buzdan melekler gibi

Meşhur caz eleştirmeni, güzel adam Tony Brewer'a bağlanıyoruz : "Punk ve Grunge geleneksel rock için neyse, Nu Jazz'da caz için odur. Cazın genişliğini hatırlatır ve onu birçok yeni kulak için eğlenceli ve içine girilebilir kılar. Nasıl Yngwie Malmsteen ve onun gibiler (sen koru ya rab) gitarlarını Kurt Cobain'e doğru uzatır ve tüm dünya bu "prograsif" devrimden nasibini alırsa, nu jazz da cazı virtüözlerin elinden alarak garajdaki çocuklara (hadi "bedroom dj'leri" diyelim , hastasıyız o tabirin) doğru uzatır. Emprovizasyon üzerine taze melodiler kurulur ve enstrümantasyon gelenekselden uzaklaştırılarak deneysele doğru itilir. Nu jazz ile birlikte odak müzisyenlerden uzaklaşır ve "şarkı" ya doğru yaklaşır. Sadece enstrümanı kimin, nasıl çaldığı değil, ortaya çıkan melodinin,ritmin, kısacası müziğin kendisi ehemmiyet arz eder..."

Rock etkileşimli bir benzetme ile Nu Jazz'ın bilhassa da son yıllarda Nublu etiketi ile yayınlanan plaklarındaki rock etkileşimine de gönderme yaparak, sıradaki mamamızın konusu, İsviçre kökenli Fransız üstad Erik Truffaz ve 2007 tarihli plağı Arkhangelsk 'e geçiyoruz.
Arkhangelsk (İngilizcesi ile Archangel) , Rusya'nın kuzeybatı ucunda, buz denizi kıyısında atmosferik bir kent. İlk kuruluşundan Ekim Devrimine kadar Rusya ile Norveç arasında büyük çekişmelere sebebiyet verecek güzellikte bir limanı ve gökyüzü olduğu söyleniyor. Korkunç Ivan o korkunç 1555 kışında, Norveç'liler yerine İngiliz,İskoç ve Hollanda'lı gemicilere giriş izni verince şehir yüzünden çıkan anlaşmazlık büyük bir krize yol açıyor. Hem ikliminden, hem gökyüzünden hem de soğuğundan mütevellit bir "büyülü şehir" efsanesi yayılıyor tüm Avrupa'ya.

Erik Truffaz şehrin büyüsüne, nefesini üfleyerek çıkarıyor albümü. İçerisinde sözkonusu "ağır" ve "soğuk" büyüye uygunsuz kaçan hiçbir kırıntı bırakmadan hem de... Biz janrları, enstrümanları ve masturbatif virtüözleri Arkhanglesk'in buzuna bırakalım, içimizi her daim titreten "iyi" müziğin şerefine. Sıkı giyinin.

daedelus külliyatına kabataslak bir bakış



kapaktaki illüstrasyonun, sevgili dostumuz sputnik'in eski setine koyduğu muhteşem başlığı (i.e. memories in the toolbar) anımsatmasından mıdır nedir, ilk görüşte ısındığımız daedelus, ninja tunes'da kendine ayrılan sayfada anlatıldığı kadarıyla okyanusun iki tarafından ve geniş bir janr skalasından devşirdiklerini Just Briefly (A Musical Retrospective of Daedelus) 'de özetliyor. özellikle just briefly'de, something bells'de, denouement'de, yeteneklerini şımarıklıkla sergiliyor bu viktoryen dandy. fourtet'i, cex'i de andırmıyor değil hani.

önceki girilerdeki barolar gibi california'nın çocuğu olan daedelus'u "contemporary electronic music scene"deki yerine yerleştirmeyi, kulakmaması adlı bu post-fordist gayri maddi kültürel üretimde çalışma arkadaşlarım olan sevgili mama yazarlarına bırakarak soldan çıkıyorum; zira kimisiyle henüz karşılaşmadığım dostlarım bu işi müthiş bir yetkinlikle yapıyorlar. hürmetler bizden, dinlemek sizden :)

warp'a eni konu sardırmaca...



efsane plakçımız warp, son iki girimizdeki tuhaf abilere de çorba çıkaran tekke, malumunuz... tekkeden, 2010 için erken bir hediye geliyor, bize de kah rükuya, kah secdeye durmak kalıyor. hem, iki giri önce bahsedip tümünü hediye edemediğimiz ancestors'u bu compilation'da bulabilirsiniz.

flying lotus



o zaman devam edelim: bir önceki parçada gonja sufi'yi sarıp sarmalayan prodüktör abi kimmiş, ona bakalım: flying lotus. inanılır gibi değil ama, alice coltraine'in ikinci kuşaktan yeğeni oluyor kendisi. acaba albümde auntie diye andığı o'm'ola? şuradan da tadılabilir. tıpkı gonja sufi gibi kirli, çapaklı ve müthiş! (mesela, camel... mesela, roberta flack... mesela, sexslaveship... mesela, gonja sufi'li testament... mesela her iki teyze şarkısı...)

gonja sufi




daha önce sumach adıyla da albümler yapmış olan bu serseri, warp'ın yeni peygamberi galiba. indiremedim ama, şuradan ancestors'u tadarsanız memnun olurum.

miles'da gelsin mi?

Meşhur pazar mamalarımızda bu hafta, müziğin zurnasının zırt dediği yere, Miles Davis'e bağlanıyoruz :

" Olayları önceden görebilme yeteneğim vardır, şaşmaz. Geleceği görebilen insanların varlığına inanıyorum. Bir keresinde Birleşmiş Milletler binasının havuzunda yüzüyordum, havuzda benimle beraber yüzen bir beyaz vardı. Birden bana, "Nereye gidiyorum tahmin et?" diye sordu. Hiç düşünmeden, "New Orleans'a gidiyorsun" dedim. Gerçekten de oraya gidiyordu! Şaşıp kalmıştı. Bana bir tuhaf bakıp nasıl bildiğimi sormuştu. Bilmiyordum nasıl bildiğimi ve merak da etmiyordum. Böyle sorular sormam. Bu yeteneğimin orda olduğunun hep farkında olmuşumdur."

