antony, yeniden...



daha önceki bir yazıda belirttiğimiz gibi, antony kulağımıza cocorosie'nin beautiful boyz'unda çalınmıştı: şarkının jean genetvari anlatısının cinsiyetler arası bir entonasyonla (ve e.'ye göre 'keçi vibratosuyla') dile gelmesi, bizi derinden etkilemişti. sonra, sağolsun p.ciğim, I am a bird now'u dayadı: işte sputnik'in,

"Mama’nın amcasının albümün çıkış tarihinden takriben 1 yıl sonraki bir buluşmamıza, kulağında 'What Can I Do' ile gelirkenki surat ifadesini hatırlar, o ifadeyi bir arttırırız. Her gidene hediye."

diye anlattığı anektod o günlere denk düşmektedir. bir süredir döne döne grupla aynı adı taşıyan ilk albümü, özellikle de twilight'ı, atrocities'i, hitler in my heart'ı, river of sorrow'u dinleyip duruyoruz.




nedense, müthiş kapak fotoğrafıyla the crying light'a musallat olmamışız. birazdan bizimki inecek. siz de buyrun.

çoğaltarak ilerlemeliyiz


Mazisi turntablism'den de öteye varan "sampling", 1970'lerin başlarında bu "pikapçılar"dan sonra yavaş yavaş bir tarzdan ziyade bir tavır halini almaya başladı sanatta. Olur olmaz şeyleri üst üste bindirmekten ziyade, neyi neyin içine, nasıl yoğurduğun önem ve değer kazanmaya başladı. Bilhassa da o tarihlerdeki Birleşik Devletler kuzeydoğu yakası şehirlerinin arka sokaklarında. Tıpkı jazz'ın 30'lu, 40'lı ve 50'li yıllar boyunca önce İngiltere'ye, ordan da kıta avrupasına sirayet ederken olumlu olumsuz evrilmesi gibi, sampling ve beat-making'de aynı vaziyetlerden geçti. Öyle ki, bilhassa Birleşik Krallık'taki ehil prodüktörler, işin membağındaki DJ'leri keşfedip onları Londra'nın karanlık kulüplerine çekmeye başladılar bile 2000'ler boyunca. Atlantik'in bizden yanına son geçenlerden biri Washington D.C. menşeili Damu The Fudgemunk. 2010 yılından itibaren harika groove'larını Londra'dan yayınlayacak olan DJ'i, dört gözle beklediğimiz yeni EP'si Kilawatt V1'dan evvel 2008 tarihli toplaması Spare Time ile ağırlıyor, tanışmamızın şerefine bahçe partisinde köfte-ekmek-bira'lanırken muhabbeti koyultuyoruz.




dans eden davullar

...Annem hep Eva'nın gösteriş budalası, geveze bir kadın olduğunu söylerdi, ben de Eva'yı biraz komik buluyordum, ama yaşı otuzun üzerinde olup da konuşabildiğim tek insandı. Çok sakin ya da hep hevesle bir şeyler bekler gibi bir hali vardı. En azından çevremizdeki mutsuz yaşayan ölüler gibi duygularına zırh takmıyordu. Rolling Stones'un ilk albümübü seviyordu. The Third Ear Band'e deli oluyordu. Odanın ortasında Isadora Duncan dansları yaptı, ardından bana Isadora Duncan'ın kim olduğunu ve neden eşarp takmayı sevdiğini anlattı. Eva, Cream'in son konserine de gitmişti. Charlie okulun spor sahasında sınıflara girmeden evvel bize annesinin en son çılgınlığını anlatmıştı : Kız arkadaşıyla ona yatakta pastırmalı yumurta götürmüş, sevişmelerinin nasıl geçtiğini sormuştu.

Babamı Writer's Circle'a götürmek için bize uğradığında ilk iş odama çıkıp Marc Bolan posterlerime bakardı. "Neler okuyorsun? Yeni kitaplarını göster bana çabuk!" derdi. Bir keresinde de, "Kerouac'ta ne buluyorsun allahaşkına, zavallı bakirin teki? Truman Capote'un onun için söylediklerini biliyor musun?"
"Hayır."
"Buna yazmak denmez, olsa olsa daktiloculuk!" demiş...

