balina nasıl balina oldu?

"Tanrı'nın evinin arkasında küçücük bir bahçe varmış. Tanrı bu bahçede kendisi için havuç, soğan, fasulye gibi şeyler yetiştirirmiş. Minicik, güzel bir yermiş burası. Sebzeler sıra sıra, düzenli bir şekilde ekili; bahçe, yabancı hayvanlar girmesin diye, derli toplu bir tahta perde ile çevriliymiş. Tanrı çok memnunmuş bahçesinden.
Bir gün havuçların bulunduğu yerde ayrıkotlarını temizlerken havuç sıralarının arasında tuhaf bir şey görmüş. Kapkara bir şeymiş bu. Boyu da iki-üç santim ya var ya yokmuş. Bir ucundan toprağa kök salmış bir şey.
"Çok tuhaf," demiş Tanrı kendi kendine "Hiç buna benzer bir şey görmemiştim şimdiye kadar. Acaba büyüyünce ne olacak?"
Böyle diyerek ona dokunmaktan vazgeçmiş.
Ertesi gün, bahçede çalışırken, birden o ufacık parlak şeyi hatırlamış. Gidip bakmış, bir de ne görsün? Sabaha kadar bir gün öncesine göre boyu iki kat uzamış. Beş santimlik, parlak siyah bir yumurtaya benzer bir şey olmuş.
Tanrı her gün gidip bakıyor, o da her gün biraz daha büyüyormuş. Aslında, her sabah, bir önceki güne göre boyu iki kat uzuyormuş.
Boyu bir buçuk metreyi bulunca, Tanrı, "Artık çok büyüdü." demiş. "Onu koparıp pişireyim."
Ama bir gün daha bırakmış bahçede.
Ertesi gün üç metre olmuş o garip bitki. Bu durumuyla Tanrı'nın tencerelerinden hiçbirine sığamazmış.
Tanrı durup başını kaşımaya başlamış. Bu haliyle bile bir sürü havucu eziyormuş. Eğer aynı hızla büyümeye devam ederse kısa bir süre sonra Tanrı'nın evini itip yerle bir etmesi bile beklenebilirmiş.
Birden Tanrı bu ne olduğu belli olmayan şeye bakarken, o da gözünü açıp Tanrı'ya bakmaz mı?
Tanrı çok şaşırmış.
Göz oldukça küçük ve yuvarlakmış. Kökten en uzak ve çok kalın olan öbür uçtaymış. Tanrı yaratığın çevresinde dolanmış. Öbür yanda da bir göz varmış ve o göz de Tanrı'ya bakıyormuş.
"Vay! Vay! Vay!" demiş Tanrı. "Günaydın!"
Göz bir açılıp bir kapanmış, gözün altındaki dümdüz parlak deri parçası hafifçe kırışmış, yaratık gülüyor gibiymiş. Ama görünürde bir ağız olmadığı için Tanrı yaratığın gülüp gülmediğini anlayamamış.
Ertesi gün Tanrı erkenden uyanıp bahçesine çıkmış.
Düşündüğü gibi bir de bakmış ki, küçük gözlü siyah sebzesi bir gecede bir kat daha uzamış. Başıyla bahçenin tahta bahçesini itmiş, yola taşmış; başı yolun üzerinde, bir gözü yere bir gözü göğe bakıyor, sırtı da mutfağın duvarına yaslanıyormuş.
Tanrı başına doğru yürüyüp yaratığın gözünün içine bakmış.
Sert bir sesle, "Çok da büyük bir şeysin," demiş. "Rica ederim, evim yıkılmadan şu büyümeni durdur."
Tanrı'nın şaşkın bakışları arasında yaratık ağzını açmış. Gözlerin biraz aşağısında baştan başa ince uzun bir yarık varmış.
"Durduramam..." demiş ağız.
Tanrı bu söze verecek karşılık bulamamış. En sonunda, "Peki nasıl bir şeysin sen, bana onu söyleyebilir misin? Nesin, kimsin,haberin var mı?" diye sormuş.
"Ben," demiş yaratık, "Balina-otu'yum. Sen öküz-gözü, katırtırnağı, atkestanesi gibi şeyler duymadın mı? Ben de Balina-otu'yum işte.
Artık Tanrı'nın yapabileceği bir şey yokmuş.
Ertesi sabah Balina-otu yolu baştan başa geçmiş, gövdesinin bir yanı da mutfak duvarını, mutfağın içine doğru çökertmiş. Artık bir otobüsten hem daha uzun, hem de daha genişmiş.
Tanrı bunu görünce, bütün hayvanları bir araya toplamış.
"Tuhaf bir şey var burada," demiş. "Şuna bakın. Ne yapacağız bunu?"
Öbür hayvanlar Balina-otu'nun çevresinde dolanmışlar. Derisi o kadar parlakmış ki, ona bakınca tıpkı aynadaki gibi kendi yüzlerini görebiliyorlarmış.
Devekuşu, "Olduğu gibi bırakalım," demiş. "Nasıl olsa kuruyup gider."
"Ya büyümeye devam ederse?" demiş Tanrı. "Bütün dünyayı kaplayıncaya kadar büyürse? Onun sırtında yaşamak zorunda kalırız. O zaman halimiz ne olur, düşünebiliyor musunuz?"
"Bana kalırsa," demiş Fare, "denize atalım gitsin."
Tanrı düşünmüş. "Olmaz," demiş, "çok sert bir ceza olur onu denize atmak. En iyisi bir-iki gün daha kendi haline bırakalım."
Üçüncü günün sonunda Tanrı'nın evi yerle bir olmuş, Balina-otu'nun boyu da bir sokak boyu kadar uzamış.
"İşte," demiş Fare, "şimdi de bunu denize atmak için çok geç kaldık. Balina-otu yerinden kımıldatılamayacak kadar büyüdü."
Ama Tanrı Balina-otu'nun her yanını iplerle sarıp sarmalamış, sonra da bütün hayvanları onu yerinden oynatmak için yardıma çağırmış.
"Hey!" diye bağırmış Balina-otu. "Rahat bırakın beni."
"Doğru denize," demiş Fare. "Sen de bunu hak ettin doğrusu. Hiç o kadar yer kaplanır mı?"
"Ama ben hayatımdan memnunum!" diye bağırmış Balina-otu yeniden. "Ben burada yatmaktan başka bir şey yapmıyorum ki. Bırakın beni uyuyayım. Ben burada yatıp uyumak için yaratılmışım."


