivermiş.. bu da, öğleden sonra rakısının güzelleştirdiği, yumuşattığı libidosuyla "gel seni bi öpeyim, gözüm!" demiş bizim kıza; öpüşmüşler; ahmet abi gitmiş..

yazık oldu: en ünlü linç kurbanı o. şimdi, onu linç eden gerzekler onun diline nasıl ısınacaklar bakalım...

flamenko ablalarından lilit'e: yıkıcılıkta sınır tanımayan kadınlar

yok yok, bir türlü çıkamadım bir iki gündür flamenko ablalarının menzilinden... dönüp elektronik müdahaleden geçmiş olanlarını da tarayasım yok hiç.. tony gatlif'in vengo'sunu kim bilir kaçıncı kez sputnik'le izlediğimizde mutabık olmuştuk: bu filmin en önemli olayı, kapanışta bizi başka bir dünyaya uğurlayan "naci en alamo" adlı şarkıdır.. ekteki albümdekinden başka, yasmin levy'nin okuduğu bir versiyonu da mevcut şarkının. onu da kendiniz bulun, her şeyi kulakmaması'ndan beklemeyin. söz ve müzik gatlif'indir, bu arada..

flamenco

(resimdeki iki kudsi erguner'i bulunuz)

aslında hiç de fena olmayan "evlerinin önü boyalı direk" cover'ında öykü hanımın eksiği nedir, diye düşündük geçende: sanırım öykü, buradaki ablalardan farklı olarak, yırtılmıyor şarkıyla beraber.. rahat okuyor.. kötü demiyorum, yanlış anlaşılmasın; ama yeterince güçlü değil..


hah, bir de: hazır ermeni'ydi, değildi muhabbeti eni konu saçmalığa vardırılmışken, özür metnine eşlik edebilecek bir şarkı yüklemeyi borç biliyorum: lilit pipoyan'dan aynı yıkıcılıkta bir seda geliyor: gulo
hazır ev sahibimizin menzili dışındayken onun pek takdir etmeyeceği işler yapalım, derim.. (kendimi yukarı ayrancı'da ev tutmuş bir öğrenci gibi hissettim şimdi, bakın..)

antony and the johnsons diye bir durum var hayatımızda. sanırım babylon'a da yolu düştüydü. ya da caz festivaline.. evet evet, caz festivaline olmalı, beton kafalardan "nassı yani, ne arıyo bu androjen caz festivalinde" sesi gelmişti.

antony, cocorosie, devendra banhart gibi tuhaf kişilerle aynı yerlerde bulunan bi

monsieur'ün ziyaretçileri

sergemania diye bir durum varmış ingilizce konuşulan dünyada, yeni öğrendik. gerçi bir yerde maniası olmasa bize nasıl ulaşacak diyesimiz de gelmiyor değil. bu sayfalarda da iki kez bahsettik amcadan, bir sputnik bir de kulunuz (er ve erbaş olarak)..


visuel



eh, bir mania dalgasına geç de olsa dahil olduk madem, buyrunuz harlayalım: 2006'da manşın ve hatta okyanusun öte yanına gönderilmek için gainsbourg misyonerleri olarak seçilen ve önce mösyö'yü yeniden ziyaret etmeleri istenen arkadaşların hepsi rüştünü ispatlamış çocuklar: monsieur gainsbourg revisited adlı albümde, sarkozy'nin taze eşi carla bruni'den, serinlikte mösyö'yü aratmayacak jarvis cocker'a -ki sputnik'in pek sevdiği kid loco'nun prodüksiyonuna okumuş-, marc almond'dan cat power'a (en tehlikeli işi onlar üstlenmişler: jane birkin'in orgazmik vokalimsisiyle en meşhur şarkıyı nispeten donuk bir biçimde coverlamışlar), portishead'den tricky'ye, placebo'dan michael stipe'a (ve daha nerelere) varan liste, beklentileri boşa çıkarmıyor.

biz kimleri ziyaret ediyoruz bayramda seyranda, millet kimleri ediyor! bakınız da ders alınız..

ha, "mösyö'yü ve haremini hangi dilde tercih edersiniz?" diye sorsalar "ingilizce değil, fransızca sivuple" deriz, o ayrı..

gainsbourg'a yeniyıl ziyareti

gomorra

ev sahibimiz, geçici bir süreliğine baklava diyarında ikamet edecek, biz de kiramızı buradan onun hesabına kulakmaması cinsinden yatıracağız. okurları mamasız bırakmama sözünü vermiş bulunduk bir kere.

bu sefer mamamız bir filmin bahsinden oluşuyor. gomorra'yı seyretmeyen varsa, hemmmen seyretsin, en yakındaki korsan dvd'ciden çektirerek.
l_929425_bd14b56c1



filmin, tuhaf ilişkilerle ve işlerle iştigal eden kahramanlarına fon oluşturan toplukonut ve banliyö mantığını işaret etmek isterim. o insanları o hale getirenin belki de bu rasyonel yapılaşma olduğunu iddia edecek yığınla kent teorisyeni var. modernizmin sonunun tarihlendirilmesini anımsayalım: bir tarafı siyahlar bir tarafı beyazlar için 1950lerin sonunda tasarlanmış pruitt-igoe toplukonutları (ki ciam mantığındaki bir şablonu yeniden üretiyordu) 1970lerin başında, daha 20 yıl geçmeksizin suç ve yozlaşmanın yuvası olduğu gerekçesiyle yokedildi. yıkımın başladığı saat, kimilerine göre modernizmin öldüğü saattir.