Varoşların Buda'sı, Hanif Kureishi (Can Yayınları, 2001)

Asian Underground akımının en koca taşlarından olan Badmarsh&Shri plağı Dancing Drums, 10. yaşını doldurmuş lakin, kulaklarımızdan hiç düşmemiş. 90'ların sonunda janrın edebi kısmını kafama dizen Hanif Kureishi ile beraber albümün yapımcıları Badmarsh ve Shri'ye binlerce selam, drum'n'bass'e aralıksız devam!

günlerin getirdiği - ya da, la folie du jour

son bir-iki günde dinlediğim biri birine benzemez yepisyeni albümleri ardarda dizerken, en uygun başlığın bu olacağı kanaatine vardım.



norah jones, her zamanki tatlılığını hafif 'bitter' bir lezzetle harmanladığı the fall adlı bir albüm çıkardı. piyanonun kestirmeciliği, ritmsazların dandunluğu, gitarların çıplaklığı ve basların açıksözlülüğünden müteşekkil bu 'bitter'lığın ilhamı nereden peki? şarkıları dinleyen kulaklarımız ve albüm kapağındaki fotoğrafta duvarkağıdıyla şapkaya takılan gözlerimiz bizi yanıltmadı: tom waits. zira, resmi web sitesinde baba da bundan bahsediyor:

The singer Norah Jones appeared on NPR’s Morning Edition today discussing her new album. In the interview, Jones cites Tom Waits and his groundbreaking record “Mule Variations” as such a favorite that she looked at the liner notes to find its engineer, Jacquire King, who she then used to produce her new album. They even play and then discuss Waits’ song “Cold Water.”

bu arada, yakın zamanda sevgili dostumuz a.u.nun da animasyon ekibinde bulunduğu where the wild things are adlı filmin ('being john malkovich'in, adaptation'un ve bir çok videonun da) yönetmeni olan efsanevi spike jonze'un kardeşi [ne isim tamlaması oldu bea] sam spiegel (a.k.a. squeak e. clean), ze gonzales ile bir araya gelip n.a.s.a. (north america south america) diye bir hiphop projesine girişmişler. peki bu, bizi, neden ilgilendiriyor? çünkü spacious thoughts adlı parçada tom waits'i konuk etmişler. nasıl da uymuş ama! videonun prodüksiyonu da cabası...



peki, tom waits, bir taraftan tatlı kız çocuklarının eni konu olgunlaşmalarına ilham olur, bir taraftan hiphopçu serserileri kendi mekanlarında ziyaret ederken, kendi hesabına neyliyor? hepimizi biraz daha olgunlaştıracak olan, glitter and doom turnesinin çift cd'den oluşan kayıtlarını yayınlıyor! 2008 yazında çıktığı ve bir türlü bizim mahalleye uğramadığı turunda seslendirdiği şarkıların hepsinin tadı ayrı, canlı dinlerken. ne ki dublin'de eda edilen trampled rose tom waits'in ulumalarıyla daha da görkemli hale geliyor; ve edinburgh'daki green grass, sözlerine yakışan bir hüzünle, bir hesaplaşma mırıldanmasına, geç kaldığı pek belli bir veda mektubun kıraatına dönüşüyor. ikinci cd'de, tom waits'in gösterilerini daha da teatral kılan muhabbetler kaydedilmiş. meraklısı için bulunmaz ganimet.





bir başka ganimet olan a silver mount zion'un born into trouble as the sparks fly upward başlıklı albümünü, genel atmosferine cuk oturacak biçimde, ruhumuzun daraldığı, sızgınlığımızın şiddetlendiği zamanlara katık etmiştik a, vic chesnutt'tan haberdar değildik. bu hüzünlü olduğu kadar karakterli abimiz de grupla birlikte şahane bir albüm kaydetmiş: at the cut. hayli karanlık albümde özellikle coward'a ve granny'ye dikkat.





"sükunet iyi, güzel de, bu karanlık... biraz fazla değil mi, kuzum?" diyenlerdenseniz, sizi arms and sleepers'ın matador'una davet edeceğiz. portiskafayı, belki de daha çok radyokafayı iyice dinlemiş insanlar olduğuna kanaat getirdiğimiz ikili, ince dokunuşlarla bezedikleri bir yapının üstüne kayıtsız kalınamayacak derinlikte melodiler gömmüşler.




güzel bir kadınla açtığımız pazar sabahı mamasını, başka bir güzel kadınla kapatalım: concha buika, el ultimo trago'yla bizi bir vedaya daha davet ediyor. eh, fazla söze gerek yok; davete icabet ediyoruz. iyi pazarlar!

printempo



skalpel'den sonra polonya'dan ikinci bir bomba. printempo, aynı adlı debut'uyla istişareye ve infilaka hazır!