Şubat 1969'da New York City'de 30. Cadde Studio B'de iki gecede kaydedilen şaheser In A Silent Way, Miles'ın hayatında kendi deyimi ile "oldukça yaratıcı" bir dönemin başlamasına , ve bu plağın kaydı sırasında düşündükleri ile 1969-1973 yılları arasına tamı tamına 10 plak daha sığdırmasına sebep oluyordu. Miles'ın o dönemlerine ait çok daha göze batan plakları da (mesela dünya tarihini değiştiren Bithes Brew, mesela Jimi Hendrix'in bitmesine çok az kaldığının henüz farkında olmadığı hayatını değiştiren albüm Kind Of Blue, bilhassa beyaz akademisyenlerin göz bebeği haline getirmeleriyle hayatı boyunca dalga geçtiği albüm Birth Of The Cool, örnekler tüm diskografiye yayılabilir...) baş tacı edebilirdik bu pazar ama In A Silent Way....... Boşluğu doldureverin bir zahmet kaydı dinledikten sonra.

Kapatırken bir kez daha Miles'a dönelim :

"...Kayıtlarda akorları karalayıp herkese sadece melodiyi çalmalarını söyledim. Bu şekilde çalışmak şaşırttı onları, sadece melodiyi çalmak. Ama Kind Of Blue, büyük müzisyenlerle çalışırsan-ki çalışıyordum- duruma hakim olup bildiklerinin üzerine çıkarak çalacaklarını öğretmişti bana. Böyle çalmıştık In A Silent Way'de ve müzik tamamiyle yeni ve harikulade olmuştu.

In A Silent Way bittikten sonra grubu turneye çıkardım : Wayne (Shorter), Dave (Holland), Chick (Corea) yer yer Herbie (Hancock) ve Jack DeJohnette. O grup canlı kaydedilmiş olsaydı keşke, çok orospu çocuğu bir gruptu. Chick Corea ve birkaç kişi daha bazı konserleri kaydetmişlerdi sanıyorum ama plak şirketi Colombia treni kaçırmıştı...."

Ve son söz. Michael Mann'ın hem müziğine hem de Miles Davis'e gayet şık bir saygı duruşu. Güzel hikayelere içelim.




antony, yeniden...



daha önceki bir yazıda belirttiğimiz gibi, antony kulağımıza cocorosie'nin beautiful boyz'unda çalınmıştı: şarkının jean genetvari anlatısının cinsiyetler arası bir entonasyonla (ve e.'ye göre 'keçi vibratosuyla') dile gelmesi, bizi derinden etkilemişti. sonra, sağolsun p.ciğim, I am a bird now'u dayadı: işte sputnik'in,

"Mama’nın amcasının albümün çıkış tarihinden takriben 1 yıl sonraki bir buluşmamıza, kulağında 'What Can I Do' ile gelirkenki surat ifadesini hatırlar, o ifadeyi bir arttırırız. Her gidene hediye."

diye anlattığı anektod o günlere denk düşmektedir. bir süredir döne döne grupla aynı adı taşıyan ilk albümü, özellikle de twilight'ı, atrocities'i, hitler in my heart'ı, river of sorrow'u dinleyip duruyoruz.




nedense, müthiş kapak fotoğrafıyla the crying light'a musallat olmamışız. birazdan bizimki inecek. siz de buyrun.

çoğaltarak ilerlemeliyiz


Mazisi turntablism'den de öteye varan "sampling", 1970'lerin başlarında bu "pikapçılar"dan sonra yavaş yavaş bir tarzdan ziyade bir tavır halini almaya başladı sanatta. Olur olmaz şeyleri üst üste bindirmekten ziyade, neyi neyin içine, nasıl yoğurduğun önem ve değer kazanmaya başladı. Bilhassa da o tarihlerdeki Birleşik Devletler kuzeydoğu yakası şehirlerinin arka sokaklarında. Tıpkı jazz'ın 30'lu, 40'lı ve 50'li yıllar boyunca önce İngiltere'ye, ordan da kıta avrupasına sirayet ederken olumlu olumsuz evrilmesi gibi, sampling ve beat-making'de aynı vaziyetlerden geçti. Öyle ki, bilhassa Birleşik Krallık'taki ehil prodüktörler, işin membağındaki DJ'leri keşfedip onları Londra'nın karanlık kulüplerine çekmeye başladılar bile 2000'ler boyunca. Atlantik'in bizden yanına son geçenlerden biri Washington D.C. menşeili Damu The Fudgemunk. 2010 yılından itibaren harika groove'larını Londra'dan yayınlayacak olan DJ'i, dört gözle beklediğimiz yeni EP'si Kilawatt V1'dan evvel 2008 tarihli toplaması Spare Time ile ağırlıyor, tanışmamızın şerefine bahçe partisinde köfte-ekmek-bira'lanırken muhabbeti koyultuyoruz.




dans eden davullar

...Annem hep Eva'nın gösteriş budalası, geveze bir kadın olduğunu söylerdi, ben de Eva'yı biraz komik buluyordum, ama yaşı otuzun üzerinde olup da konuşabildiğim tek insandı. Çok sakin ya da hep hevesle bir şeyler bekler gibi bir hali vardı. En azından çevremizdeki mutsuz yaşayan ölüler gibi duygularına zırh takmıyordu. Rolling Stones'un ilk albümübü seviyordu. The Third Ear Band'e deli oluyordu. Odanın ortasında Isadora Duncan dansları yaptı, ardından bana Isadora Duncan'ın kim olduğunu ve neden eşarp takmayı sevdiğini anlattı. Eva, Cream'in son konserine de gitmişti. Charlie okulun spor sahasında sınıflara girmeden evvel bize annesinin en son çılgınlığını anlatmıştı : Kız arkadaşıyla ona yatakta pastırmalı yumurta götürmüş, sevişmelerinin nasıl geçtiğini sormuştu.

Babamı Writer's Circle'a götürmek için bize uğradığında ilk iş odama çıkıp Marc Bolan posterlerime bakardı. "Neler okuyorsun? Yeni kitaplarını göster bana çabuk!" derdi. Bir keresinde de, "Kerouac'ta ne buluyorsun allahaşkına, zavallı bakirin teki? Truman Capote'un onun için söylediklerini biliyor musun?"
"Hayır."
"Buna yazmak denmez, olsa olsa daktiloculuk!" demiş...