"Doğru denize!" diye bağırmış Fare.
"Yapmayın!" diye bağırmış Balina-otu.
"Doğru denize!" diye bağrışarak iplere asılmış bütün hayvanlar. Yeri göğü sarsan bir inlemeyle Balina-otu'nun kökü topraktan kopmuş. Balina-otu çırpınmaya, kıvranmaya başlamış. Öbür hayvanlar onu büyük bir güçle denize sürüklerlerken Balina-otu'nun kıvranan uzun kuyruğu da evleri, ağaçları yerle bir ediyormuş.
En sonunda çok yüksek bir uçurumun kenarına gelmişler. Büyük bir gürültüyle onu uçurumun kenarından denize yuvarlamışlar.
"İmdat! İmdat!" diye bağırıyormuş Balina-otu. "Boğulacağım! Ne olur karaya çıkmama izin verin de, orada rahatça uyuyayım."
"Boyun kısalmadan olmaz!" diye bağırmış Tanrı.
"Boyun kısalmadan gelemezsin!"
"Peki, ama nasıl küçüleyim?" diye ağlayarak sormuş Balina-otu denizin ortasında bir o yana, bir bu yana sallanarak. "Ne olur, karada yaşayabilmek için nasıl küçülebilirim bana söyler misiniz?"
Tanrı o derin uçurumun kenarından eğilip parmağını Balina-otu'nun başına sokup çıkarmış.
"Ay!" diye bağırmış Balina-otu. "Ne yaptınız, öyle? Bir delik açtınız başımda. Şimdi içime su dolacak o delikten."
"Yo, hayır," demiş Tanrı. "Gövdenin bir bölümü oradan dışarı çıkacak. Şimdi gövdenin bir bölümünü oradan dışarı püskürtmeye başla."
Balina-otu püskürtünce, gövdesi Tanrı'nın açtığı delikten yukarılara kadar fışkırmış.
"Şimdi püskürtmeye devam et," demiş Tanrı. Balina-otu püskürtmüş, püskürtmüş. Biraz sonra epeyce küçülmüş. Küçüldükçe eskiden dümdüz, pırıl pırıl olan derisinde minicik kırışıklıklar meydana gelmiş.
Sonunda Tanrı "Bir hıyar kadar küçülünce, bana seslen. O zaman seni yeniden bahçeme alırım. Ama hıyar boyuna gelene kadar denizde kalacaksın." diyip bütün hayvanlarla birlikte oradan uzaklaşmış. Balina-otu denizde tek başına kalakalmış.
Bir süre sonra Balina-otu bir otobüs kadar küçülmüş. Ama püskürtmek oldukça yorucu bir işmiş, Balina-otu'nun da yorgunluktan uykusu gelmiş. Derin bir soluk alıp uyumak için denizin dibine inmiş. Çünkü en sevdiği şey uyumakmış. Uyandığı zaman öfkeyle kükremiş. Uyuduğu sırada yeniden bir sokak uzunluğunda çift bacalı gemi şişmanlığında bir Balina-otu haline gelmiş.
Çarçabuk suyun yüzüne çıkıp içini püskürtmeye başlamış. Kısa bir süre sonra bir kamyon kadar küçülmüş. Ama biraz sonra uykusu gelmiş. Derin bir soluk alıp denizin dibine inmiş.
Uyandığı zaman gene bir sokak boyu uzamışmış. Bu yıllarca böyle sürmüş. Bugün de sürüp gidiyor.
Balina-otu püskürtmeyle küçülmesine küçülüyor, ama uyudukça da büyüyor. Arada bir çok güçlü olduğu bir gün, kendisini bir otomobil kadar küçülttüğü bile oluyor. Ama, her zaman, hıyar kadar küçülmesine vakit kalmadan aklına uykunun ne tatlı bir şey olduğu geliveriyor. Uyandığı zaman bir de bakıyor ki gene büyümüş.
En çok istediği şey yeniden karaya çıkıp toprağa kök salmak ve güneşin altında uykuya dalmak. Ama bunun için azgın denizlerde dolanıp içini püskürtmek zorunda. Yeniden karaya dönünceye kadar da, öbür canlılar ona yalnızca Balina diyorlar."

aralık ya da ara'lık


Karenin sol alt köşesinde. Ona göre sağ üst. Aralık, köşeden diğerine üç metre, üç adım, üç saniye. Kendine verdiği sozleri yerine getirmeyen bir yirmibeş bu ara'lık. Sızı veren koku buralarda bi yerde, ama bulamıyor. Aklındakini konuşmuyor, konuştuğu aklından geçmiyor. Ölen akasya ağaçlarının kaçıncı mezar ziyaretindeki, kaçıncı kaçma teşebbüsünün veya uzun cümlelerin kafa karıştırıcılığının vazgeçilen hikayesi bu, hatırlamıyorum. Emniyet kemerini takınca, istemsiz dönüp bakan şoförün aklına gelen ilk şey neden güven? Peki ya kulağa fısıldanmış üç santimetre kalınlığındaki kitabın, altı çizili sessiz bir cümlesini, uykudan once kim seçip hatırlatıyor?

15tebir bir


Kafası karışık, sakin, hiddetli, alakasız.
Corto Ramirez - 15tebir bir by corto

küflü göz

qrcode
QR kodlarla ne yapacağınızı biliyorsunuz. 



"ara sıra, son hızla koşarken kendini ikiye bölercesine gerisin geri dönüyor, kendini kovalayan birine saldırır gibi, büyük bir hünerle Arabeskler çiziyor, birden ters yönde hızlanıp, bu gösteriden başları dönmüş çiftin çevresindeki turlarına yeniden başlıyordu."


the myth


Okay Temiz yurt dışı festivallerinde çalmak için gruba bir kemancı arar.Sevda grubunun hepsi batı enstrümanları çalmaktadır,koma sesleri çalan yoktur.Bir arkadaşının vasıtasıyla Bodrum'da çalan kemancı Salih Baysal'ı bulur.

Salih Baysal tipik bir Ege köylüsüdür.Bodrum'da meyhanelerde orda burda,fasıllarda,sokaklarda çalar.Kafayı bulanlar çağırır o gecenin kaçı olursa olsun gider çalar.

Dinlediğimiz zaman Türk sanat müziği,folklor melodileri,makamlar çaldığını görürüz ama makamlar arasında şarkıların hemen her yerinde doğaçlamalar yapabilir.Aslında john Coltrane gibi Miles Davis gibi bebop gibi tınlar onun çalışı! Arşeyi kaldırmaz telden...Kendi tabiriyle 'Arkadaş ben kafayı buluyorum bu seslerle' der...

Sevda grubuyla birlikte İsveç'e giderler.Türkiye'de kemanın arşesini hiç kaldırmadan çaldığı için 'macuncu' diye alay eder müzisyenler ama Avrupa'da ayakta alkışlanır Baysal.Polonya ve Amerika'da ortak çıkan Jazz-Podium Dergisi --Down Beat gibi çok ciddi bir jazz dergisidir- Stephane Grapelli,Jean Luc Ponty,Sven Hasmusson'dan sonra Salih Baysal'ı dünyanın en iyi 4. kemancısı seçer.Karakter olarak da fizik olarak da ince,zayıf ve naif bir insandır.

a farewell to arms

betonun soğukluğu, -35 derece, belirsizlik, eski

Mercato

malihulya




"melankolinin genellikle gereğinden çok ve uygunsuz yemek içmekten ve az hareket etmekten kaynaklandığı yolundaki -klasik- görüş, galenus'ta ağır basmıştır. bunun için de, melankoli eğilimi taşıyanlara uzun bir diyet listesi sunulmuş. bunların başında mide-bağırsak bölgesinde şişkinlik, kaynama yapması olası besi maddelerinin kısıtlanması ya da büsbütün yenmemesi önerilmiştir. bu nedenle de, özellikle, kara safranın ve diğer kara beden özsularının yapımını artırması olası, koyu-kara renkli ve ekşi besi maddelerinin yenmesi ve içilmesi tavsiye edilmemiştir.
...
örneğin melankoliklere ... koyu kırmızı şarap içilmesi salık verilmez. buna karşın ... -zorunlu kalındığı durumlarda- çok su katılmış şarabın içilmesi önerilmiştir.
...
melankolik insanlara ve hastalara müzik dinletilmesi eski bir gelenektir. galenus da bunu çok önemsemiş, bu tür sorunları olanlara ısrarla müzik dinlemelerini salık vermiştir.

antikçağ kültüründe müzik eğitiminin çok özel bir yeri olmuş; müzik, dünyayı ve insanı karmaşadan ve kaostan kurtarıp evrensel harmoniyi kurabilecek tek sanat olarak tanımlanmışır. pythagoras, müziğin, astronomi, geometri, matematik, insanruhu ve evren arasındaki harmoniyi kurabileceğini savunmuştur. platon, dünya ruhunun evrensel harmoniyi içerdiğini, müziğin makrokozmos ve mikrokozmosu en güzel ve en erdemli biçimde birleştirip insanın hakikati anlamasına yardım edebileceğini düşünmüştür.
...
hüzünlü insanlara frigya melodileri, düzene pek uymayan safça insanlara dor müziği dinletilmesi öngörülmüştür. ruhsal huzursuzluk içinde olanlara iyonya tipi müzik dinletilmesi salık verilmiştir."

dr. serol teber, melankoli: normal bir anomali, say yayınları

dört duvar



RA Real Scenes...