Jarvik Kalbi


Dubstep ve techno füzyonu daha 2000lerin başlarında, dubstep janr olarak ortaya çıktığından beridir yapılıyor.Hardcoreu, jungleı, dubı, reggaeyi, technoyu belleğine yedirmiş inanların 140 bpmde ve bass hakimiyetinde yaptıkları bu müzikte zaten bu füzyonun olması kaçınılmaz bir sonuçtu.
Bir şey var ki, havasından mıdır suyundan mıdır, bu işi en iyi becerenler nedense hep Bristoldan çıkıyor.Rooted Records ve Punch Drunk Records'un sahibi Tom Ford aka Peverelist bu Bristollianların önde gelen isimlerinden.Daha evvel çıkardığı 12"lerle dubstep sahnesinde her yaptığı merakla beklenen prodüktörler listesine adını silinmeyecek şekilde yazdırmıştı.30 Kasımda ise ilk uzun çalarını çıkarıyor, Jarvik Mindsate.
Jarvik ilk yapay kalbi yapan doktorun soyadı, zaten teknoloji ve insan entegrasyonu hakkında düşüncelere dalmışken yaptığı bu şarkıları topladığı albümüne daha iyi bir isim seçemezdi bay Ford.

beck is back!




beck'in kendini bozduğunu ağzımızdan kaçırmamız iyi olmamış. o sözlerimize sanki nazire yapar gibi şair babanın şarkılarını çala söyleye geri döndü, beck. yanına devendra banhart'ı, brian lebarton'u, little joy'un lokumu binki shapiro'yu, mgmt'yi almış. brooklyn'de bir bir tuhafiye dükkanı gibi, değil mi? cohen'e kendi hallerinde bir saygı duruşunda bulunmuşlar. pek hoş. hadi bunu da beğenmeyin bakalım :)

lokumun tazesi 70'lerden


1970'li yıllar hakkında söylenebilecek şeyleri buraya sığdırmakta, şu klavyeye basmakta o kadar yetersiziz ki..
Bu mamaya konu olan plak Bosporus Bridges garpta underground da olsa 60'lar ve 70'ler boyunca altın çağını yaşayan soul ve funk'ın yine o tarihlerde İstanbul'daki tezahürü. Bu tezahür tıpkı 2000'lerin sonlarındaki dubstep'in grime'ın batıyla benzer zamanlarda yeraltında üç beş kişiye sirayet etmesini (o tarihlerdeki iletişim olanaklarının kısıtlılığı bir tarafa) anımsatıyor. Durul Gence'ler, Erkut Taçkın'lar, Erol Pekcan'lar, Erkin Koray'lar, Okay Temiz'ler ve hepsinden de ötesi Ferdi Özbeğen'ler (kendisini hiç bu kadar cool, bu kadar groovy görmemiştik) o senelerde batıdaki underground kulüplerde ne dönüyorsa köprüden bu tarafa geçirmişler; kah altyapı imitasyonunun üzerine yeni söz ekleştirmişler, kah mehter marşını "tam kıvamında" groove'laştırıp tiye almışlar. 1968 ila 1978 arasını kapsayan bu toplama plak, istisnasız tüm mamacılara birşeyler anlatacak. Ahşap bavulunun üzerine oturup 1970 ila 1973 arası süren inşaası sırasında, boğaziçi köprüsünün şantiyesinde çalışmaya gelen işçilerden birinin hissettikleri gibi. Başka diyarlarda bunların alalarının olduğunun farkında ama, görüntü de pek ala be...Istanbul'un groove'u üzerinden 30-40 sene geçse de hala boğazın sularında.

ayın solduğu yer




"rita'nın muazzam gözleri"nden bakışlarını esirgemeyen sevgili dostumuz melonie mercurie'nin haklı isteğini, biraz gecikmeyle de olsa, yerine getiriyoruz; ıraklı udi naseer shamma'nın 1999'da fransa'da kaydettiği the moon fades adlı albümü, mama'nın bir kenarına özenle yerleştiriyoruz.



naseer, farabi'nin 9. yüzyıldaki elyazmalarından yola çıkarak sekiz telli bir ud üretmiş; meğer onu çalar dururmuş. tekniği, hayli modern gibi duyuluyor, gitar performansı gibi tınlıyor.

ud müziği, kimi istisnai örnekler dışında, bağlamaya benzer biçimde, katmanlı olmaktan ziyade hayli lineer bir yapı içinde seyrediyor. çok seslilikten bu denli uzakken yine de hatrı sayılır bir derinliğe vakfolmasının nedenini, aletin sesindeki karakterde aramak lazım; bir de çalanın ruh derinliğinde, herhalde. her nasıl olursa olsun, dipte bir yerlerle bu kadar tatlı bir temas sağlaması, udu mühim bir enstrüman, giderek tinsel bir protez, ruhun en birinci uzantısı haline getiriyor.