Varoşların Buda'sı, Hanif Kureishi (Can Yayınları, 2001)

Asian Underground akımının en koca taşlarından olan Badmarsh&Shri plağı Dancing Drums, 10. yaşını doldurmuş lakin, kulaklarımızdan hiç düşmemiş. 90'ların sonunda janrın edebi kısmını kafama dizen Hanif Kureishi ile beraber albümün yapımcıları Badmarsh ve Shri'ye binlerce selam, drum'n'bass'e aralıksız devam!

günlerin getirdiği - ya da, la folie du jour

son bir-iki günde dinlediğim biri birine benzemez yepisyeni albümleri ardarda dizerken, en uygun başlığın bu olacağı kanaatine vardım.



norah jones, her zamanki tatlılığını hafif 'bitter' bir lezzetle harmanladığı the fall adlı bir albüm çıkardı. piyanonun kestirmeciliği, ritmsazların dandunluğu, gitarların çıplaklığı ve basların açıksözlülüğünden müteşekkil bu 'bitter'lığın ilhamı nereden peki? şarkıları dinleyen kulaklarımız ve albüm kapağındaki fotoğrafta duvarkağıdıyla şapkaya takılan gözlerimiz bizi yanıltmadı: tom waits. zira, resmi web sitesinde baba da bundan bahsediyor:

The singer Norah Jones appeared on NPR’s Morning Edition today discussing her new album. In the interview, Jones cites Tom Waits and his groundbreaking record “Mule Variations” as such a favorite that she looked at the liner notes to find its engineer, Jacquire King, who she then used to produce her new album. They even play and then discuss Waits’ song “Cold Water.”

bu arada, yakın zamanda sevgili dostumuz a.u.nun da animasyon ekibinde bulunduğu where the wild things are adlı filmin ('being john malkovich'in, adaptation'un ve bir çok videonun da) yönetmeni olan efsanevi spike jonze'un kardeşi [ne isim tamlaması oldu bea] sam spiegel (a.k.a. squeak e. clean), ze gonzales ile bir araya gelip n.a.s.a. (north america south america) diye bir hiphop projesine girişmişler. peki bu, bizi, neden ilgilendiriyor? çünkü spacious thoughts adlı parçada tom waits'i konuk etmişler. nasıl da uymuş ama! videonun prodüksiyonu da cabası...



peki, tom waits, bir taraftan tatlı kız çocuklarının eni konu olgunlaşmalarına ilham olur, bir taraftan hiphopçu serserileri kendi mekanlarında ziyaret ederken, kendi hesabına neyliyor? hepimizi biraz daha olgunlaştıracak olan, glitter and doom turnesinin çift cd'den oluşan kayıtlarını yayınlıyor! 2008 yazında çıktığı ve bir türlü bizim mahalleye uğramadığı turunda seslendirdiği şarkıların hepsinin tadı ayrı, canlı dinlerken. ne ki dublin'de eda edilen trampled rose tom waits'in ulumalarıyla daha da görkemli hale geliyor; ve edinburgh'daki green grass, sözlerine yakışan bir hüzünle, bir hesaplaşma mırıldanmasına, geç kaldığı pek belli bir veda mektubun kıraatına dönüşüyor. ikinci cd'de, tom waits'in gösterilerini daha da teatral kılan muhabbetler kaydedilmiş. meraklısı için bulunmaz ganimet.





bir başka ganimet olan a silver mount zion'un born into trouble as the sparks fly upward başlıklı albümünü, genel atmosferine cuk oturacak biçimde, ruhumuzun daraldığı, sızgınlığımızın şiddetlendiği zamanlara katık etmiştik a, vic chesnutt'tan haberdar değildik. bu hüzünlü olduğu kadar karakterli abimiz de grupla birlikte şahane bir albüm kaydetmiş: at the cut. hayli karanlık albümde özellikle coward'a ve granny'ye dikkat.





"sükunet iyi, güzel de, bu karanlık... biraz fazla değil mi, kuzum?" diyenlerdenseniz, sizi arms and sleepers'ın matador'una davet edeceğiz. portiskafayı, belki de daha çok radyokafayı iyice dinlemiş insanlar olduğuna kanaat getirdiğimiz ikili, ince dokunuşlarla bezedikleri bir yapının üstüne kayıtsız kalınamayacak derinlikte melodiler gömmüşler.




güzel bir kadınla açtığımız pazar sabahı mamasını, başka bir güzel kadınla kapatalım: concha buika, el ultimo trago'yla bizi bir vedaya daha davet ediyor. eh, fazla söze gerek yok; davete icabet ediyoruz. iyi pazarlar!

printempo



skalpel'den sonra polonya'dan ikinci bir bomba. printempo, aynı adlı debut'uyla istişareye ve infilaka hazır!

Jarvik Kalbi


Dubstep ve techno füzyonu daha 2000lerin başlarında, dubstep janr olarak ortaya çıktığından beridir yapılıyor.Hardcoreu, jungleı, dubı, reggaeyi, technoyu belleğine yedirmiş inanların 140 bpmde ve bass hakimiyetinde yaptıkları bu müzikte zaten bu füzyonun olması kaçınılmaz bir sonuçtu.
Bir şey var ki, havasından mıdır suyundan mıdır, bu işi en iyi becerenler nedense hep Bristoldan çıkıyor.Rooted Records ve Punch Drunk Records'un sahibi Tom Ford aka Peverelist bu Bristollianların önde gelen isimlerinden.Daha evvel çıkardığı 12"lerle dubstep sahnesinde her yaptığı merakla beklenen prodüktörler listesine adını silinmeyecek şekilde yazdırmıştı.30 Kasımda ise ilk uzun çalarını çıkarıyor, Jarvik Mindsate.
Jarvik ilk yapay kalbi yapan doktorun soyadı, zaten teknoloji ve insan entegrasyonu hakkında düşüncelere dalmışken yaptığı bu şarkıları topladığı albümüne daha iyi bir isim seçemezdi bay Ford.

beck is back!