Real Scenes: Bristol from Resident Advisor on Vimeo.
Online elektronik müzik dergisi ve etkinlik rehberi Resident Advisor bir süre önce yayınlamaya başladığı "Real Scenes" kısa belgesel serisini severek takip ediyoruz. Her bölüm, elektronik müzik dünyasında ikonik bir yere sahip ayri bir şehri incelemekte ve ilgili şehrin mevcut müzik kültürünü ve bunu yaratan etkenleri kısa bir 'kapsül belgesel' tadında soframıza mama olarak sunmaktadır. Buyrun, ilk üç bölüm olan Bristol, Detroit ve Berlin. Dördüncüyü heyecanla bekliyoruz...

glossolalia

21’lik Abel Tesfaye, erken akşamların nemli, melankolik, karanlık ama şehvetli kokusuna sarı ışıkla katıldı. Bir sıkımlık canı olmadığı kesin, dövüşüyor.

The Weeknd - Initiation by The_Weeknd






"kulak müziğe, gözün resme olduğundan daha uzaktır. bu nedenle o uzaklıktan yanılsamalarını besleyebilen kulağın durumu daha iyidir: kimse aynı anda on orkestrayı dinlemesini beklemez ondan."

paul valery

Dub to Jungle

Dub'ı çocuklarıyla buluşturma turlarından ilki Dub to Dubstep turu olarak yapılmıştı. Channel One Sound yanına RSD, Kromestar, Jazzsteppa ve The Uplifter'ı alıp gezinmişti sağda solda. Geçen mayısta ise bu sefer büyük oğlan jungledaydı sıra. Channel One Sound'a eşlik eden ise Congo Natty idi. Daha fazla uzatmanın manası yok, bu iki ismi anmak yeterli.
Aşağıda Kane FM'in bu tur sırasında hazırladığı belgesel var. Kaçırmayın ve dalın.

kolektif coşku

"...
Bu nedenle, toplu esrime olgusu, sömürgeci Avrupa aklına adım attığı zaman düşmanlık, aşağılama ve korku hisleri ile damgalandı. Grup halinde esrime “ötekilerin” –vahşilerin ya da alt-sınıftan Avrupalıların- deneyimlediği bir şeydi. Hatta kendini bırakma, grubun ritimleri ve duyguları içinde kendini yitirme kapasitesi, “vahşiliğin” ya da genel olarak ötekiliğin tanımlayıcı özelliği olarak, ölümcül bir akıl zayıflığına işaret ediyordu. Avrupalılar esrime ritüelini dehşet içinde izlediklerinden, ziyaret ettikleri (ve süreç içinde çoğu kez yok ettikleri) halklara dair, onların tanrıları ve geleneklerine, kültürleri ve dünya görüşlerine dair çok az şey öğrenmiş olmalılar. Ama kendilerine dair son derece önemli bir şey öğrendiler ya da hayal güçleri yardımıyla inşa ettiler: Batı aklının, özellikle de Batılı eril, üst-sınıf aklın özü, davulların bulaşıcı ritmine direnmesinde, dünyanın baştan çıkarıcı vahşiliğine karşı, kendini bir ego ve rasyonellik kalesinin duvarları ardına kapatabilmesinde saklıydı.
...
Britanyalı antropolog Robin Dunbar, haklı bir üne sahip kitabı Grooming, Gossip, and the Evolution of Language’ta (Tımar, Dedikodu ve Dilin Evrimi) optimal bir paleolitik grubunun 150 kişiden oluştuğunu ileri sürer. Yazar, konuşmanın –kitabın başlığındaki dedikodunun- insanları bu büyüklükte gruplar içinde bir araya getirmeye yardımcı olabileceği tahmininde bulunur. Diğer primatlar örneğindeyse karşılıklı tımarın –bir diğerinin tüylerinin arasındaki böcekleri ya da kir parçacıklarını toplamanın- aynı şeyi yaptığını öne sürer. Fakat her ne kadar kitabın başlığında görülmese de, yazar bu ilk insan gruplarını bir arada tutan şeyin dans olduğunu ileri sürer. Dunbar’a göre konuşmadaki sorun, “onun duygusal düzeyde tamamen yetersiz olmasıdır.”

Tartışma ve rasyonelleştirme yeteneği kazanmamızla birlikte, büyük grubumuzu bir arada tutacak daha primitif bir duygusal mekanizmaya ihtiyaç duyduk. Sözlü tartışmaların soğuk mantığını zararsız hale getirmek için daha derin ve duyusal bir şeye ihtiyaç vardı. Görünüşe bakılırsa, bunun için müziğe ve fiziksel dokunuşa ihtiyaç duyuyorduk.


Gerçekte, yazar dilin danslı ritüelin hizmetinde olduğunu, “onların kendiliğindenliğini biçimlendirmenin” ve onlara “metafizik ya da dinsel bir anlam” vermenin bir yolu olduğunu düşünür. Tarihöncesi resimlerde dans eden yüzlerce figürün bulunduğunu, ama hiçbir kaya çiziminde açıkça konuşma ile meşgul olan çubuk figürlerin resmedilmediğini de unutmamalı.

Dunbar, grup dansının –özellikle sıra ve halka oluşturarak yapılan grup dansının- katılımcılarını Turner’in yirminci yüzyıldaki yerli ritüellerinde karşılaştığı türden communitas’lar içinde birleştirdiğini, insan topluluklarını eşitlediğini ve birbirine bağladığını öne süren tek kişi değil. İlginçtir, Yunancada “yasa” anlamına gelen nomos sözcüğü müzik bağlamında “melodi” anlamına gelir. Dans vasıtasıyla müziğe bedensel olarak teslim olmak, toplulukla, paylaşılan mitin ya da ortak geleneğin başarabileceğinden daha derin bir şekilde birleşmek demektir. Müziğe ya da şarkı söyleyen seslere göre eşzamanlı hareket ederken, bir grubu bölebilecek ufak tefek çekişmeler ve farklılıklar, kişinin bir dansçı olarak becerisinin değerlendirildiği zararsız bir rekabete dönüştürülür ya da unutulur. “Dans”, bir nörobilimcinin ifade ettiği gibi, “grup teşekkülünün biyoteknolojisidir.”

Dolayısıyla, dans boyunca bir arada kalabilen gruplar-ve bu grupların içindeki bireyler-, daha zayıf bağlarla bir arada duran gruplar ve bireyler üzerinde evrimsel bir avantaja sahip olacaklardı: topraklarına sokulan ya da başka şekillerde kendilerini tehdit eden hayvanlar ya da düşmanlık güden insanlar karşısında daha iyi bir toplu savunma oluşturabilme avantajı. Diğer hiçbir tür bunu yapmak için kafa yormamıştı. Kuşlar öterek işaret verir; ateşböcekleri eşzamanlı olarak yanıp sönebilirler; şempanzeler bazen ortalıkta birlikte tepinir ve etolojistlerin “karnaval” diye tanımladığı şekilde kollarını sallarlar. Eğer müziği yaratıp onunla eşzamanlı hareket edebilen başka hayvanlar varsa, bu yeteneklerini insanlardan saklamakta çok başarılılar demektir. Freud’un hayal etmeyi başaramadığı türden bir sevgiye, ya da en azından, insanları iki kişiden daha büyük gruplar halinde bir arada tutan yakınlığa yatkınlığı olanlar yalnızca bizleriz.
...
Gerçekte, ritmik müzikten keyif almaya eğilimliyiz ve başkalarını dans ederken izlerken, kendimizi dansın içine atacak kadar uyarılabiliriz. Yerli ya da tutsak halkların ritüellerini gözlemleyen bazı Batılıların söylediği gibi, dans etmek bulaşıcıdır; insanlar kendi beden hareketlerini başkalarınınkilerle eşzamanlı kılmak için güçlü bir istek duyarlar. İşitsel ya da görsel olarak duyulabilen ya da kasların ritme verdiği yanıtla ilişkili içsel bir duygudan kaynaklanabilen bu uyarıcı, bir psikiyatristin araştırma özetinde söylemiş olduğu gibi, “insanlarda beynin korkteks bölgesinin kontrolündeki ritimleri çalıştırabilir ve sonunda, son derece haz verici, tarifsiz bir deneyim yaşatabilir.” "

kaldırıma düşen suret




Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.