tüm kabuslarım sana

Mama'nın amcalarından biri ile en büyük ortak paydalarımızdan olan kişisel tarihimizi musiki kayıtları üzerinden tutmanın nelere mal olacağı üzerine daha yüzlerce yıl istişarede kalabilirm lakin; bir musiki albümünü başka bir yapıtla ya da- daha açık olalım- başka bir duyu ile algıladığımız bir "uyarıcı" ile özdeşleştirmek ne ola? Biri varsa illa ki diğerinin de olma gerekliliğinin saplantıya dönüştüğü ve bu saplantının rüyalara kabuslara kadar sirayet ettiği, sizi bilemem ama, bizim için gayet olağan (don't panic, take it easy, calm down, behave yourself) durumlardan artık.

Kabus demişken, tüm karabasanlarımızın çok özel detektifi, mükemmel aşık ama kronik bir depresif ve iflah olmaz merdümgiriz, Oidipus kompleksinden, Peter Pan sendromundan, uykusuzluktan ve (hayli ironik olarak) karabasanlardan muzdarip Dylan Dog'dan bahsetmeden geçmek olmaz. Olamaz. Dedik ya Dylan çok "özel" bir özel detektiftir. Tüm ecinnileri yakalamak için para alır lakin aslında onlara had safhada hayrandır. Zira Dylan'ın yayınlandığı süre boyunca maceralarında "öldürdüğü" ecinni sayısı hayli azdır. Katlettiklerini sıralamak gerekirse : 16 zombinin dokuzunu tabancayla, dördünü tüfekle, birini okla, birini asitle, birini tabanca kabzasıyla yok etmiştir: Lağımda yaşayanından bitkisel ve organik olanına değin farklı türlerde sekiz canavar, toplam altı erkek ve kadın vampir, üç büyücü ve cadı, üç katil robot ve bilgisayar, iki manken ve kukla, iki hayalet; iki gulyabani; bir golem, bir mumya ve bir kurt babaane çıkar ortaya.

Tüm bunlara rağmen eğer bir Dylan müşterisiyseniz maceranın sonuna canlı ulaşamama ya da suçlunun bizzat kendiniz olduğunu keşfetme olasılığınız çok yüksektir. Belki de neredeyse tüm hikayelerinin sürpriz sonunda son birkaç karede bizi bekleyen asıl "gulyabani", kapağı kapattıktan sonra parmaklarımızı hala hikayenin olduğu sayfalarda gezinmesini sağlayandır.
Vaziyeti etraflıca betimlemekten ziyade, Dylan'ın eski alkoliklerden olduğunu da ilk sayılardan beri bildiğimizi söyleyerek gevezeliği seyreltelim. Hatta alkolizm onda ve (hali hazırda sarsıntılara açık) psikolojisinde derin izler bırakmış; bir dönem dibe vurmasına, duvarlarda örümcek, hamamböceği ve kelebek sanrıları görmesine, kalbini ve beynini delirium tremens'e (titremeli sayıklamalar) teslim etmesine neden olmuştur.

Başa dönelim, belirli bir müziği başka bir uyarıcı ile bütünleştirmek dedik, karabasanlar dedik, Dylan Dog dedik, kelebek dedik!
2003 yılında grubu dağıtıp tek tabanca kalan 3D, hem kişisel tarihimizde bizi en titreten uzunçaları 100th Window 'u çıkarttı; hem de Dylan Dog'un tüm külliyatına soundtrack oldu. Daha n'olsun sorarım!




Tanrı bir Astro-nohut

Uzun bir aradan sonra yeniden  katılmanın keyfini bir mesai bitimi sigarası yakarak kutluyorum.

Tanrının ne kadar adaletsiz olduğu, Fransa İrlanda maçında tartışıla dursun.

Gagarin hepimizin müzik ilahı olsun. (Bu arada Metin, Ali, Feyyaz  koysun :))

 



 



 



 



 



 



 



 



 



 



 



İrlanda'dan özel bir grup, God is an Astrounaut.

 



 



 

midas'ın maması

Kral Midas. Ankara civarında kurulmuş olan Frigya'nın, M.Ö. 738 - M.Ö. 696 yılları arasında Gordion olarak bilinen kentte yaşamış efsanevi kralı.