beck'in kendini bozduğunu ağzımızdan kaçırmamız iyi olmamış. o sözlerimize sanki nazire yapar gibi şair babanın şarkılarını çala söyleye geri döndü, beck. yanına devendra banhart'ı, brian lebarton'u, little joy'un lokumu binki shapiro'yu, mgmt'yi almış. brooklyn'de bir bir tuhafiye dükkanı gibi, değil mi? cohen'e kendi hallerinde bir saygı duruşunda bulunmuşlar. pek hoş. hadi bunu da beğenmeyin bakalım :)

lokumun tazesi 70'lerden


1970'li yıllar hakkında söylenebilecek şeyleri buraya sığdırmakta, şu klavyeye basmakta o kadar yetersiziz ki..
Bu mamaya konu olan plak Bosporus Bridges garpta underground da olsa 60'lar ve 70'ler boyunca altın çağını yaşayan soul ve funk'ın yine o tarihlerde İstanbul'daki tezahürü. Bu tezahür tıpkı 2000'lerin sonlarındaki dubstep'in grime'ın batıyla benzer zamanlarda yeraltında üç beş kişiye sirayet etmesini (o tarihlerdeki iletişim olanaklarının kısıtlılığı bir tarafa) anımsatıyor. Durul Gence'ler, Erkut Taçkın'lar, Erol Pekcan'lar, Erkin Koray'lar, Okay Temiz'ler ve hepsinden de ötesi Ferdi Özbeğen'ler (kendisini hiç bu kadar cool, bu kadar groovy görmemiştik) o senelerde batıdaki underground kulüplerde ne dönüyorsa köprüden bu tarafa geçirmişler; kah altyapı imitasyonunun üzerine yeni söz ekleştirmişler, kah mehter marşını "tam kıvamında" groove'laştırıp tiye almışlar. 1968 ila 1978 arasını kapsayan bu toplama plak, istisnasız tüm mamacılara birşeyler anlatacak. Ahşap bavulunun üzerine oturup 1970 ila 1973 arası süren inşaası sırasında, boğaziçi köprüsünün şantiyesinde çalışmaya gelen işçilerden birinin hissettikleri gibi. Başka diyarlarda bunların alalarının olduğunun farkında ama, görüntü de pek ala be...Istanbul'un groove'u üzerinden 30-40 sene geçse de hala boğazın sularında.

ayın solduğu yer




"rita'nın muazzam gözleri"nden bakışlarını esirgemeyen sevgili dostumuz melonie mercurie'nin haklı isteğini, biraz gecikmeyle de olsa, yerine getiriyoruz; ıraklı udi naseer shamma'nın 1999'da fransa'da kaydettiği the moon fades adlı albümü, mama'nın bir kenarına özenle yerleştiriyoruz.



naseer, farabi'nin 9. yüzyıldaki elyazmalarından yola çıkarak sekiz telli bir ud üretmiş; meğer onu çalar dururmuş. tekniği, hayli modern gibi duyuluyor, gitar performansı gibi tınlıyor.

ud müziği, kimi istisnai örnekler dışında, bağlamaya benzer biçimde, katmanlı olmaktan ziyade hayli lineer bir yapı içinde seyrediyor. çok seslilikten bu denli uzakken yine de hatrı sayılır bir derinliğe vakfolmasının nedenini, aletin sesindeki karakterde aramak lazım; bir de çalanın ruh derinliğinde, herhalde. her nasıl olursa olsun, dipte bir yerlerle bu kadar tatlı bir temas sağlaması, udu mühim bir enstrüman, giderek tinsel bir protez, ruhun en birinci uzantısı haline getiriyor.

tüm kabuslarım sana

Mama'nın amcalarından biri ile en büyük ortak paydalarımızdan olan kişisel tarihimizi musiki kayıtları üzerinden tutmanın nelere mal olacağı üzerine daha yüzlerce yıl istişarede kalabilirm lakin; bir musiki albümünü başka bir yapıtla ya da- daha açık olalım- başka bir duyu ile algıladığımız bir "uyarıcı" ile özdeşleştirmek ne ola? Biri varsa illa ki diğerinin de olma gerekliliğinin saplantıya dönüştüğü ve bu saplantının rüyalara kabuslara kadar sirayet ettiği, sizi bilemem ama, bizim için gayet olağan (don't panic, take it easy, calm down, behave yourself) durumlardan artık.

Kabus demişken, tüm karabasanlarımızın çok özel detektifi, mükemmel aşık ama kronik bir depresif ve iflah olmaz merdümgiriz, Oidipus kompleksinden, Peter Pan sendromundan, uykusuzluktan ve (hayli ironik olarak) karabasanlardan muzdarip Dylan Dog'dan bahsetmeden geçmek olmaz. Olamaz. Dedik ya Dylan çok "özel" bir özel detektiftir. Tüm ecinnileri yakalamak için para alır lakin aslında onlara had safhada hayrandır. Zira Dylan'ın yayınlandığı süre boyunca maceralarında "öldürdüğü" ecinni sayısı hayli azdır. Katlettiklerini sıralamak gerekirse : 16 zombinin dokuzunu tabancayla, dördünü tüfekle, birini okla, birini asitle, birini tabanca kabzasıyla yok etmiştir: Lağımda yaşayanından bitkisel ve organik olanına değin farklı türlerde sekiz canavar, toplam altı erkek ve kadın vampir, üç büyücü ve cadı, üç katil robot ve bilgisayar, iki manken ve kukla, iki hayalet; iki gulyabani; bir golem, bir mumya ve bir kurt babaane çıkar ortaya.

Tüm bunlara rağmen eğer bir Dylan müşterisiyseniz maceranın sonuna canlı ulaşamama ya da suçlunun bizzat kendiniz olduğunu keşfetme olasılığınız çok yüksektir. Belki de neredeyse tüm hikayelerinin sürpriz sonunda son birkaç karede bizi bekleyen asıl "gulyabani", kapağı kapattıktan sonra parmaklarımızı hala hikayenin olduğu sayfalarda gezinmesini sağlayandır.
Vaziyeti etraflıca betimlemekten ziyade, Dylan'ın eski alkoliklerden olduğunu da ilk sayılardan beri bildiğimizi söyleyerek gevezeliği seyreltelim. Hatta alkolizm onda ve (hali hazırda sarsıntılara açık) psikolojisinde derin izler bırakmış; bir dönem dibe vurmasına, duvarlarda örümcek, hamamböceği ve kelebek sanrıları görmesine, kalbini ve beynini delirium tremens'e (titremeli sayıklamalar) teslim etmesine neden olmuştur.

Başa dönelim, belirli bir müziği başka bir uyarıcı ile bütünleştirmek dedik, karabasanlar dedik, Dylan Dog dedik, kelebek dedik!
2003 yılında grubu dağıtıp tek tabanca kalan 3D, hem kişisel tarihimizde bizi en titreten uzunçaları 100th Window 'u çıkarttı; hem de Dylan Dog'un tüm külliyatına soundtrack oldu. Daha n'olsun sorarım!