Ölüler çırılçıplak birleşecek tek bir gövdede

Yeldeki ve batı ayındaki adamla;

Kemikleri ayıklanınca ve yitince arı kemikler

Yıldızlar olacak dirseklerinde ve ayaklarında;

Delirseler de uslu olacaklardır her zaman

Batsalar da denize doğacaklardır yeni baştan;

Sevenleri kaybolsa da sonrasız yaşayacaktır sevgi;

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün


Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.

Kıvrımları altında denizin

Yatacaklar upuzun ölmeksizin yelcene;

Kıvranıp işkence aletleri üstünde

Adaleleri çözülünceye dek

Kayışla bağlasalar tekerleğe ezilmeyecekler

Avuçlarında ikiye bölünecek inanç,

Tek boynuzlu canavarlar yönetecek onları

Yıpratamayacakları her şeyi o paramparça kıracak;

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.


Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.

Martılar ağlamayacak artık kulaklarına

Dalgalar kırılmayacak gürültülerle deniz kıyılarında;

Bir mayıs çiçeği soldu mu hiçbir çiçek

Başkaldırmayacak vuruşlarına yağmurun;

Çılgın ve ölü olsalar da çiviler gibi,

Başları çekiç gibi vuracak papatyalara,

Güneş batıncaya dek güneşte kırılacaklar,

Ve artık hükmü kalmayacak ölümün.


Dylan Thomas.




hissi kablel vuku

"düş gören bir insan, düşünde bir şey yapmak ister, hareket eder, tepki gösterir, konuşur, ama eninde sonunda etkisi altına alamayacağı bir hikayenin seyrine boyun eğer. düş onun başına gelen bir şeydir. sonradan bu düşü başkasının yorumlamasını isteyebilir. ama bazen de düş gören insan kendi kendini uyandırarak gördüğü düşe son vermeye çalışır."


kadın, sarı ışıklı geniş bir caddede, heidi gibi saçlarını savurarak koştururken, arkasından “tren geliyor, kenara çekil!” diye bağıran adama güvenmeyip, önüne biraz geç -zaman algısı göreceli tabi- baktı. tren farları yüzünü ısıttığında “bu kadar mıydı?” hayal kırıklığıyla sadece derin bir nefes alabildi. ani çarpan tren, tertemiz bir beyaz yaydı gözünün önüne, bir de gerçek bir kan tadı. rüyadan uyanınca ne fenaydı. kaza olmuştu da kurtulmuştu sanki. hatta ne iyi hissetmişti yaşadığı için.
halbuki doğanın kadına kendini derhal koruması için verdiği o önsezi yeteneği, ne olur iki kere iki dört etmesin!'e de amin dedirtmişti. 

git gel, git.



"Baykuşlar tam bir sessizlik içinde avlanır. Bütün vücudu yumuşak ve ince tüylerle kaplıdır. Tüyler, uçuş sırasında tabii bir susturucudur. Uçuş esnasında kanatlarının “pırpır” sesi duyulmaz. İri gözleri, başlarının yanında değil önündedir. Aşırı büyüklükteki gözleri, göz oyuğunda hareket edemez. Araba farı gibi yuvalarında sabittir. Ama baykuş boynunu 270 derecelik alan içinde rahatça çevirerek çevresini kontrol edebilir. İnsanın sadece bir ışık parıltısını fark ettiği yerde baykuş buradaki cismi bütün teferruatı ile görür. Hassas kulaklarıyla, gecenin sessizliğinde uçan pervanenin kanat sesini veya bir tohumun çiğnenişini, hatta tam sessizlikte düşen iğnenin sesini bile işitebilirler. Baykuşların ilginç özelliklerinden biri de kulaklarının perdeli oluşudur. İstedikleri zaman açar, istediklerinde kaparlar. Dinlenme halinde ve yavaş uçuşlarında kulak perdesini açar, hızlı uçuşlarında ise kaparlar."


Baykuş, tarihte akıl, bilgelik ve koruyuculuğu temsil etmiştir. Ama konumuz o değil..

güz

güz, hayatımıza, çok önceden derinde verilmiş ama bir türlü zihinde belirmemiş bir karar gibi; sezdirmeden birikmiş, kuvvetlenmiş, ancak bu kuvvet marifetiyle, hacmi bir eşiği aşınca tebarüz eden bir his gibi, bir sıvı gibi giriverdi. hararetle, bunaltıyla gövdemizi dünyaya tüküren yataklar müşfik ve kucaklayıcı bir sığınak haline geldi.

güz, içerinindir. güz, içeridedir.



artık, iğdelerin dallarda kuruduğu, sabah fırtınalarının ve dahi gitgide koyu bir turuncuya kesen gün doğumunun geceki hissiyatı sürdürmekte direttiği terk edilmiş sayfiyelerin hayalini kurma vakti. sokakların değil, evin vakti. funk'ın değil, folk'un vakti. elbette minör akorlarla yazılmış gitar şarkılarının vakti. sabah sabah böyle şeyleri sayıklama vakti. ada'nın, ada'nın tekinsiz sükunetinin vakti. ada sakinlerinin.

ada'dan, crouch end'den bombay bicycle club, bir kez daha, bu kez flaw ile huzurlarınızda.

git gide, daha da...



my god

all the eyes are downwards/all your fumble words are spent/paying no attention/to the thoughts of your dear friend

no point louder/the sound of my power/sink in deeper/further each hour/my god

when our flower's fading/when our stem begins to fold/I will take off quietly/like a bird that flees the cold

no point louder/the sound of my power/sink in deeper/further each hour/my god

bir nefeslik rüzgar


Imam Baildi live in Athens - Flybeeyond Festival... FlyBEEyond

Albümün geneli, birine benzettiğiniz vefakat arkası dönük olduğu ve üzerine şanssız bir gölge vurduğu için tam çıkaramadığınız biri gibi. Ama bazen üç buçuk dakikalık bir şarkı, hiç de beklenmedik bir anda, iyi bir benzetmenin hakkını ziyadesiyle veriyor. Yunan topluluk Imam Baildi, iyi bir dost ile hasbıhalden hatırlanan bir laf gibi, masadakiler için değil masanın bizatihi kendisi için iyi giyinip süsleniyor ve birçoklarına sahte gelen bu tavrı tüm albüm boyunca sürdürüyor. Naçiz mama yazarınız da sırf yukarıdaki estetik için tüm albümü emrinize sunuyor. Siz yine de birine benzetmişsiniz gibi yapabilirsiniz tabi...Biliyorum, ters bi açıydı.


Conatus


Mevsim dönümlerine denk gelen farenjit hezeyanları, eski mevsimin gidişini mi yoksa yenisinin gelişini mi müjdeler bilinmez. Farenjit, ne kadar estetize edilmeye çalışılsa da bir türlü oldurulamayan o Pazar durağanlığının artık rahatsızlık vermeyen kronik sızısı olarak da tanımlanabilir pek tabi. Mevsim dön-ümü, ne tarafa döndüğünüze göre-celi...