Yapılan bilimsel çalışmalarda, Midas'ın ana karnında bir hastalığa yakalandığı ve kulak kanalları asimetrik olarak doğduğu anlaşılmıştır. Asimetrik kulak yapısı nadir görülen bir hastalık şeklidir. Önden veya arkadan bakıldığı zaman bir kulağın diğerinden çok daha yukarıda veya aşağıda olduğu görülür. Çirkin bir görünüm oluşturan bu hastalık Midas'ın kafatasında belirgin izler de bırakmıştır. Halkından utanan Midas'ın sürekli olarak başına geçirdiği bir "serpuş"la gezdiği, kulaklarını hiçbir zaman göremeyen halkının ise, krallarının kulakları hakkında yorum yaparak, göremedikleri kulakları eşek kulağına benzeterek kralları hakkında dedikodu yaptıkları düşüncesi kuvvet kazanmıştır.

Lakin asimetrik de olsa "kulak" mamasının ilgisini çeken özelliği bu kralın "kulak"larından ziyade, dokunduğu herşeyi altına çevirdiğine dair rivayet oldu. Bunu yapmaya hala devam ediyor ki kralımız; ta Londra'lardan Hyperdub etiketli King Midas Sound uzunçaları Waiting For You şirketin genel çizgisinin 5. yıllarında artık nasıl da bir nevi olgunlaştığını , mağrurlaştığını gözümüze gözümüze sokar gibi. Altın değerinde bir Trip Hop, derin spoken word'ler, 24 ayar bir sound, daha evvel Kode 9'ların, Burial'ların geçtiği sokaktan usulca yürüyüp köşeyi dönüyor...

"zinc" dedi, çıktı evden


Drum'n'Bass 'in hala mücevherler yumurtlamaya devam ettiği 2000'lerin başlarından kalma bir dost; artık gündüzleri plak dükkanlarında kafasında kulaklıklarla plak tırmalarken değil, geceleri bir saatte kapıyı vurup çıkmalarıyla tanınmaya başlamış. Şehrin sokaklarının, "street art"larının, "güneş tepedeyken underground olanlar"ının aralarından çıkıp, geceleri arka sokaklardaki karanlık dans pistlerinde gözlerini yumanların adamı olmuş. Biz onu daha hala The Fugees şaheseri "Ready Or Not" a yaptığı dehşet remixle hatırlarken, o nerelere gitmiş, kimleri görmüş, DJ Zinc yeni EP 'si Crack House 'da sıcağı sıcağına biiir bir anlatmış...

EP demek de haksızlık olur, plak tamı tamına 10 parçadan bir başka deyişle 55 dakikadan oluşmakta; düpedüz bir albüm bu. Ha "tamam tıraşı kes, bu iş bize ne anlattı son kertede?" derseniz, 1990'lar boyunca ve 2000'li yılların başlarında had safhada etkin olan tüm drum'n'bass prodüktörlerinin 2000'lerin sonlarına geldikçe dümenlerini illa da dub'a, dubstep'e kırmadıklarını; orijinleriyle ilk bakışta pek örtüşmeyen bu evrimin de gayet estetik sonuçlar verebileceğini okudum. Gerçi bu "alternatif evrim"in bir sağlam örneğini de taaa 2002 senesinde büyük üstad Photek, dümeni minimal house-deep house semalarına kırarak "Solaris" adlı plağında da gerçekleştirmişti amma, varsın o da başka bir mamanın konusu olsun. Naçizane. Bakalım siz ne diyeceksiniz.

Charles Mingus -Cumbia & Jazz Fusion

cherles-mingus

Dün Gramafoncu Ali'ye plak bakmaya gitmek için at pazarının o katır deviren yokuşunu çıkarken, Rus plakları arasında Charles Mingus'la karşılaşmayı hiç beklemiyordum.Pikapta Abdullah Yüce 'Hiç Mi Gülmeyecek'i okuyordu ve benim bunu kesip Mingus'un albümünü dinlememe gerek bile yoktu, temizse alacaktım ve aldım.

Charles Mingus, 10 Mart 77'de albümü kaydettiğinde hala hastalığından haberi yoktu, ama ufaktan bas çalmasını da engellemeye başlayan bu hastalık, İtalyan filmi Todo Modo için yaptığı 2 şarkının geniş versiyonlarını kaydetmesine engel değildi. Mingus'un Kolombiya müziği Cumbia'dan etkilenerek yaptığı 28 dakikalık bu şaheserde, ovalara yayılan kuş sesleriyle açılan şarkı ardı sıra başlayan ve altta sürüklenen perküsyonlar üzerinde Jack Walrath'ın trompeti,Ricky Ford'un saksafonu, Jimmy Knepper'ın trombonu ve arada bağıran Mingus 'Cumbia Cumbia, freedom now'. Pazar sabahına daha güzel başlanamazdı sanırım.