Tanrı bir Astro-nohut

Uzun bir aradan sonra yeniden  katılmanın keyfini bir mesai bitimi sigarası yakarak kutluyorum.

Tanrının ne kadar adaletsiz olduğu, Fransa İrlanda maçında tartışıla dursun.

Gagarin hepimizin müzik ilahı olsun. (Bu arada Metin, Ali, Feyyaz  koysun :))

 



 



 



 



 



 



 



 



 



 



 



İrlanda'dan özel bir grup, God is an Astrounaut.

 



 



 

midas'ın maması

Kral Midas. Ankara civarında kurulmuş olan Frigya'nın, M.Ö. 738 - M.Ö. 696 yılları arasında Gordion olarak bilinen kentte yaşamış efsanevi kralı.


Yapılan bilimsel çalışmalarda, Midas'ın ana karnında bir hastalığa yakalandığı ve kulak kanalları asimetrik olarak doğduğu anlaşılmıştır. Asimetrik kulak yapısı nadir görülen bir hastalık şeklidir. Önden veya arkadan bakıldığı zaman bir kulağın diğerinden çok daha yukarıda veya aşağıda olduğu görülür. Çirkin bir görünüm oluşturan bu hastalık Midas'ın kafatasında belirgin izler de bırakmıştır. Halkından utanan Midas'ın sürekli olarak başına geçirdiği bir "serpuş"la gezdiği, kulaklarını hiçbir zaman göremeyen halkının ise, krallarının kulakları hakkında yorum yaparak, göremedikleri kulakları eşek kulağına benzeterek kralları hakkında dedikodu yaptıkları düşüncesi kuvvet kazanmıştır.

Lakin asimetrik de olsa "kulak" mamasının ilgisini çeken özelliği bu kralın "kulak"larından ziyade, dokunduğu herşeyi altına çevirdiğine dair rivayet oldu. Bunu yapmaya hala devam ediyor ki kralımız; ta Londra'lardan Hyperdub etiketli King Midas Sound uzunçaları Waiting For You şirketin genel çizgisinin 5. yıllarında artık nasıl da bir nevi olgunlaştığını , mağrurlaştığını gözümüze gözümüze sokar gibi. Altın değerinde bir Trip Hop, derin spoken word'ler, 24 ayar bir sound, daha evvel Kode 9'ların, Burial'ların geçtiği sokaktan usulca yürüyüp köşeyi dönüyor...

"zinc" dedi, çıktı evden


Drum'n'Bass 'in hala mücevherler yumurtlamaya devam ettiği 2000'lerin başlarından kalma bir dost; artık gündüzleri plak dükkanlarında kafasında kulaklıklarla plak tırmalarken değil, geceleri bir saatte kapıyı vurup çıkmalarıyla tanınmaya başlamış. Şehrin sokaklarının, "street art"larının, "güneş tepedeyken underground olanlar"ının aralarından çıkıp, geceleri arka sokaklardaki karanlık dans pistlerinde gözlerini yumanların adamı olmuş. Biz onu daha hala The Fugees şaheseri "Ready Or Not" a yaptığı dehşet remixle hatırlarken, o nerelere gitmiş, kimleri görmüş, DJ Zinc yeni EP 'si Crack House 'da sıcağı sıcağına biiir bir anlatmış...

EP demek de haksızlık olur, plak tamı tamına 10 parçadan bir başka deyişle 55 dakikadan oluşmakta; düpedüz bir albüm bu. Ha "tamam tıraşı kes, bu iş bize ne anlattı son kertede?" derseniz, 1990'lar boyunca ve 2000'li yılların başlarında had safhada etkin olan tüm drum'n'bass prodüktörlerinin 2000'lerin sonlarına geldikçe dümenlerini illa da dub'a, dubstep'e kırmadıklarını; orijinleriyle ilk bakışta pek örtüşmeyen bu evrimin de gayet estetik sonuçlar verebileceğini okudum. Gerçi bu "alternatif evrim"in bir sağlam örneğini de taaa 2002 senesinde büyük üstad Photek, dümeni minimal house-deep house semalarına kırarak "Solaris" adlı plağında da gerçekleştirmişti amma, varsın o da başka bir mamanın konusu olsun. Naçizane. Bakalım siz ne diyeceksiniz.

Charles Mingus -Cumbia & Jazz Fusion

cherles-mingus

Dün Gramafoncu Ali'ye plak bakmaya gitmek için at pazarının o katır deviren yokuşunu çıkarken, Rus plakları arasında Charles Mingus'la karşılaşmayı hiç beklemiyordum.Pikapta Abdullah Yüce 'Hiç Mi Gülmeyecek'i okuyordu ve benim bunu kesip Mingus'un albümünü dinlememe gerek bile yoktu, temizse alacaktım ve aldım.

Charles Mingus, 10 Mart 77'de albümü kaydettiğinde hala hastalığından haberi yoktu, ama ufaktan bas çalmasını da engellemeye başlayan bu hastalık, İtalyan filmi Todo Modo için yaptığı 2 şarkının geniş versiyonlarını kaydetmesine engel değildi. Mingus'un Kolombiya müziği Cumbia'dan etkilenerek yaptığı 28 dakikalık bu şaheserde, ovalara yayılan kuş sesleriyle açılan şarkı ardı sıra başlayan ve altta sürüklenen perküsyonlar üzerinde Jack Walrath'ın trompeti,Ricky Ford'un saksafonu, Jimmy Knepper'ın trombonu ve arada bağıran Mingus 'Cumbia Cumbia, freedom now'. Pazar sabahına daha güzel başlanamazdı sanırım.

from gagarin's point of view (hakikaten!)

922705112612



"...
Müziğin duyumsal yoksunluğa karşı mücadelede büyük bir yardımı olduğu gösterilmiştir. Duygusal etkisiyle insanlara umut verir ve çalışma kapasitelerini arttırır. Uzay gemisinde müzik teyp ya da radyodan sağlanabilir.
...
Duyumsal yoksunluk koşullarında müzik, değişmez olarak, duygusal estetik bir tepki yaratma sonucunu vermektedir. Bunun sonucu olarak bir uzay uçuşunda bir ekibin tüm üyeleri müzik dinlemelidir; ne var ki dozaj sorunu da incelemeyi gerektirir.