İnsan sesinin, arada sırada da olsa, onun icat ettiği tüm enstrümanlara nazaran daha "belirleyici" olduğu zamanlar oluyor. Tıpkı Rus asıllı Amerikalı şarkıcı Zola Jesus'ın (Nika Roza Danilova) tavrında olduğu gibi. Prodüktör Alex DeGroot ile birlikte kaydettikleri üçüncü uzunçalar "Conatus" insan sesinin, tüm farklı tavırlarıyla, sesi çıkmayan birine nasıl belirleyici olabildiğinin kanıtı gibi. Kararında tutturulmuş electro bir altyapı ile birleşen insan (Adem manasında) tavrının estetiği, ne Pazar sızısı ne de farenjit sızısı dinler; değil mi?

düalité'ye "çifte" gidiyoruz

Bir önceki mamada bahsini ettiğimiz iki ayrı koldan (ama tek bir yoldan) ilerlemenin estetiği, teknik olarak "stereo" mevzusunu aklımıza getirmişti. Tekniği anladık hafız da, ya ruh n'olcak? derseniz...Haklısınız.

Farklı kollardan aynı emele gitmenin tezahürlerinden biri olarak da bu cover/remix hadisesini düşünebilir miyiz? Her daim düstur edinmekten bıkmadığımız, lakin mama takipçilerinin okumaktan bıktığı "iyi cover/remix, şarkının orjinalinde var olan vefakat görünmeyeni uncover edendir" lafı ile paralel olarak bir lafımız daha var: "İyi cover/remix, şarkının orjinalinin eninde sonunda varacağı yere, ondan bambaşka bir güzergah izleyerek (bazen kestirmeden hatta) gidendir."


Uzun müddettir, punk tavırlı çatallı vokali ve harikulade bir distorsiyona sahip, hayli çekici gitar sound'u ile sessiz takdirlerimizi toplayan Jack White'ın, Detroit'li birkaç yoldaşı ile beraber kurduğu cool topluluk The Raconteurs, düalite'ye gönderme yaparak "bang bang" diye iki kere haykırıyor...


Nihayetinde, ister "Bang! Bang!" desin, ister "Dan! Dan!", gidilen yer aynı: İki "Dom! Dom!" kurşun yarası!

kusur - eksiklik, sınırlama - yok etme


"Ceset, kokmuş ettir. Güzel, ya peynir ne? Sütün cesedi. Durmadan içeriye girip çıkanlar. Her hastanın sayısız iyileştiricisi var. Kahvaltıdan sonra akıl verenler, öğle yemeğinden sonra akıl verenler. Kente eşlik edenler, bir mağazaya eşlik edenler, ormana eşlik edenler ve her gün burada oturan ve kazak ören sayısız iyileştirici. Sayısız ipek, pamuklu ve yünlü kazak örülüyor. Karışık iplikle, renkli motiflerle yapılanları da var. Kimbilir ne zaman ve hangi amaçla giyilecekler.

Klinikte beş ya da on yıl geçirenler, mutfak ya da bahçede çalışmaya hak kazanıyorlar.
Geldim. Doğru bahçeye koştum. Ağzıma üç yaprak verildi, zehirlendiğimi sandım. Akşamın yaklaştığının farkına varamadım. Sayısız parçalara bölünüşümü, benimle birlikte dünyanın da parçalanışını anımsıyorum. Her şey koyu kahverengi. Benim sayısız parçam, dünyanın ve evrenin sayısız parçası, dönen hareketlerle yeniden bütünleşti. Birinin, bir insanın böyle bir şeyi ancak bir kez yaşayabileceğini söylediğini anımsıyorum. Çok acı vericiymiş. Ben, kendimi parçalarımla birlikte bir ocağın içinde yeniden buldum. Geçmişti. Hangi zamandaydım? Kaç yaşındaydım? Yaşanmış yıllara geri mi dönmüştüm?
Ben bendim. Zaman yaşanmış zamandı. Birkaç yaşanmış gün de eklenmişti bu zamana. Kemerle bağlanmıştım. Acılarım vardı, kendi kendimi kemere bağlı olarak iyileştirmek zorundaydım. Yanıma yaklaşan herkesi düşmanım olarak görüyordum..."



iki olsun!


Düalite, Türkçe’de “ikilik”, “ikilem”, “ikileme”, “ikili denge” gibi çeşitli biçimlerde kullanılmakta olup, doğadaki, evrendeki karşıtlık ve birbirini tamamlayıcılık ilkesini ifade eden genel bir terimdir.

Okultizm ve ezoterizm literatüründe esas olarak, sayısal sembollerden iki rakamının içerdiği anlamlarla ilgili olarak kullanılır. Genellikle, birlik-çokluk, ruh-madde, bilinçli-bilinçsiz, tesir eden-tesir edilen, şekil veren-şekil alan, aktiflik-pasiflik, Gök-Yer, spiritüel alem-fiziksel alem, ışık-karanlık, ak-kara, hayır-şer, iyi-kötü, vicdan-nefsaniyet, özgecilik-bencillik, müsbet-menfi, saflık-kirlilik, iç-dış, yüksek olan-alçak olan, pozitif güçler-negatif güçler, soğuk-sıcak, eril-dişil, doğum-ölüm, yükseliş-iniş, mikrokozmos-makrokozmos vb. gibi bir tür karşıtlık ve birbirini bütünleyicilik gösteren iki şeyi, iki gücü, iki varlığı, iki unsuru ifade etmede kullanılır.

Düalite sembolünün tradisyonlarda genellikle, hayır ile şer, iyi ile kötü, vicdan ile nefsaniyet, özgecilik ile bencillik, olumlu ile olumsuz unsurlarının bulunduğu fiziksel ortamı, yani varlığın ruhsal gelişim göstermek üzere bulunduğu tezahür ortamlarını (üç boyutlu alemi) ifade etmek üzere kullanıldığı görülmektedir.

Ezoterizme göre düalitenin olmadığı hal tradisyonlarda çoğunlukla androjenlik (erkek veya dişi olmayış), cennet veya hakikat ağacı’nın meyvesinin henüz yenilmemiş olması sembolizmiyle ifade edilir. Düalitenin henüz mevcut olmadığı hal, varlığın erkek veya dişi bedenine sahip olmadığı ve iyilik ile kötülük gibi ikili denge unsurlarının bulunduğu fiziksel ortamda henüz doğmamış olduğunu, düalitenin aşılmış olması sembolüyle ise varlığın artık ıstırabın sözkonusu olduğu, ikili denge unsurunun bulunduğu dünyalarda doğmasına gerek kalmamış olduğu hali ifade eder ki, “büyük kurtuluş” denilen bu hedef nirvana ve mokşaterimleriyle ifade edilen “küçük kurtuluş” hedefinden daha ileri bir hedefi ifade eder.

Bu hedef,Okültizm’de rebis sembolüyle, kimi tradisyonlarda androjen hale gelme veya “ilahlarla özdeş olma” vs. gibi sembolizmlerle ifade edilir. Eski Mısır bilgeliğinde bu konu şöyle ifade edilir: “İlahlar ikiliği bir etmiş insanlardır. İnsanlar ise birliği bilmek için ikiliği yaşayan henüz çocuk ilahlardır.

The Roots, Kanye West, Jay Z, Outkast, Lupe Fiasco, Lauryn Hill, Alicia Keys gibi mühim isimlerle işbirliği yapmış multi-enstrümantalist R&B ve neo soul müzisyeni John Legend'ın şaheseri Stereo şarkısının klibine kadar geçen o karanlık asırlar kadar uzun girizgahı okuma sabrı gösteren mamaperverlere, söz konusu şaheserin de için de olduğu 2006 tarihli uzunçalar "Once Again" (albümün adı bile düalite!) armağan olsun.