"peki, nerede kulakmaması?" diyeceksiniz, değil mi sekter okurlar? alın size mama, hem de en babasından: phillip glass'tan pruit-igoe'nin yıkımına bir güzelleme..

Devir! Teslim!

Barışta ve savaşta Kulak Maması ve mamacıları için başından beri sütümü akıtmak benim için bir şeref ve haz kaynağı oldu. Buradaki varlığınız , kulaklarınızı açışınız , yorumlarınız ve takipçiliğiniz için teşekkür etmek benim için elzem. Bitişini kağıt üzerinde bildiğim ama (en azından şu an) tahayyül edemediğim bir süre için sizlerden istemim dışında ayrılıp , mama bayrağını yoldaşıma bırakıyorum.

Kulaklarınızın hep mamalanması , ruhunuzun da bundan mütemadiyen nemalanması dileğiyle.

Şimdilik hoşçakalın.

Herşey için.

hayde vre zeybekler!

kırıka'yı ilk dinlediğimde, rasyonel kafam ister istemez sınıflandırmaya yöneldi. yeni bir folder açmak zorunda kaldım: post-zeybek! 'bir sır var gülüşünde', 'dert gemisi', 'nargilem', 'rast zeybek' gibi parçalar zaten ritmlerinden açık ediyor herşeyi. ağırdan kolları kaldırıp ritmin bir yerinde sekerek kendi etrafımızda dönmezsek parçayı bitiremeyeceğimizi biliyoruz.

k_r_ka


rebet kokusunu sadece ritmlerde, ezgilerde değil aldatılma, özlem ve favorimiz karafaki dolusu rakı gibi temalarda tespit ettiğimiz yetmezmiş gibi; 'dokumacı örümcek' gibi şarkılarda saykodelik bir iz de kokluyoruz; tabii ki soruyoruz: "hacım, ne kafası bu?"

izmir tutkunu olduklarını "istanbul yere batsın/ döneceğim izmir'e / izmir güzel istanbul boktan / yıkar seni hiç yoktan" tadında güftelerinden hatırladığımız istanbul blues kumpanyası'nın bazı eski üyelerinden müteşekkil kırıka.. albümün adı 'kaba saz'da da incesaz'a bir gönderme mevcut muhtemelen.

düşünsenize, bir yakın arkadaşı ege'nin kenarında üstü sazla kaplı bir 'gazino'da öğleden sonrası rakısı eşliğinde evlendirsek, kırıka'yı çağırmış olsak; onlar çalsa, biz oynasak, güzel olmaz mı?

esbjörn'den post mortem: leucocyte

merhumun son kayıtları, arada bir meylettiği elektrikli nağmeleri de içeriyor...

carton-front


'gani gani rahmet' dilenir ya, artık bizim lügatımızdaki karşılığı neyse...

Akşam yemeği hazırlanırken içilen şarabın başkalığı.

Madem Jazz'ın minimal ve sakin olanını seviyoruz, madem french touch akımı bizi bizden alıyor taa başından beri...İşte o akımın başı sayabileceğimiz bi ismin Serge Gainsbourg'un kıyıda köşede kalmış jazz kayıtları ile karşı karşıyasınız mamacılar. Albüm, Serge abimiz ve ufak bi jazz grubu tarafından 60'ların sonları ila 70'lerin başlarında kaydedilmiş eserlerin bir toplaması niteliğinde.

Bazı insanlar vardır , aç karnına yemek hazırlanırken içilen şarabın kişiye ayrı bir katkı sağladığını düşünür. İçki dediğin , şarap dediğin kesinlikle yemek hazırlanırken içilmeye başlanır. Şarabı yemekle beraber içmek ona sakil bir meşrubat havası verir. Halbuki ocak, tezgah ve lavabo başında kah havuç rendelerken , kah çorba karıştırırken içilen şarap her zaman makbuldür. Bir evde şarap , akşam aç karnına içilmeye başlanıyorsa bilin ki o evde kısık sesle yapılan düzgün diksiyonlu "elegan" espirilerin , sanat eleştirilerinin vakti gelmiş demektir.

Bu albümü soğuk bir kış akşamı sıcak bir mutfakta yemeği hazırlama esnasında, bir yandan da mutfağa girer girmez açtığı kırmızı şarabını yudumlayan tüm dünya hanımlarına hediye ediyoruz.
Serge Gainsbourg geliyor , Du Jazz Dans Le Ravin diyor.

folder

savaşma, söğüş!

yani, ne kadar militer olabiliriz ki? değil mi? hı?

aylar önce pek kıymetli mecmuamız express'te bahisleri geçtiydi ya, şimdi haklarında kitap da çıktı: içimizdeki maymun, metis'ten.. primatların hippie kuşağı olduğu zannedilen bonobolar, sorunlarını savaşarak değil, fotoğrafta görüleceği üzere, pek tabii ki sevişerek çözüyorlar.. hem de kadınlar arası sorunlarını bile..


bonobo_female_sex1


matthieu chedid nam kardeşimiz de hayli serin şarkısında onlara bir övgü düzüyor.. ne var ki videosuna bir michel gondry parmağı gerekiyor..