Herşeyden önce, bilinmektedir ki, aşırı müzik uygun olmayan tepkiler uyandırabilir ve neşe ve mutluluk getirecek yerde, bu sanatların en soylusunu, işkence haline getirebilir.

Sovyet müzik profesörü S. Mezhinsky, şöyle yazıyordu: "Sabahtan gece geç vakitlere dek müzik dinlemekten hoşlanan insanlar hala var, ancak yalnızca dış görünüşleri itibarıyla dinliyorlar. Gerçekten böylesi bir kişi için radyodan çıkan sesler sadece havayı doldurur, programın içeriği beynine ulaşamaz. İşitme yetisini müzik ve şarkılarla doldurmak, kişinin estetik gelişimine zararlıdır, bu, onun müzik dünyasına gerçek bir içgörü kazanmasını engeller ve tedricen duygusal kayıtsızlığa ve estetik sağırlığa yol açar."
..."

Gagarin, Y. ve V. Lebedev, [1970] 1984, Uzay ve Psikoloji, çev. Sibel Özbudun, Süreç Yay.

beş yıl geçti ama sanki daha dün gibi

5years

Dubstep 2000lerin başlarında UK Garage içinden süzülüp kendine yeni bir janr olarak yol açtığında, bu kadar büyüyeceğini kimse tahmin etmiyordu.İlk yapılan FWD>> partisine katılımın 7-8 kişi olduğu düşünüldüğünde, o partinin katılımcılarına, 2000lerin sonlarına gelindiğinde dubstep poptan hiphopa ordan technoya bir çok müzisyeni etkileyecek denilse gülerlerdi kesin.Ama olan oldu 4x4luk 140 bpmde seyreden wobble bass yüklü bu müzik tabir-i caizse yeraltını fethetti.
Bundan beş sene önce Hyperdub plak şirketini kuran Steve Goodman aka Kode9'ın amacı onla bunla uğraşmadan kendi şarkılaını özgürce plağa basmaktı, ama işler öyle gelişmedi, şirket büyüdükçe büyüdü ve janra yön veren isimlerden biri oldu.
Burial, The Bug, LV, Quarta 330, Zomby, Ikonika hepsi Hyperdubtan çıakrdıkları plaklarla isimlerini duyurdu (The Bug'ı ayrı tutabiliriz burada).Beş sene geçti Steve Goodman geriye dönüp baktığında yaptıklarından oldukça memnun olmalı ki, bize Five Years of Hyperdub toplamasını hediye etti.Dubstep'in önemli isimlerinden 32 şarkının yer aldığı bu toplamada ikinci CD geçmişin özeti, ilk CD ise geleceğe yön verir mahiyette.
Kulaklarınızın pasını silmek için, dubstepe ısınmak için gerçek bir mama kıvamında sizleri yorumlarda bekliyor.

acı şeker

loveisnotpop


60ların bublegum poplarından kulaklarımızın aşina olduğu, birazda acı şeker kıvamında bir ses bize hikayelerini anlatıyor.İsveçten gelen bu sesi dinlememek olmaz.

İlk çıkardığı self-titled albümüyle (İsveçte çıkan Look!It's El Perro Del Mar ve El Perro Del Mar, bir şarkı dışında teknik olarak aynı albüm) bize kendini tanıtan bayan Sarah, bildik twee yapıyordu; şaşırtmadı şarkıları ama özellikle God Knows ile sevdirdi kendisini.Sonraki albümü, From The Valley to the Stars iyiydi, ama ilk albümün o büyüleyici havası yoktu onda.
Bu yeni mini albümünde ise prodüktör koltuğunda oturan Rasmus Hägg'ın etkisiyle elektronik cenahla bir kaynaşma söz konusu, ama bu müziğin hala twee olduğu gerçeğini değiştirmez.Aslında bu albümü daha düzgün bir biçimde tanımlamak gerekirse, ilk albüm bir rüya ise, bu albümde uyandıktan sonraki pazar sabahı mahmurluğu, bir önceki geceden arda kalanları banyoda yüze suyu çarparken hatırlama ve bi sigara yakma...

fala inanma

Tarot_Sport

Bristollı ikili Andrew Hung ve Benjamin John Power, 2004'te Fuck Buttons'ı kurduklarında, 3 sene sonra müthiş bir debut ve debutdan sadece bir sene sonra ise gene müthiş bir albüm daha çıkartmayı planlamışlar mıydı bilmiyorum. Ama ATP Records grubun potansiyelini farketmiş olmalı ki, bastırmışlar hemen imzayı.

İlk albümleri Street Horrrsingdeki noise seviyesini azaltıp daha sade bir sounda kavuşmuşlar bu albümde, diğer bir deyişle noise kendini elektrifiye post-rock şablonuna donüştürmüş.Bu degişim bir grubun daha en erken zamanlarında bile hissedilen, içte mevcut cevherin dışa vurumu olarak dubdan post-rock a seyirten Ez3kiel'in değişimini hatırlattı bana.

Bristol içinse bir parantez açmakta fayda var.Sanatın her kolunda öncü isimler çıkaran bu şehir, özellikle müzikte punk/funktan  duba, oradan yepyeni bir tür yaratıp trip-hopa ve peşine drum'n'basse, oradansa dubstepe uzanan yolda bizlere sunduğu isimler yetmezmiş gibi şimdi birde noisea el attı.İlerde o coğrafyadan çıkacak yeni sesleri heyecanla beklerken, şimdilik Fuck Buttons'ın yeni albümü Tarot Sport'a kulak kabartalım.

minimal avangard piyanoyla bir pazar sabahı - ya da kültür pazarı 2

B000E0W2AC

anouar brahem'in son albümünde birlikte çalıştığı basçı bjorn meyer, aslında nik bartsch'ın ronin projesinde yer alıyor imiş. zürihli avangard pianist nik'in 'zen funk' olarak adlandırdığı işlerinde; yakaladıkları bir temayı temele koyup yakın varyasyonları arasında gezindikleri ve tüm bunları zen olmak için nispeten komplike bir ritmik yapı üzerine inşa ettikleri bir müziği veriyor bize.