Düalite meselesini yukarıdaki gotik paragraflardan sonra, bir de bir kavram olarak stereo ile özdeş düşünmek gerek öyle değil mi? E madem insanlar birliği bilmek için evvela ikiliği yaşayan küçük ilahlar (ve iki kulakları var), naçizane yazarınızın aklına bu "ikiliğe" stereo'dan başlamaktan daha iyi bir yol gelmiyor. Düalitenin de tıpkı stereo gibi bir simetri hissinden çok, ayrı kollardan yürüyen vefakat sadece bir diğerinin de yürüdüğü bilindiği sürece o yolun anlamlı olduğu varoluşlar olarak görmek (duymak) en iyisi...Simetri değil, düalite. anı ve değer.

sadede gel sadede

"Hikayeye göre Fars kralı Şah Şehriyar "Hindistan ile Çin" arasındaki bir adada hüküm sürer (eserin daha sonraki biçimlerinde bunun yerine Şehriyar'ın Hint ve Çin'de egemenlik sürdüğü yazar). Şehriyar karısının kendisini aldattığını öğrenir ve öfkelenir, tüm kadınların sadakatsiz, nankör olduğuna inanmaya başlar. Önce karısını öldürtür, sonra da vezirine her gece kendisine yeni bir hanım bulmasını emreder. Her gece yeni bir gelin alan Şehriyar, geceyi hanımıyla geçirdikten sonra tan vakti hanımını idam ettirir. Bir süre bu böyle devam eder. Vezirin akıllı kızı Şehrazad bu kötü gidişata son vermek için bir plan kurar ve Şehriyar'ın bir sonraki eşi olmaya aday olur. Evlendikleri geceden başlayarak, kardeşi Dünyazad'ın hikaye dinlemeden uyuyamadığını söyler ver her gece Dünyazad'ın da yardımıyla çok güzel ve heyecanlı hikayeler anlatmaya başlar ama tam şafak vakti geldiğinde, hikayenin en heyecanlı yerinde, hikayeyi anlatmayı keser. Hikayenin sonunu merak eden Şehriyar, Şehrazad'ın hikayeye ertesi gece devam edebilmesi için, o gecelik Şehrazad'ın idamını erteler. Her gece bir önceki masalın devamını anlatıp yeni bir hikayeye başlar ve yine tam tan vakti hikayenin en heyecanlı yerinde anlatmayı bırakır. Kitabın sonuna kadar yer alan hikayeler, Şehrazad'ın Şehriyar'a anlattığı hikayelerdir. Sona gelindiğinde, Şehrazad üç erkek çocuğu doğurmuştur ve evliliklerinden uzunca bir süre geçmiştir. Kralın kadınlara olan öfkesi ve kötü düşünceleri dinmiş, Şehrazad'ın sadakatine inanmıştır."

vesaire (bla-bla)...vesaire (bla-bla)... sadede gelelim:


Electro'nun yeni dünyanın batı yakasından çıkan örneklerini dinledikçe, daha evvel "el iquaa" kolektifi için tahayyül ettiğimiz durumu görebiliyoruz. Arap Baharı, sadece karanlık odalarda önünü görmeye çalışan bedroom dj'lerini değil, dans pistlerine kendilerini atan birbirinden "skinny" dimağları da hedef seçiyor tabi ki. Los Angeles'li electro(punk) ikilisi Rainbow Arabia, kulak verenin kuşağına dolanmakta gecikmiyor.

atatürk'ün sevmediği şarkılar


'bugün, işte, şu üç müziğin karşısındayız. doğu müziği, batı müziği, halk müziği. acaba, bunlardan hangisi bizim için millidir? doğu müziğinin hem hasta, hem de milli olmadığını gördük, halk müziği milli kültürümüzün, batı müziği de yeni medeniyetimizin müzikleri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. o halde, milli müziğimiz, memleketimizdeki halk müziğiyle batı müziğinin kaynaşmasından doğacaktır. halk müziğimiz bize birçok melodiler vermiştir. bunları toplar ve batı müziği formlarına göre “armonize” edersek hem milli, hem de avrupalı bir müziğe sahip oluruz. işte türkçülüğün müzik alanındaki programı esas itibarıyla bundan ibaret olup bundan ötesi milli müzikçilerimize aittir.'

ziya gökalp, 'milli müzik', türkçülüğün esasları içinde, 1923

'arkadaşlar! güzel sanatların hepsinde, ulus gençliğinin ne türlü ilerletilmesini istediğinizi bilirim. bu yapılmaktadır, ancak bunda en çabuk, en önde götürülmesi gerekli olan türk musikisidir. (alkışlar). bir ulusun yeni değişikliğinde ölçü, musikide değişikliği alabilmesi ve kavrayabilmesidir. bugün dinletilmeye çalışılan musiki yüz ağartacak değerde olmaktan uzaktır. bunu açıkça bilmeliyiz. (bravo sesleri, alkışlar). ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir gün önce genel son musiki kurallarına göre işlemek gerektir. ancak bu şekilde türk ulusal musikisi yükselebilir ve evrensel musiki içinde yerini alabilir. kültür işleri bakanlığı'nın buna değerince özen vermesini, kamunun da bunda ona yardımcı olmasını dilerim.'

gazi mustafa kemal atatürk, 1 kasım 1934, meclis açılış konuşması

'dahiliye vekaleti bugün büyük millet meclisi'nde gazi hazretlerinin alaturka musiki hakkındaki irşadlarından ilham alarak bu akşamdan itibaren radyo programlarından alaturka musikinin tamamen kaldırılmasını ve yalnızca garp tekniğine vakıf sanatkarlar tarafından çalınmasını alakadarlara bildirmiştir.'

2 kasım 1934, anadolu ajansı

aktaran: tolga tüzün, 'atatürk'ün sevmediği şarkılar', altüst dergisi, sayı 3, eylül 2011

Charlene Soraia

Fink'le birlikte tura cikan, ve ilk EP'sinin tanitimini yapan Charlene Soraia Ep'ye de adini veren "When We Were Five" parcasi ile aklimizi basimizdan aliyor!

Charlene Soraia - 'When We Were Five' from Tactful Cactus on Vimeo.



The Making of When We Were Five from Charlene Soraia on Vimeo.

yaz geçer

akşam serinliği öğleden sonralara, gece ayazı sabahlara sarktı. kılık kıyafette bir kalınlaşma, uzama hasıl oldu. ayak parmaklarımız sandaletlerin içinde kıvrılır, kendi içine bükülür oldu kimi saatlerde. şehir doldu: boş daire pencerelerinde sabit gözbebekleri gibi bakaduran kiralık ilanları teker teker iniyor, yerlerine de, ağır ağır, rengarenk öğrenci perdeleri.

halbuki bu yazdan umudumuz vardı: derinliksiz ve eğlenceli bir yaz mı olsun, yoksa derinlikli ve durgun mu, diye sorup durmuş, ikisini de becerememiştik.



alman tekno ve acid trance ikilisi hardfloor'un da damn phreak noize phunk mahlasıyla taaa 99'da yayınladıkları electric crate digger, tam da tüm yazı geçirmek istediğimiz chill-out kafasına funky bir fon oluşturmaktaymış meğer. biraz geç kaldık ya, olsun, bari kapanışını bu yazın, yapıverelim şununla.


ada'da göçmen 11 kaplan gücündedir!



litvanya'dan ada'ya göçmüş prodüktör eleven tigers, clouds are mountains'da burial'ın sorduğu sorulara, frozen wheel'le, flux'la, with a little patience'la, stableface'le, sakin bir tilmiz edasıyla cevap veriyor. hepimiz, diz çöktüğümüz dergahın önünde, şehri ağır ağır silikleştiren karanlık bir yağmur altında, sigara içip bekleşiyoruz. kulaklarımızda ayrı headphone'larda nedense aynı şarkı, asenkron da olsa çalıp duruyor. içeriden bir ses litvanyalı'nın sınavı geçtiğini belli belirsiz duyuruyor. sisten, sevinemiyoruz bile.

Detour London



Londra'daki mamaseverlere duyrulur!

The Questionmark nam mekanda bu cuma kulaklarınıza mama, dertlerinize deva dağıtılacaktır.

kundaklanacağız demiştik


4/4'lük minimal (hatta click-house vs...) ritimler iyi güzel de, yine de tekno ve house müziğin ekseriyetinin eksikliğini hissettiği o çapı, o"derinlik" hissini her alternatif başka şekilde doldurmaya çabalamakta. Dub-Tech (dümtek'a düm-tek) ve dubstep, işi (yer yer reggae'ya kadar savurarak) iyicene yer altına çekedursun, onu çok daha estetik ve hayli havalı podyumlara çıkartanlar da var tabi...Örneğin göz bebeğimiz electro, bu açığı (açıyı) sert distorsiyonlar, uyumsuz-aksak ritim ve melodi geçişleri, yer yer kullanılan electroclash kalıntısı (cyber)punk vokaller ve belki de kökleri breakbeat günlerine kadar uzanan zekice kurgulanmış kompozisyonlarla tamamlıyor.


Kariyerine başladığından beri uğruna düzmediğimiz methiye kalmayan Tiga, o kıvamı tam tutmuş electro'suna, Zombie Nation'ı da dahil ediyor ve ortaya bir büyük deva çıkıyor: ZZT!

Tiga, kundaklamaya devam ediyor!

vodka evi

Kulak maması yazarlarından sevgili alibaba'nın bir öğle vakti molotov kokteyli gibi kulağımıza atıp kaçtığı Slavaki seti, kuzeydeki hayatın çekiciliğini, tam da unuttuğumuz bir anda hatırlatmasıyla gönlümüzü aldı götürdü. Moskova'daki Solyanka Club'da kaydedilen set, tüm kömünist şirinlere geliyor ve biz de tüm şirinliğimizle, alibaba'nın gıyabında, kuzeydeki hal ve vaziyete düşük bpm'li house dalgalarıyla asılıyoruz.

her şeyden biraz mı?


Özellikle son bir iki yıldır çok sağlam adamlarla arkadaşlıklar kurduğunu ve bu arkadaşlıkların tasvibinde gecikmediğimizi bildiğiniz Four Tet, bu sefer meşhurluğu su götürmez Fabric serilerine bir yenisini ekledi. Seneler evvel kabiliyetinden sual etmediğimiz bir DJ yoldaşımızın (The Marxist Clubber geyiğini unutmak ne mümkün!) iddia ettiği "iyi prodüktörden iyi DJ olmuyor be ya" lafına şüpheyle yaklaşmamızı sağlayan çok az evlattan biri olan Four Tet'in bu "her şey dahil" toplamasına dikkat kesilmekte fayda var. Diyeceksiniz ki ne faydası dokunur? Göz altlarına iyi geliyormuş diyolla.

french do it better (?)

bir işi tamamına erdirmenin mütemmim cüzü, en baştan ona bir sınır koymak galiba. güneşin altındaki her şeyi temsil etmek mümkün olsaydı, bunu sadece güneşin altındaki her şeyin bizzat kendisi yapabilirdi, ona da temsil denmezdi, değil mi? bunu borges'in "imparatorluğun haritası"ndan beridir biliyoruz. temsilin sırrı, asla hacminde ve kapsama gücünde değil, rastgeleliğini muhafaza eden gönderme ve andırma tasarrufunda aranmalı.

tüm müzik aletlerini çalmak, kaydetmek, bir araya getirmek de mümkün değil, elbet. her parçanın zamansal bir sınırı olduğu gibi ses katmanlarının hacmi ve örtüşme mekanizması anlamında bir sınırı var. ancak bu sınırla mümkün oluyor müzik denen herze. neyse ki burada senelerdir ardı ardına dizilen külliyatın pek çoğunda eda edildiği üzere kayıt teknolojileri alabildiğine geniş bir evrenin ıssız kıyıları da dahil olmak üzere mümkün mertebe referansa müsaade eden bir gereç verdi gelişkin primatların eline. yine de sınır mühim. en güzel sınır da işi yapacak olanın kendine koyduğu sınır. bir dostumuzun bir zamanlar not ettiği gibi, aynı loop'u yirmidört saat dinleyebiliriz, hatta bir kaç adım ileri gidip tek bir sesi eğip bükerek koca bir yapı inşa edebiliriz artık.

belki en iyi yaptıkları işleri saymaya kalksak ilk sıralarda yer almayacaktır ya, fransızların hip hop'u bulanık ve sisli parıltısıyla efsaneleşmiş halde. sömürgecilik tarihinden, yoksul ve asi banliyölerden beslenen sadece felsefe, edebiyat ve sinema olacak değil ya!


set cars on fire (french tradition), atypyk tasarımı mum.


afrika'da ve kenar mahallelerde avare ve yüksek kafalarla dolaşıp şehrin göbeğine dönünce, pek çok başka şeyin yanında, o bulanık ve sisli parıltının karnından beslenmiş bir kaç serseri turntablist'in bir araya gelmesiyle hayatımıza neş'e katan birdy nam nam'la karşılaşıyoruz. çeteyle aynı adı taşıyan ilk albümlerinde kendilerine koydukları sınır, her sesin turntable'dan çıkması olmuş. turntable da turntablemış ha! ne sadalar yükselmiş oradan! sada paketlerine verdikleri adlar da arkadaşların şehrengiz sergüzeştlerine dair ipuçlarını veriyor: 'manual for succesful rioting'le gündüz vakti şehri birbirine katıp 'too much skunk tonight'la fazla kaçırdığımız cilanın kafamızdaki sisini dağıtmaya uğraşıyoruz.

tabii ki fransızlar bu işi iyi daha beceriyorlar, ama her şeyin de bir sınırı var, değil mi canım!


evet!




“Darısı başına”lardan arta kalan yüzlerce altın rengi tel tokaya, siyah şişelere ve onların fırlattığı mantarlara bakar vaziyette, “darısı”nın anlamından çok ayakkabıların dibine -özensizce- çıkarılıp, ayakların uzatıldığı koltuğa oturttuğum hayal kırıklıklarıma hafiiiiifçe kadeh kaldırırken, cümlelerimi müzik setinin ağzına tıktığım bir cd ile kısa kesebileceğim, gürültüsüz günleri hayal ettim de, aptal saat sesi olmasın, tatlı bir davul girişi yeter.



"Aşıkların boşa çıkarmak istediği, tıpkı kendilerinden öncekilerin çıkardığı bu sona eriştir işte!"

dün yağmur yağacak

“tür devamı için” aşık olan jenerasyonun ortaya çıkardığı “tür”, sitem ihtiyacını sessizce karşılamayı öğrendi.  parçanın orijinalindeki sözleri avaz avaz söyleyecek takati -artık- olmayanlara benden bir kadeh eski şarap.



aldırma kuşum


Gidilen yerden ziyade gidişatın ve rotanın bizatihi kendisinin mühim olduğunu söyleyen klişe, bitmek bilmeyen uzun yollarda avuç içindeki bir cihazdan gezegendeki yerinizi takip ederken bir kez daha akla geliyor. Hemen her şeyi kapatıp sadece gerçek zamanlı, (tabiri hiç caiz değil, sanal zamanlar mı vardı?) yeşil bir navigasyon oku ile romantik bir biçimde bir olmak, haritanın kervan geçmez bir yerini gösterirken devasa bir yeşil oka dönüşme hissi vermiyor mu? Veriyor tabi ki. Tek fark, hangi araca binip ne tarafa bakarsak bakalım, aracın her koltuğunda aynı büyük yeşil oklar görünmesi. Medeniyet, iletişim demek değil ulaşım demek.


Active Child, arp ile mütemadi bir harp içinde olan beat'leri avucunun içinde bir ettiği albümü "You Are All I See" ile gördüğümüzü sandığımız şeyin aslında bir gece yolculuğu mahmurluğu mamülü olduğunu müjdeliyor. Arp, hatırlattığı tüm o sükunet ile nasıl bir beat ile harp halinde olabilir ki zaten? Herkesle iyi geçinir kuşlar.