B000ZWWRXG


stoa ve holon, emrinize amadedir. loş bir pazar gününde zihninizi açabilir.

rita'nın muazzam gözleri

kimi merhum yazarların evrak-ı metrukesi, hele ki onları pek sevmişsek, külliyatlarını yutarcasına kat etmişsek, çelişkili hisler yaratır bizde: işte, yazarımızın 'yeni', henüz okumadığımız bir kaç satırı daha yayınlanacaktır. artık mektup mu olur, yarım kalmış metin mi; yayıncıların şimdiye dek gözünden kaçmış eski hikayeler mi, başka isimlerle yayınladığı edebi bir detektiflik sonucunda ortaya çıkmış taşlamalar mı; her ne ise, heyecan vericidir. eh, öte yandan da artık bu işin sonuna yaklaştığımızı, artık ondan bir şey okuyamayacağımız yere geldiğimizi duyurur bize 'yeni' metinler. (bunlar benim bilge karasu külliyatının macerasına ilişkin hislerimdi mesela.)

sanatçımız hayattaysa da benzer durumlar var: her yeni yayın yeni bir heyecan; ne ki kötü olma ihtimali de var: yani, yazarımızın en azından bizim nezdimizde ölmesi.

yeni albümlerle ilgili ne diyeceğiz? sabırsızlıkla beklediğimiz, stüdyoya girildiği haberlerini takip edip post-prodüksiyona süre biçtiğimiz vakidir. kimi zaman biri çıkar da müziği bıraktığını ilan eder de kahroluruz, kiminin ise bir türlü bırakmamasından şikayet etmişliğimiz de vardır.


51erGOqTLHL._SS500_


sevdiğimiz, çok sevdiğimiz biri yeni bir albüm kaydetti, sevgili mamaperver terakki fırkası mensupları: anouar brahem, the astounding eyes of rita'da bas klarinette klaus gesing, basta bjorn meyer, darbuka ve bendirde khaled yassine ile çalışmış.

john surman ile yaptıkları thimar'daki havaya benzer bir tonla, renkle karşılaşıyoruz, zira bas klarinetle ud o tonda halvet ediyorlar. ne ki bas bambaşka bir kafada işliyor; dolayısıyla albümün tadı da başka bir yöne doğru kayıyor. thimar'ın her yanından taşan salaş hüzün ve serserilik yok burada: brahem, yeni şarkılarında belki de basın disipliniyle daha ritmik şarkılar yapmış. uzatmamalı: değil mi ki herkesin enver'in uduyla imtihanı kendinedir?

yine de the lover of beirut'un son çeyreğinde tüm saz taifesinin birbiriyle hemhal oluşuna, rita'nın muazzam gözlerinde hepsinin tatlı tatlı eriyişine şehadet etmenin başka hiçbir şeye değişilmeyeceğini belirtmeden geçemeyeceğiz.

etkili etkileşim

00-jimi_tenor_and_tony_allen--inspiration_information_4-(strut043cd)-web-2009-mbs
Finlandiya'lı kankamız Jimi Tenor, daha evvelki mamalarımızdan birine de konu olan duruşunu, bu sefer yanına Afro-Beat, Free Jazz ve Soul'un gelmiş geçmiş en yetili enstrümantalistlerinden olan, eski toprak üstad Tony Allen'ı da alarak kaldığı yerden devam ettiriyor sevgili mamaperverler. Bu denli kabul edilmişliğinin manasını çözemeyip, nedenini bilmediğimiz bir nefretle uzaktan baktığımız müzik gurularından Brian Eno'nun (örnekler kolaylıkla çoğaltılabilir) "belki de yaşayan en iyi davulcu" dediği Tony Allen'ın, Jimi Tenor'un hayli eklektik tarzına katkısı, Joystone albümündeki Kabu Kabu orkestrasının yaptığından kat kat (gani gani, kabu kabu) fazla. 1950 ve 1970'lerin Free Jazz ve bilhassa da Afro Beat'inin modern kayıtlarda işin içine nasıl harmanlanması gerektiği ve işbu harmandan ne harika, ne cool ambiyanslar çıkabildiğinin bir dersi niteliğindeki uzunçalar Inspiration Information, içimize önceden buzu atılmış boş bardağa koyulan herhangi bir likit (lick it) estetiğinde doluveriyor. Tekniğe dikiz : Allen'ın davulu ve diğer vurmalıların bile üflemeliler kadar "önde", tuşlular kadar "zarif" olduğu plağın kaydı esnasında 60'lar ve 70'lerde üretilen mikrofon ve mikserlerin kullanılması küçük ama acıktıran bir ayrıntı. Zaman zaman (melodikliğini kaybetmeden) spoken word'leşen vokaller, genel olarak tam kıvamında ("kıvam"ın rölatifliğine inat) bir sound, sololarda yer yer kaotik ama hiçbir zaman groove'u kaybetmeyen bir estetik. Bundan ötesini arayan mamaseverler de varsa,ki umarız vardır, üzgünüz nefesimiz şimdilik buna yetiyor...
Albümün kayıt aşamasında çekilen şu muhteşem görüntüler ve söylenenler, bize burda ne desek hep bir eksik kalacağını ispatlamış oluyor. Hadi resmi, fotoğrafı filan geçtik; mutluluğun videosunu çekebilir misiniz? Nezaketinize teşekkür ederiz, ama bizim için olanını çekmişler bile...




bir daha şalala!

bandista'yı anmıştık. 'ya basta 2009 ya da mücadeleye devam turu' dediler; başkentten önce yol üzerindeki şehrimizi şereflendirdiler.

bandista_bw

üç yeni ve keskin şarkıdan müteşekkil paşanın başucu şarkıları'nı, zaten dinlemişsinizdir ya, dinlemediyseniz buyrun buradan yakın.

bugünün foucaultcu sloganı e.'den geliyor: nerede harekat, orada barikat!

ısırgan otu çayı

"Yeni fark edilen" için, "sükun içindeki nefes alışverişleri" için , spesifik bir yere uzun dalgın bakışlardan ziyade, "bol slow motion'lı ve blur'lü bakışlar" için, "huzurlu, serin bi hava" için, ne kadar zorlanılsa da bir türlü yapılamayan o "gittiğin yerden ziyade yolculuğun kendisinden" alınan keyifler için, koltuğa kıvrılıp yapılan tüm "dirsek keyifleri" için, miskinlikten ziyade zevkten uzatılan "pazar kahvaltıları" için, "fermuarı kapanmayan tüm botlar" için, aç karnına ama dinçken içilen bir fincan ısırgan otu çayı için...
Huzur
Londra menşeili estetik harikaları The Clientele 6. plağı Bonfires On The Heath'i piyasaya çıkardı. "Kamerayı birkaç yüz, sonra da birkaç bin metre yukarı kaldırdığımızda kadraja giren herkes" için.