Bir başka klişe: Genelde müziğin, son asırda da özelde elektronik müziğin matematikle bağlantısı meselesi. Yere ve zamana göre bu bağlantı, yermek veya övmek için kullanılıyor. Artık kulak maması kısa cümleler kuruyor. Peki matematiği anladık da, müziğin fizik bilimi ile bağlantısı ne olacak? Terk edilen diyarlardaki bir mecliste "vallahi benim bildiğim tek California'lı Dave Mustaine galiba ya..." cümlesi ile başlayan 1 G'lik yer çekimi kuvveti, grubun debut albümünün ses sınırlarının ötesine geçerek, kuvveti birkaç G'ye çıkarması ile sonlanıyor. Hani dedik ya, gidilen yerden ziyade gitme eyleminin kendisi daha mühim diye, peki gidiş hızı n'olcak birader? Kol kırılacak yen içinde mi kalacak? Yoksa sadece birkaç ezik ve morlukla mı atlatılacak? Sanırız medeniyetin geldiği nokta, hareket halindeki modern ulaşım araçlarının içinde dergi okuyan, kahve içen veya müzik dinleyen "yolcu"ların, içinde bulundukları aracın hızının dehşetengiz şiddetinden haberdar olmama oranları ile ölçülüyor. Kol kırılsa yine iyi.


1989 yılında Nintendo şirketinden Kristian Wilson bilgisayar oyunlarının insanları çok fazla etkilemeyeceğini düşündüğünü söyledi ve ekledi: "Örneğin Pac-Man oyunumuz insanları bu denli etki altında bıraksaydı, hepimiz karanlık dehlizlerde sihirli haplar yutarak dolaşırken, sürekli tekrar eden elektronik müzikler dinleyen tipler olurduk."

Aldırma kuşum, tevatür hepsi :)

sufle veren kadın


"... ağzımdan öyle bir hikaye döküldü ki, uyandırdığı tek şey merhamet oldu."
"gök, usun geçici yokluğundan yararlanmasını bilir."

yüzesin var mı?




yaz mevsimine dair kalem oynattık burada daha evvel. yaza ait zannedilen renklerden, ritmlerden ve hissiyattan her yaz tekrar bahsetmek lüzumsuz olduğu kadar kaçınılmaz. zira yazın insan biraz da nisyan ile malul. bu unutuş, bu akıl tutulması, bu sıcak bal içinde yüzen beynin dibe inerken çıkardığı lokurtular.. işte: her yaz aynı hal-i pür melal.

1997'de, yani yazdan ibaret hayatımızın hakiki kışla tanıştığı sene, mark sandman ve büzükteşleri, 3 kişinin müzikte yapabileceği neredeyse en iyi şeyi yaptılar ve dünyaya like swimming albümünü hediye ettiler. albümle aynı adı taşıyan şarkı belli ki günün şu saati yapmaya can attığımız eylemden değil, daha geç saatlerde girişilebilecek başka bir şeyden bahsediyor. kendi kulağımızca dinlemek, sıcaktan pelteleşmiş beynimizle kendimizce anlamak için bir daha, bir daha çalıyoruz.

ayaklar bass, bass'lar ayak oldu.




yıldızlarla haşır neşir




Gözlerim gözünde aşkı seçmiyor
Onlardan kalbime sevda geçmiyor
Ben yordum ruhumu biraz da sen yor
Çünkü bence şimdi herkes gibisin
Yolunu beklerken daha dün gece
Kaçıyorum bugün senden gizlice
Kalbime baktım da işte iyice
Anladım ki sen de herkes gibisin
Büsbütün unuttum seni eminim
Maziye karıştı şimdi yeminim
Kalbimde senin için yok bile kinim
Bence sen de şimdi herkes gibisin

yer çekimi


Money is time, time is a currency

You and I both know who you're spending yours on
You were the one, you cried for infinity
But you can't have it all, no, you can't have it all

Do I chose to be weighed down by gravity
To these thoughts that I own?
Oh, I don't like this feeling of jealousy
Yeah, it's not what I want

I love a girl who loves synchronicity
Stimulated by nothing more than the meaning of life
She's all around, she's like electricity
And I can't have her all, no, no, I can't have her all

Do I choose to be weighed down by gravity
To these thoughts that I own?
Oh, I don't like this feeling of jealousy
Yeah, it's not what I want

She refused to be weighed down by gravity
And now she's soldiering on
She confided that love, it is an energy
She's passing it on


babylon, your throne shall fall

"I know that I & I is like a tree, plant by the river of water, and not even the dog that piss against the wall of Babylon shall escape this judgment. For I & I know that all of the youth shall witness the day that Babylon shall fall!" diyor Rockers filminde Horsemouth. 
Babil yikilana kadar, tahti sallamaya devam mamaseverler.

Dub Selection #3 by corto

parçalar bir bir düşerken

Burialdan farklı olarak, kendine değişik bir saklanma yöntemi belirlemiş olan Zomby(önce gelecem çalacam diyip son anda iptal etme veya iptal bile etmeyip haber vermeden hiç gitmeme) promoterlar arasında kötü bir şöhrete sahip. Ama bu kötü şöhret, adamın dubstep, post-dubstep, bass music, vs her ne olarak adlandırmak isterseniz o tarzın en iyilerinden biri olmasını engelleyemiyor. 2008’de çıkardığı ilk LPsi bildik, genel müzik tarzı çerçevesinde değildi. Adından da anlaşılabileceği gibi (Where Were U In ’92) saf bir hardcore güzellemesiydi. Bu albüme bakıp, adam 'hardcore'a gönül vermiş sade o tarz şarkılar yapıyor, plaklar çıkarıyor sanılmasın. Tek derdi, şu an tutkunu olduğumuz bass müzik türevlerinin bir kökünün yattığı 90ların başındaki hardcore’a ve ravelere selam çakmaktan başka bir şey değildi.


Zomby, bu ilk albümünün peşisıra değişik labellardan çıkan plaklarıyla, soundunun farklılığı, arpeggiolarla dolu, wonky hissiyatlı yapılarıyla iyice artık kendini kabul ettirmiş, hatta bi blogda wonky üzerine bir makale yazılırken Hyperdub’dan çıkan EPsinde yer alan Kaliko isimli parçasına derinlemesine inceleme bile yapılmıştı. Zomby ve bizim için bu dönemin zirvesi, Ramp Recordings'ten çıkan 'One Foot Ahead Of The Other' isimli EPydi. Bu EPden sonra, uzun süre bir daha sesini duyamadık, ta ki yeni albümünden örnekler nete düşüp, 'Natalia’s Song’u dinleyene kadar.

İlk izlenimim, tamam hala hardcore hissiyatı mevcut, soundunu geliştirmiş, Burial tarzı urban dream kafasına çok yaklaşmış ama dahası olmalı. Evet, çok iyi şarkı ama ortalık zaten tek düze, ne idüğü belirsiz, zeka pırıltısı içermeyen synthler ve baslarla dolu dubstepten ve bass musicten geçilmezken, umudumuz olan son birkaç prodüktorden biri olan Zomby'nin merakla beklenen yeni albümü, hep bu havada olsaydi büyük hayal kırıklığı yaşayacaktim. Neyseki Zomby cevabı yapıştırmakta gecikmedi. Önce Noah Lennox aka Panda Bear ortaklığıyla kotardığı 'Things Fall Apart' ve albümün kalanı, sevdiğim Zomby soundunun daha da gelişmiş daha da oturmuş, daha farklı ses deneylerine de girişmiş bir şekilde ama hala yerli yerinde olduğunu gösterdi.

Son olarak, eğer Jan Marcin Szancer, Fransız yeni dalgası yönetmenlerden birisi olsaydı ve bir film çekseydi sonucun nasıl olacağı hakkında bir fikrim yok, ama soundtrackini elimde tutuyorum.