Nasıl derler, "A Must Have."

kid loco'nun resmini çizebilir misin?

49053072_6b24d60e1b

Çoğu zaman "mutlu olma hali"nin tarifi Fransız üstad Kid Loco, 2000 senesindeki ilk ve tek ziyaretinden sonra, yine yeni yeniden, misafirimiz oluyor! Tanışmayanlar için fırsat, aşıklarına müjde : Kid Loco 8 Ocak 2010 Cuma gecesini cennete çevirmeye DJ Set'i ile birlikte Tamirane 'ye geliyor...Hani Kid Loco'yu bunca yaşanmışlıktan sonra asıl ismi ile Jean Yves Prieur diye çağırabilecek olmanın mutluluğunu tarif etmek zor...

sayıyla 12 yazıyla oniki

12twelve

1998'den bir yıl önce kayıt ve meşk hayatını bitirdikleri zamana dek 3 albüm kaydetmiş olan jazz-postrock grubu 12twelve ile tanışalım, sondan başlayarak.

son albüm l'univers, davullarının derinliğiyle, gitarının saykedelikliğiyle, saksafonunun serseriliğiyle kimi zaman coltrane'i, kimi zaman tamburada'yı, kimi zaman morphine'i, çoğu zaman da sadece kendini anımsatıyor. özellikle la habitacion de albert'in ikinci yarısına açıla o şahane kulaklar, derim, naçizane.

türlerin kökeni

bonobo_02
Bonobo'lar kendilerini aynada tanıyabilir(felsefe), sesler çıkarabilir(müzik) ve birbirleriyle iletişim kurmak için karmaşık hareketler(dans) yapabilir. Genç şempanzeler oyun oynarken ya da birbirini gıdıkladığında güler. Duygularını çeşitli şekillerde belli ederler. Konuşabilmelerini sağlayacak bir fizyolojiye sahip olmasalar da insanların kullandığı işaret dilinden bazı hareketleri öğrenebilirler, elbette dil bilgisi ve sözcük dizimi olmaksızın. Çeşitli aletleri kullanabilirler; bazıları ince dallardan faydalanarak termit "avlar"; kimisi ağır taşların yardımıyla ceviz kırar ya da dişlerini kullanarak mızrak sivriltir. Her şeyi birbirlerinden öğrenirler. Bu anlamda, değişik şempanze grupları, kendilerine has bir kültüre sahip olurlar.
Bilhassa, 1929 yılında tanımlanmış olan tür Bonobo'lar (Pan Paniscus), yemek paylaşımı ve üreme sorununa çok daha keyifli bir açıdan yaklaşır. Bir grup baskın erkek tarafından idare edilen şempanze topluluklarının yanında bonobolar, cinsel temasın (dişi-erkek, dişi-dişi, erişkin-genç) evrensel sosyal sorun çözücü işlev gördüğü feminist bir hippi kolektifi gibidir. Birden fazla bonobonun merakını cezbeden her şey, çiftleşmeyle son bulur.
Vervet bonobolarının (Chlorocebus aethiops) insanınkine çok benzer bir demlenme alışkanlığı da vardır. St. Kitts adlı Karayip adasındaki maymunlar, barlara gitmekte ve insanların yarıda bıraktıkları içkileri bitirmektedir. Çoğu sosyal içicidir ve arkadaşlarıyla içmeyi tercih eder. Alkolü meyve suyuyla karıştırmayı tercih ederler ve asla yemekten önce içmezler.
cover
Tüm bu benzerliklere rağmen insanlarla maymunlar arasında dağlar kadar fark var, bu farkı ancak hayal gücümüzle kapatabiliriz. İşte o arada kalan hayalgücü kısmı içinse Londra'lı Simon Green'e (a.k.a Bonobo) bağlanmayı sürdürüyoruz. Bonobo 2010 yılında raflardaki yerini alması beklenen yeni uzunçalarından ilk EP The Keeper 'ı , Andrea Triana'nın dehşetengiz vokaliyle beraber, ortalarda bir yerlere "deney muzu" gibi bırakıveriyor. Bize de ne yapmak düşüyor?

the big picture

gagarin_yuri1
Hayat boyunca ismi, cismi (görüntüsü) ne zaman geçse bilinçaltı ile karışık bir rüya sosu içeren baskın bir gülümseme ile hatırlanan bazı "kahraman"lar olması, çocukça olduğu kadar da insancıl birşey değil mi? Peki bir adamı ,tüm hayatını bir kenara bırakıp, yaşadığı sadece "bir an" için bu raddeye getirme hususunda Yuri Alekseyevich Gagarin 'den (Ю́рий Алексе́евич Гага́рин) daha kudretli kim olabilir? Uçsuz bucaksız, geniş Moskova caddelerinde görünen her "şey" gibi (yollar, binalar, mimari akımlara göndermeli ayrıntılar, sokak sanatı püskürmeleri ve tabi ki heykeller) insan hafsalasını zorlayan "ölçek" meselesinin bütün karakteristiğini yansıtan o devasa heykeli ilk gördüğüm andan beri, bu zat-ı muhteremin kulunuzdaki derin etkisi gün geçtikçe artar, artar...
07_4yuri_gagarin
Gezegenden geçtiğimiz sene aniden ayrılan Esbjörn Svensson'u, grubu ile birlikte 1999 senesinde, gezegenin görüp görebileceği en yaratıcı isimlerden birine sahip şarkısı "From Gagarin's Point Of View" ve şarkı ile aynı adı taşıyan albümün kaydı esnasında da Yuri'yi böyle bir yerlere koyduğunu farz ediyoruz. Esbjörn ile Ankara'da tanışmamızdan ve bu muhabetten ölesiye zevklendikten sadece 3 sene sonra gezegenden ayrılmasına mı üzülelim, albümü adadığı Gagarin'in bir "resmi" hepimizden önce mi gördüğüne gülümseyelim bilemiyorum ki...




devendra kısa düştü diyenlere...

Devendra-Banhart-Poster


baby ep'sini sevenlere, "daha, daha!" diyenlere. devendra banhart sizi, bizi kırmıyor, ilişkiler tarihinin en gıcık sorusunu sora sora geliyor: what will we be